Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Hakikat Nerede

Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Kimileri için içerisinde bulunduğumuz durum bir tür demokrasi krizi ve hatta çıkmazıdır. Toplumun neredeyse birbirine denk bir biçimde ikiye bölünmesinin yarattığı bu kısır döngü, giderek bir krize dönüşür ve bunun sonu da çoğu kez diktatoryal bir müdahaleye rızayla biter. Oysa Türkiye için bir demokrasiden söz etmek bile güç. Zira demokrasi sadece seçimli bir yönetim biçiminden ibaret değil. Daha çok toplumsal sorunların müzakerelerle çözümü ve siyasetin tepeden değil de tabandan itibaren örgütlendiği bir toplumsal katılımdır ki Türkiye ve benzeri ülkeler bunu hiç deneyebilmiş değil. Sürdüredurdukları bu kısır döngü ise demokratik esasın eksiltildiği bir biçimden, sadece modern diktatörlerin oyunundan ibarettir.

Aklın, vicdanın ve adalet duygusunun yerine sembollerin çatıştığı bir savaşımda iktidar tüm araçları muhalefeti suçlayıp baskılamakta kullanırken, karşı tarafın da buna karşı ileri sürdüğü en önemli slogan, meseleyi ulusal savaşım çizgisine çeken bir Mustafa Kemal’e asker olmaktan öteye gidememekte. Ki bunun, İstiklal Mücadelesinin akabinde alınan ve bu kez iç düşmanlara karşı bir ulusal savaşım kararı stratejisiyle, toplumu modernleştirme iddiasının biçimsel bir cumhuriyetçi yönelim ekseninde, günümüzün iktidarının saflarında topladığı kitleye karşı nasıl bir savaşıma dönüştürüldüğü de unutulmuş değil. Bunun yarattığı bir rövanşizmin memleketi getirdiği çıkmazın hakkaniyet, adalet, müzakere, hukuk ve vicdandan uzaklığı ise ortada.  

Buradan çıkışın her şeyden önce bu denklemin çözümsüzlüğünden çıkmak anlamına geleceğine ise henüz karar verilebilmiş değil. Elbette gerek her iki taraf içerisinde gerekse bu taraflara karşı mesafelenmiş kesimlerce bu çıkmazın körlüğü nicedir bilinmekte. Ama bilginin bir malumattan öteye gidemediği ve bir bilince dönüştürülemediği bu tür siyasal konformizm ya da güdü, siyaseti ancak bir tepkime düzeyinde anlayıp kabul edebilmekte. Gerçi Carl Schmitt’ten beri bir tür faşist dalga siyasetin anlamını bu biçime de indirgemişti ama Türkiye’deki tutum kendisini söylemsel düzeyde de olsa bu gibi kuramsal bakışlara yükseltme ihtiyacını bile duymamakta. Bir taraf Abdülhamid’in payitahtında, öbür taraf ise Mustafa Kemal’in ordusunda teatrelleştirdikleri bir hayal dünyasında yaşamaktalar.

Buna dair eleştirel düşünsel analizler de yapılmadı değil. Ama okuryazarlığı bir taraftar kümesine asker olmaktan öteye gitmeyen güruhların Mehmet Âkif’i, Kemal Tahir’i, Nurettin Topçu’yu, Cemil Meriç’i, İdris Küçükömer’i, Baykan Sezer’i, Stefanos Yerasimos’u, Fikret Başkaya’yı… okumalarını, okusalar da anlamalarını beklemenin en trajik hikayesi son otuz yıl içerisinde yaşadıklarımız. Bu yaşantılar ise verili bilinç zafiyeti nedeniyle bir türlü bir toplumsal ve siyasal deneyime dönüşemeyip, buharlaşıp kaybolmakta.

Zikrettiğim isimler ise tam da bu buharlaşmaya karşı bir bilinç oluşturma çabasının yorgun savaşçıları. Doğu ile Batı arasındaki o ara alanın tarihsel yazgısına dair yazdıkları, bizi tam da bu çıkmazdan uzak tutmaya dair bir bilince ulaştırmaya çalışıyor. Zira çatışmalar bir Doğu ve Batı kavgası etrafında sürdürülürken, ortalıkta buna dair bir bilinç tortusundan emare de gözükmüyor. Gözükmüyor çünkü çatışmalar bir bilince dönüşmek yerine bir öfke patlamasının tekrarı düzeyinde kalıyor. Hiçbir tekrar tam anlamıyla aynı olmasa da, çatışmalar tarihsel bir varoluşun deneyimlendiği bir kültür içerisinde sürdürülmediğinden, toplum buna dair bir bilincin üretilemediği bu boğuşmanın çıkmazından bir türlü kurtulamıyor.

Kültürler ve kuşaklar arası bir iletişimsizliğin ortamında, küresel bir dünyanın daha da baskıladığı, çekip çevirmeye çalıştığı bir coğrafyada yaşayan kuşaklar, daha başlarına ne geldiğini anlamaksızın ömürlerini tüketmekteler. Okumaların el feneri, bizi bu çıkmazların yol haritasını aydınlatmamızı sağlayacak bir ışık. Bunu umursamayanların kibri, cehaleti ya da hırsı ise öteden beri gelen bir kör dövüşünün gereçleri. Oysa iktidar alanlarının ve kamplaşmaların bile mekâna kazındığı bir coğrafyada yaşamak, bize hiç de böylesine bir sorumsuzca davranış içerisinde bulunma lüksü vermiyor.

Daha dikkatli, daha bilinçli ve daha sorumlu olmalı değil miyiz? Bu kör dövüşünün yazgısallaştırdığı bir tuzağa düşmek yerine, o ara alanı genişletmeyi ve itidale, müzakereye ve istişareye dayanan ihtimalleri hiç yorulmaksızın yeniden denemeli değil miyiz? Siyasal bir mücadeleyi bile ancak bir kavganın heyecanına kapılarak sürdüren bu duygusallığı yenebilecek bir cesarete ve uyanıklığa sahip olmalı değil miyiz?

Ne var ki, büyük ölçüde Batının üzerimizdeki baskısı sonucu geliştirilen reaktif bir etkilenme, bir direnç olarak yerelliği inşa ederken, bu yerellik ise kendisini, iktidar alanını adeta bir yurt savunması saplantısıyla ötekileştirdiği bir iç düşmanlar varsayımına dayandırmakta. Oysa bu ötekiler, demokratik ülkelerde demokrasilerin olmazsa olmazı sayılan siyasal parametrelerden ibaret. Bu düşmanlığın cepheleştirdiği toplumsal kesimler ise siyaseti ister istemez bir savaş olarak benimsiyor ve kendi cephelerini de ancak bu düzlemde oluşturuyor. Bu düşmanca parçalanmanın şizofrenisi ise siyasal tavrın ahlakilikten daha öne çıktığı bir performatiflikle maskeleniyor.

Böylesine bir tutumla parçalanan sosyoloji, yüz yıl öncesinde başlayan derin bir yarılmanın yarattığı hınçla, aynı zamanda demokratik bir imkân olan farklı bir bakışa, üçüncü yol gibi bir ihtimale, bir tür arâfta oluşa imkân vermemekte. Başka bir iklimde bir tür demokratik imkâna dönüşecek karşıtlıklar, birbirlerini tüketen tepkimeler olmaktan öteye gidememekte. Tüm ihtimallere el konmuş, farklı bakışlar en baştan lanetlenmiştir.

Bu karmaşayı Saraçhane’de de görmek mümkündü.  Doğal olarak kendilerini egemenin ve adaletsizliğin karşısında bulan gençliğin öfkesi orada başka türden bir baskıcılığın nefesini de omuzlarında hissettiğinde, kendisine dayatılmaya çalışılan bu çekişmeci üsluba oldukça doğal bir biçimde tepki vermekten de geri durmadı.  Ne birisine asker yazılmaktı muradı ne de ötekinin zulmüne ortak olmak.  Zulümsüz bir dünyanın mümkünlüğüne teşne o kirlenmemiş masumiyetiyle sadece adaletsizliğe ve baskıya tepkisini ortaya koymaktı muradı ama sonrasına dair bir tutuma da sahip değildi.

Değildi ama bunu devletlûlarına havale etmek gibi bir niyeti de yoktu. Oysa bildiğimiz gibi devletlûların kadroları ve programları hazırdır ve birinin yerine hemencecik ötekini geçirmekte ustadırlar. Sorunun karmaşası da burada yatmakta. Evet, haksızlığa karşı çıkmak ve adaleti aramak ama bunu birinin adına veya ardına takılarak yapmamak. Birinin elinden koparılan zalimliği bir ötekine teslim etmemek.

Tam da burada ise geleneksel bir iktidar kavgasının parametreleri girmekte devreye ve haksızlığa karşı koymanın safiyeti bu noktada hakikatle bağlarını kaybetmekte. Zira daha en başında, sokağa çıktığı anda henüz böylesi bir hakikat endişesine sahip olmadığı gibi, hakikatin nerede olduğuna dair bir fikre de sahip değildir. Sadece insiyaki bir biçimde haksızlığa ve adaletsizliğe tepkisini ortaya koymak istemektedir. Oysaki meselenin düğüm noktası tam da burasıdır. Zira bu tür bir hakikatten yoksunluk, biriken tüm safiyetin enerjisinin bir başkasının sermayesi haline getirilmesinden başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Hakikatin neredeliği sorusu, masumiyetin kaybedilebileceği bir endişeye yol açsa da, yürüyebileceğimiz yolun belirginleştirilmesinin olmazsa olmazıdır. Siyaset profesyonellerinin ellerinde kadükleşmiş olan bir savaş mekanizmasının iptali, ancak yeni ve farklı bir bakışın ortaya konulmasıyla mümkündür. Aksi ise tıpkı Arap Baharında ve Gezide olduğu gibi, birikmiş muhalif enerjinin verili çatışma süreci içerisinde heder edildiği bir sükûtla sonuçlanacaktır.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR