Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Barış Umudu ve Gerçeklik

Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Barış, her şeyden önce geleceğe dair umudu diri tutmak ve bunun üzerinde konuşabilmektir. Konuşmak, hele hele umutlar ve hayaller üzerinde konuşmak ise öncelikle eşitlenmeyi gerektirir. Aksi halde sadece olası bir geleceğin ötekine dayatılmaya çalışıldığı bir zorbalıktan söz edilebilir. Böylesi bir gelecek ise sizin için zaferse karşıdaki için yenilgidir. Burada söz konusu olan ise barış değil, dayatmadır ve hiçbir sahici gelecek, dayatmalar üzerinde kurulamaz.

Oysa karşımızda eşitimiz olan bir insan/toplum vardır ve sorun bu eşitliğin kabullenilmesindedir. İnsan oluşumuzun hatırlandığı bu kerte, taraflar açısından eşitliğin ve onurun bir kez daha teyididir. Bunun için icap eden ise yazılı belgelerden ziyade, toplumsal hafıza ve insanlık onurunun kayıtlarıdır. Dolayısıyla öncelikle incinmiş yüreklerle helalleşilmeli, yaralar sağaltılmalı ve geleceğe dair düşler canlandırılmalıdır. Bu ise her şeye rağmen hayat ve tarih yenilensin içindir. Yoksa taraflar yeniden kendi gerçekliğine dönsün diye değil. Başlangıçtaki hata da bu değil miydi zaten? Ama şimdi duygular ve düşünceler paylaşılmalı ve taraflar her şeye rağmen yakınlaşmalıdır.

Kemalistlerin tuhaf ve ilginç bir mottosudur, ne Şam’ın şekeri ne de Arab’ın yüzü. Peki, Türk kimdir? Uzun zaman aranır Türk’ün kimliği. Darülfünün’u kapatan Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip bunun için araştırmalar yaptırır. Ona göre Türk ırkı: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü…”dür. Dikkat edileceği üzere bu tanımlamaya, -mavi gözlülük dışında- M. Kemal’in bile benzediği bir hususiyet bulunmamaktadır. Daha çok Batılılardır bu tanıma uyan. Genetik ölçümlere göre ise Türklerin en çok benzedikleri Anadolu etrafında birlikte yaşadığı halklardır ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Meselenin özü ise fizyolojik özellikler değil, ahlaki ve kültürel niteliklerdir ve asıl dikkate alınması gereken de bu yönlerdir.

Sorunun kaynağı ise farklılıklardan oluşan bir toplumu eşbiçimli bir ulusa dönüştürme gayretidir. Neden? Çünkü modernleşme azmimizde örnek aldığımız Fransızlar da işte bunu yapmışlardı. Biz de bunu yapar isek ola ki modernleşme yolumuzu kısaltabilirdik!.. Oysa gerçekte tam aksi olur. Zira medeni bir toplum öncelikle içeride ve dışarıda barışı tesis edebilen, farklılıklarına saygı gösteren ve onlarla birlikte yaşamasını becerebilen, bunun içinse şiddeti değil uzlaşmayı, çatışmayı değil müzakereyi esas alan bir toplumdur.

Fundamentalizm Korkusu’nda Salman Sayyıd tam da bunları, yani tam anlamıyla anlaşılamamış olan bu büyülü modernitenin içselleştirilmesini ve başkalarına dayatılmasını eleştirir. Mevzunun özü ise yapay bir ulus yaratmak için farklılıkları yok etme çabasındaki abesliklere dayanır. Bu ulus ister Türk olsun isterse Müslüman, fark etmez. Nitekim Abdülhamid de imparatorluğu kurtarmak için mevcut milletler toplumunu Müslüman bir millete dönüştürmeye çalışır. Bu izleği sekülerleştiren Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı ulus da Türklüğünden önce Müslüman bir ulustur.

Böylece Anadolu, Kürtleri de içeren bir biçimde, ilk kez Müslüman nüfus yoğunluklu bir ulusallaşmayla, her ne kadar buradaki ulus’un niteliği tartışılabilse de, bir tür Müslüman ulus haline gelecektir. Ve bu model, bağımsızlaşma çabası içerisinde olan tüm İslam ülkelerine bir modernleşme projesi olarak vazedilir: Pakistan, İran, Tunus, Cezayir ve sair Türk ve Arap toplumlarına. Şimdi ise aynı model, Abdülhamid ile Mustafa Kemal’in çizgileri ortalanarak ama tekilci yani cumhuriyetçi ve otokrat karakteri korunarak, bir modernleşme biçimi olarak bölge ülkelerine yeniden sunulmaktadır.

Cumhuriyetin Müslüman ulus projesi, Batıcı ve laik kesimlerin dışında, başından itibaren hoşnutsuzlukla karşılanacak, Müslüman ulus ile Türk ulusu arasındaki açmazlar, zamanla Kürtlerle Türkler arasındaki mesafeyi açacak, çözüm ise doğal olarak ve meseleye İslami olduğu kadar insani ölçülerce bakamayanlarca şiddette aranacaktır. Batılı işgale karşı birlikte savaşan ve Anadolu’daki ilk meclisi birlikte oluşturan her iki halk, başlangıçtaki o sözleşme şartlarının inkâr edildiği bir kertede, karşı karşıya gelecektir. Temel mevzu ise etnik açıdan arındırılmış bir toplumun vazgeçilmez bir koşul addedilmesidir. Zira ırk ve dil farklılıkları, faşizme teşne bir ulusallık açısından kabul edilebilir değildir. Bununla birlikte, sorunsuz bir tahakküm arzusu, demokrasiye geçemeyen bir cumhuriyetin yegâne ilkesidir.

Faşizme teşne bir cumhuriyet, koşulsuz bir tahakküm açısından daha uygun bir sistemdir. Beri yandan demokrasi, farklılıklara da alan açan yönüyle, buna dair bir kültürü, paylaşmayı, farklılıklara saygıyı, müzakereyi ve çoğulculuğun içselleştirilmesini gerektirir. Türkiye’deki cumhur, yani yönetsel seçkinler açısından ise buna yönelmek, dolayısıyla da iktidarı paylaşmak kadar siyaseti halka açmaktansa, ötekiyle savaşmak daha kolay, makbul ve kabul edilebilirdir. İşte o zaman ise Türkiye’nin yüz yıllık tarihi, Kürtlerle sürdürülen bir iç savaş tarihi haline gelir.

Cumhuriyet seçkinlerini aldatan modernleşme hülyası, ulus devlet gibi kültürel ve etnik bir daralmanın ve tekilleşmenin akılcı ve kolaylaştırıcı bir yöntem olarak algılanmasına yol açar. Oysa bu bir yanılsamadır. Buna dair bazı başarılı örnekler olsa da günümüzün gerçekliği ve insan haklarına dair gelinen nokta, buna pek de uyarlı değildir. Beri yandan bu, bir toplumsal hayatın karmaşasını kamp, garnizon ya da işletme koşullarına indirgeyen sığ bir bakıştır. Toplum ise farklılıklarla çoğalır, zenginleşir ve hatta farklılıklar arası mücadele ve çatışmalarla kendisini yeniler. Çatışma ise elbette ki silahlarla değil, fikirlerle sürdürülen siyasi müzakerelerdir. Farklılıkların ödünlenebilir bir gerilimle toplumu diri tuttuğu bir teyakkuz halidir.

Kaldı ki yaşadığımız coğrafyayı uygarlığın beşiği haline getiren de buranın üç kıta arasındaki bir kesişme bölgesi olması, yani karşılaşmaların yoğunluğuyla gelen bir kültürel zenginleşmeye dayanmasıdır. Tarih boyunca bu bölge farklılıkların bir arada yaşadığı bir kültürel çoğulculuk alanıdır ve bu geriletici değil, ilerletici bir etkendir. Dolayısıyla da yapılması gereken bunu indirgeyerek toplumu yalınlaştırmak değil, tam aksine çoğaltarak çok sesli ve farklılıklarıyla zenginleşmiş bir toplumu var edebilmektir.

ABD, Rusya, Brezilya ve Hindistan gibi örneklerin çoğulcu (federatif) modellerinin yanı sıra son elli yıl içerisinde Avrupa da yeni bir çoğullaşma örnekliği ortaya koydu ve dünyadaki genel eğilim de bu yönde. Esasında ise bu tür çoğulculukların ilk örnekleri de bu bölgede, yani Afro-Avrasya kıstağındaki örnekliklerdir. Kuşkusuz ki günümüzün birikimiyle buna dair daha farklı ve yetkin örneklikler de ortaya konulabilir. Oysa bölgemizin halkları sürekli bir çatışma içerisinde yaşamakta ve bu kaos bir türlü aşılamamakta.

Son bir yılda Gazze etrafındaki yoğun çatışmalarla da bağlantılı olarak Suriye’de oluşan durum, bu kaosun aşılması için yeni bir vasatı ortaya çıkardı. Bu vasatın daha da belirginleştirdiği Kürt sorununun çözümü ise temel bir paradigma değişikliğini gerektirmekte. Bölgenin de ihtiyaç duyduğu bu paradigma değişimi, ayrıntıları tartışılabilir federatif bir yolla, kültürler ve sınırlar arasındaki geçişkenliğin artırıldığı ve duvarların şeffaflaştırıldığı bir yaklaşımla mümkün.

Oysa Türkiye, sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi bildik ezberlerini tekrarlarken, kendi Kürt sorununun çözümü için dışarıdaki Kürtlerin de baskılanmasına çalışmakta. Ebu Muhammed Colani uygun bir tıraş ve takım elbiseyle Ahmed el Şara’ya dönüştürülürken, sanki mesele bu kadar biçimsel bir kolaylıkla halledilebilirmiş gibi, Suriye de Türkiye gibi, homojen bir ulus haline getirilmeye zorlanmakta.

Modernliğin anlaşıldığı bu biçimselliğin artık demodeleştiğinin bile farkına varamayan Kemalist ulusalcı ezber, olan biteni kavramak ve daha ileri adımlar atmak yerine, başka toplumların da bu kadük anlayışla yoğrulmasını bir marifet bilmekte. Bu zorun özellikle de Suriye’de uygulanamazlığı bir yana, bu fırsattan da yararlanılarak Türkiye’deki kronikleşmiş olan sorunu da bu biçimiyle yani aslına bakılırsa hiçbir şey yapmaksızın ve salt sözcüklerle oynayarak çözmenin bir yolu haline getirilmeye çalışılması, Suriye’nin de aynı karmaşanın içerisine sokulması anlamına gelir. Bunun geri tepeceği ve sorunu daha da derinleştireceği ise ortadadır.

Oysa salt kendi sorununu çözmek için bölgesel bir karmaşa yaratmak yerine, bölgesel bir sorunun çözümü için ortaya konulacak olumlu bir yaklaşımın başlatacağı barış iklimi, bunun bölgeye de yayıldığı bir tahayyülü de mümkün kılabilir. Günümüz şartları içerisinde biçimlendirilebilecek demokratik bir çoğulculuk kadar federatif veya konfederal yöntemler gibi uygulamalar, Avrupa Birliği gibi, daha geniş bölgesel bir birliğe de açıktır.

Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu aynı anlama gelen milletler ve eyaletlere dayanan siyasal ve dinî bir çoğulculuğu uygulamıştı. Yani tarihsel, kültürel ve modern deneyimlerden de yararlanan bir yaklaşım, bu yolla bölgesel çatışmaları da çözerek, daha da ileri adımların atıldığı barışçı ve medeni bir iklimi mümkün hale getirebilir. İnsanlığın ve çağın gerçekliğini hiçe sayan bir yaklaşım ise eninde sonunda bu inadından vaz geçecektir ama bu inadın bedeli, buna karşı bir tepki göstermeyen, her konuda liderlerinin arzularına boyun eğen toplumlar tarafından ödenecektir. Bunun en açık misali son yüz elli yıllık Türkiye tarihidir.

 

Kaynak: farklibakis.net

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR