Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ümit AKTAŞ


Demokratik Konfederalizmden Demokratik Siyasete

Ümit Aktaş'ın "yeni" yazısı...


Abdullah Öcalan artık istesek de istemesek de Türkiye siyasetinin bir aktörü. Üstelik yazdığı barış ve demokrasi çağrısı Türkiye’deki profesyonel siyaset gerçekliğinin oldukça üzerinde bir metin. Zira Türkiye siyasetini oluşturan şartlar oldukça yerel ve kendine özgü ulusal bir gerçekliğe dayandığı için belli bir çerçevenin dışına çıkamayan, evrensel siyasal kuramlarla fazla haşır neşir olmayı gereksinmeyen bir vasat. Entelektüel çıtanın bir türlü yükseltilmediği bu durum, siyasetin iç koşullarının güdüklüğüyle sınırlanmakta. Bu vasatın kendine özgü bir dili var ve verili aktörler bu koşullar içerisinde adeta klişe bir sahne sanatını icra eder gibi siyaset yapmaktalar. Dolayısıyla Öcalan’ın çağrı metni bu siyasal çerçevenin oldukça dışında ve üstünde bir metin.

Üstelik Öcalan’ın kendisini yenilemesini ve bu metni yazmasını sağlayan koşullar tecritte tutulduğu yirmi beş yılın sağladığı bir birikime dayanıyor. Bir açıdan gerek örgütün nesnel varlığından gerekse Türkiye siyasetinin nesnelliğinin dışında tutulduğu bu şartlar, paradoksal bir biçimde Öcalan’ın evrensel siyasetle buluşmasını da sağlayan şartlar. Tabii ki buna dair bir arzu kendisinin sorumluluğu ve çabasından da kaynaklanmakta. Yoksa o da örgüt yöneticileri gibi belli ezberlere veya Türkiye siyasileri gibi belli standartlara kapanıp kalabilirdi. Açıkçası Öcalan’ın adeta bir siyasal manifesto gibi yayınladığı bu metin her iki kesim için de bir ders niteliğinde.

Öcalan belki her iki türden siyasal gerçekliğin dışında kalarak, siyasete daha geniş bir açıdan, kurucu ilkeler ve bunu besleyen yeni kuramlar ışığında bakarak kendisini yenileyen adımları atabilmiştir. Kuşkusuz ki onun bu tür bir okumayı sağlamasında, sosyalist sistemin çökmesi akabinde ortaya çıkan siyasal eleştiriler ve özellikle de o zamana değin sosyalist gerçeklik tarafından bastırılan anarşizmin kendisini yenileyerek öne çıkmasının etkisi büyüktür. Özellikle Murray Bookchin’in anarşist komünalizmi ve kent konseyleri fikri, dünyanın geldiği bu noktada siyasalı farklı bir okuma ve hayata uygulama fikri olması açısından Öcalan’a da ışık tutan bir yenilikçi bakıştır. Devletin baskıcı ve soyut doğasına karşı şehirlerin somut gerçekliğini ve bu gerçekliğe dayanan bir toplumsal katılımı öne çıkaran bu bakış, Atina demokrasisinin ve hatta İyonya izonomisinin şehir yönetimlerinin doğrudanlığı kadar, Medine sözleşmesinin birlikte düşünme ve birlikte eyleme fikrine de akrabadır. Bunun ise günümüz devletlerindeki toplumsallığa uzak siyasal profesyonellerin oligarklığı üzerinden sağlanamayacağı ortadadır.

Haşr Suresi 7. ayette, gelirin toplumdaki zenginliği denkleştirici bir biçimde bölüşülmesiyle, gücün (iktidarın) yalnızca belli bir kesim arasında dönüp dolaşan (devletleşen) bir nimete dönüşmemesinin amaçlandığı belirtilir. Devlet ise tam da bu dolaşımın belli bir kesim arasında sabitlenmesiyle ortaya çıkar ki kavramın etimolojisi (duleten: dönüp dolaşan) de doğrudan bu terime dayanır. Hatta modern Avrupa siyasetinin kurucusu Machiavelli’nin ürettiği state kavramı da bu tür bir sabitlenme anlamı taşır ki onun da özünde ulusal gerçekliğin temsilî bir düzlemde sabitlenmesidir.

Bir dönem için toplumları etkinleştiren bu ulusallıklar ise günümüzde artık anlamını yitirdiğinden ve hatta toplumsal çoğulluğu sınırladığından ve baskıladığından aşılmaya çalışılmakta. Ulusallığın beslediği günümüz kapitalizmi ise tıpkı siyaseti belli seçkinlerle sınırlandırdığı gibi, serveti de belli ellerde toplayarak yatırımcı şirketlere dönüştürmeye çalışır; oysa her ikisinin de toplumsal katılım ve paylaşım yoluyla, üstelik de toplumu da etkinleştirerek sağlanması mümkündür. Aksi bir tercih ise etkinliğini ve cesaretini yitirmiş toplumsallığın aczinin bir sonucudur. Üzerinde düşünülmesi ve gerçekleştirilmesi gereken şey Kur’an’ın mustazaflık olarak tanımladığı bu aczin aşılması ve nasıl aşılacağıdır.

Devletsel bir sabitlenme ihtimali karşısında Hz. Muhammed oldukça duyarlı ve sakınımlı bir tutum izlediği halde, kendisinden sonra ağır ağır olumsuzluğa doğru bükülen öğretisi, Muaviye ile birlikte devletleşmeye doğru gidecektir. Bunun anlamı hayatın etkinliğinin (ilmin, servetin ve siyasetin) toplumdan alınarak temsilî bir devlet monarkına teslimidir. Siyasetin diktatoryalaştırılması akabinde sivil toplumun direnci ise en son Ebu Hanife’ye kadar sürecek ve orada, İbn Mukaffa’nın önerisiyle din adamlarının (ki özünde İslam’da din adamlığı yani ruhbanlık gibi bir anlayış yoktur) devlete bağlanmasıyla devletin topluma tahakkümü nihai noktasına vardırılacaktır.

Hz. Muhammed’in bu tür bir tahakkümün sabitleşmesini önlemeye yönelik siyasal stratejisi ise kararların geniş ve farklı kesimlerce istişare sonucu alınmasına gösterdiği özen, yani şûra ile yönetimdir. Şûra ise o günün şehrinde toplumun doğrudan katılımıyla sağlanırdı ki bunun icra edildiği mahal ise mescit ve özellikle de Cuma günkü özel ibadet ve toplanmadır. (Günümüzün Cuma’sı ise hiç kimsenin konuşamadığı ve sadece devletin açıklamasının duyurulduğu bir ibadet haline gelmiştir.) Hz. Muhammed bu tür stratejik araçları kullanarak şehir yönetiminin devletleşmesini önlemeye çalışırdı. Zira onun başlangıçta karşı koyduğu Mekke Darünnedve’si de on kişiden oluşan bir tür oligarşik yönetimle toplumu baskılamakta, sınıflara ayırmakta ve sömürmekteydi.

Ebu Hanife’nin öldürülmesiyle nihayetlenen bu tahakküme doğru gidişin akabinde, o güne değin sivil toplumca sürdürülmeye çalışılan hukukun, ilmin, ahlakın ve olabildiğince siyasetin güncellenmesi artık sadece pratikten uzak düşünsel faaliyetler olarak sürdürülebildiğinden, bu konudaki çabalar mümkün olduğunca benzeri çağdaş gelişmelerle Müslüman dünyayı teyelleyen bir biçimsellik veya zihinsellik haliyle devam ettirilmektedir. Zira açıktır ki insanlık hiçbir zaman olduğu yerde tutulamadığından, hayrın da şerrin de farklı biçimlerde ilerletilmesi, derinleştirilmesi ve galebesi çabaları çok farklı yollarla ikmal edilecek ve tabir caizse insanlık hali, çağdaş topluma ve gelişmelere uyarlı kılınmaya çalışılacaktır. Ne var ki bu tür etkinlikler oldukça kısıtlandığından ve hatta hoş görülmediğinden, İslam dünyası bir zamanki öncü rolünden oldukça uzaklaşmıştır ve ancak o da sınırlı kesimlerce ve yapılabildiği ölçüde Batı dünyasındaki gelişmeler izlenmeye çalışılmaktadır.

Abdullah Öcalan’ın da Hz. Muhammed’i dikkatle okumasının ötesinde Murray Bookchin okumalarıyla da PKK’yı tasfiye ve siyaseti demokratik konfederalizm fikrine taşımaya çalıştığı malumdur. Anarşizmden komünalizme yönelimi “ülke çapında bir kentler ve kasabalar konfederasyonu” (Ramazan Kaya, https://menkibedergi.com/yazi-detay-oku-17.) fikrine bir yönelişin sonucudur. “Komünalizm, özgür komünlerden oluşan bir konfederasyon olarak örgütlenmiş bir komünal toplumu hayata geçirmek amacıyla hem kapitalist piyasa hem de modern ulus-devlet tarafından yönetilen tahakküm biçimlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik, halk meclisleri ve konfederal konseylere dayanan devrimci bir fikirdir.” (agy) Açıkçası bu bir tür birbirine gevşek bağlarla bağlı şehirler yönetimidir. Siyasal etkinlik şehirlerin halkının doğrudan yönetime katılmasıyla gerçekleşir ve siyasal seçkinlerin baskısı kadar profesyonel siyasetçiler de bağlamın dışına atılır. “Ona göre; doğa ile insanlık arasındaki çatışma, toplum ile kapitalist uygarlık arasındaki çatışmayla açıkça bağlantılıdır. Bookchin’in durduğu yer, komünalizmin ve ekolojinin eşit şartlarda buluşabileceği ve kapitalizm eleştirisini yeniden başlatabileceği tek zemindir.” (agy)

Ancak Öcalan’ın son çağrıda aldığı tutum, tüm bu biçimci ve ideolojik tutumları bir yana koyarak doğrudan demokratik toplumun siyasal ve hukuki alanlardaki açılımlarına ve etkinliğine yönelmiştir ki nihayetinde ne tür bir biçimsel tutum vaz veya talep edilirse edilsin, gerçekleşecek olanın toplumsal edimselliğin güncel gerçekliğine bağlı olduğu ortadadır. Yani düşünümsel ve edimsel pratiği ortaklaştırabilen, birlikte düşünerek birlikte eyleyen, bunu kadim ve çağdaş gelişmelerle harmanlayarak etkinleştirebilen tutumlar, sonuçta adları ve biçimleri ne olursa olsun, toplumsal bir karşılık da bulacaktır. Nitekim devletle PKK arasındaki yıllarca süren savaşımın sonunda gelinen nokta da bunun en trajik ama gerçek örneklerinden birisidir.

Türkiye’nin Kürtlerle resmî düzeyde bir barış noktasına gelmesinde bölgedeki siyasal ve toplumsal değişimler yanında Kürt hareketinin gelişmesinin artık göz ardı edilemeyecek bir noktaya gelmesinin de önemli bir payı var. Kürtleri bir bakıma önce sosyalist, akabinde komünalist ve demokratik fikirlere zorlayan, yaşadıkları coğrafyalarda yaşadıkları baskı ve zorun aşılma çabası ve bu konudaki stratejik arayışlarıdır. Zorun negatifliğinin bu yol açıcılığı, Kürtleri, karşılarındaki devletlerin kendi statükolarındaki tıkanmışlığına karşı yeni arayışlara ve kendilerini yeniledikleri bir dinamizme zorlamıştır. Zorun altındaki bu öğreticilik, ne yazık ki daha çok silahlanma ve savaş taktiklerinde mesafe alınmasına yol açmış ve ama siyaset konusundaki düşünsel inkişaf konusunda ne PKK ne de karşısındaki devletler statükolarını korumaktan ve pekiştirmekten vazgeçebilmiştir.

Ne var ki çağımız insanlığı sadece bu bölgeyle sınırlı kalmayacak bir biçimde giderek iki uç arasında bir karar almaya zorlamakta. Yakınlarda İsrail’in Filistin halkı karşısındaki vahşeti ve bu vahşeti desteklemekte kararlı Trump’ın gerçekleştirmeye çalıştığı şirket kapitalizminin hoyratlığıyla, buna karşı bir tavır almaya çalışan güçlerin dağınıklığı, giderek bu karar alma konusundaki rahatlığı ve umursamazlığı bir mecburiyete dönüştürecek. Buna karşı ise özellikle ABD kapitalizmiyle buna karşı cepheleşen Çin etrafında öbekleşen karşı cephenin benzer doğalarının ötesinde tabiatı, toplumu, adaleti ve insanlığı savunan bir tutumun geliştirilmesi kaçınılmaz bir insanlık durumu olarak belirginleşmekte. Bu kaçınılmazlıkta artık yerel sığınakların ve gözden ıraklığın hiçbir işe yaramayacağı ise ortada.

İsrail’in ABD ile sürdürdüğü stratejik işbirliğinin bölgedeki tehdidine karşı, Türkiye’nin AB ile yakınlaşmasının ötesinde, yaşadığımız bölgede de belli bir işbirliği çerçevesi oluşturma zarureti daha da acilleşmekte. Burada artık tikel ve aktüel siyasetlerin fantezilerinden uzaklaşarak siyasetin klasik taleplerinin ötesindeki stratejilerin üretilmesi bir kaçınılmazlık haline gelmiştir. Bu nedenle Türkiye ve bölge ülkeleri için ciddi bir sorun olan Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirebilmek için bu sürecin muhatabı olarak Abdullah Öcalan hakkındaki yasal engeller kaldırılarak, süreç hızlandırılmalıdır. Nitekim benzer bir devasa sorun olan Güney Afrika’daki sorunun çözümü de ancak Nelson Mandela’nın siyasal sürece katılımıyla sağlanabilmiştir. İrlanda’daki barış süreci de Garry Adams gibi güçlü bir muhatap bulabildiği için ilerleyebilmiştir.  Esasında çatışma çözümlerinde genel olarak da sonuç alıcı süreçler bu tür girişimlerle sağlanmaktadır ki bunlar sorunun çözümünde adeta zorunluluk arz eden ve kaçınılmaz adımlardır.    

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR