Bedevi, çölde devesi ile giderken, hemen ileride “su, su" diye inleyen birini görünce, hemen devesinden atlar ve ona kana kana su içirir. Ardından da karnını doyurur.
Bedevinin yardım ettiği kişi kendine geldikten hemen sonra, zengin bedeviyi etkisiz hale getirerek, bedevinin neyi var neyi yok, hepsini alır. Sonrada bedevinin devesine binerek oradan uzaklaşmaya başlar.
Soyulan bedevi hırsızın arkasından defalarca, “Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bunu kimseye anlatma" diye bağırır.
Hırsız bedevi önce aldırış etmez buna ama uzaklaştıkça kafasına dert olur ve geri döner. Soyduğu bedevinin yanına yaklaşarak ona sorar; “Neden kimseye anlatma" diyorsun.
Kumların üstünde oturan soyulan adam şöyle der; “Eğer bu yaptığını anlatırsan, bundan sonra çölde gerçekten aç ve susuz kalanlara hiç kimse yardım etmez.”
Toplumlar inançlarının ürettiği bir takım değer yargılarıyla gelenek/göreneklerini oluşturur ve onlarla neşvünema bulurlar. Toplumları uzun süre ayakta tutacak ve varlıklarının devamını sağlayacak yegane unsur hiç şüphesizdir ki adalettir. Adalet; en kısa deyimi ile “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” düsturu çerçevesinde insanların öncelikle kendi aralarında ki ve diğer varlıklarla olan ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtturulmasıdır. Yani, her şeyi yerli yerince yapmak, herkese, her şeye hak ettiği şekilde davranmak. Adaletin zıddı ise zulümdür. Adalette hiç tartışmasız ilk nokta “hukukullah”tır. Allah’ı layıkı veçhesiyle takdir edemeyenlerin başkalarının hukukunu gözetiyor ve saygı duyuyor olması asla mümkün değildir. Dolayısıyla zulmünde ilk noktasının Allah’ı hakkıyla takdir etmemek, O’nu yok saymak, O’na eş ve benzerler koşmakla oluşacağı bilinmelidir.
Adaleti olmayan insan ve netice de toplumların merhametinden söz etmek de imkan kabilinde değildir. Adaletin kaybedildiği topraklarda hukuk, haklının olmaktan çıkarılarak gücün/güçlünün eline geçer ve oluşan boşluğu hukuksuz yapılanmalar hızla doldurarak herkesin kendince uygulamaya çalıştığı ve adına da “adalet” dedikleri “garabet” ortaya çıkar. Bu, hangi hukukun uygulandığından ziyade, uygulayan mercilerin kendi heva/heveslerinin galebe çalmasından ötürüdür. İşte adaletin kaybedildiği topraklarda zulüm devreye girer ve merhametin yerini vahşet, barbarlık, gaddarlık, acımasızlık ve canavarlık alır. Bu tür coğrafyalar ne acıdır ki korkunun/kaygının egemen olduğu topraklar olmaktan da kendini kurtaramaz.
Modernizm, toplumların en güçlü mayası olan başta dini değerleri olmak üzere, gelenek, görenek, örf ve adetlerini etkisiz, anlamsız hale getirip varlığını ve gelişimini borçlu olduğu siyasi ve ekonomik ideolojilerinde desteğiyle insanların -bilinçli, bilinçsiz- zihin ve yaşam dünyalarının mutlak belirleyicisi olmaktadır. Kutsalı, kırmızı çizgisi, hadleri, helal/haramları, meşru/gayrimeşru algı/olguları olmayan ve kendince belirlediği etik değerler üzerine bir dünya inşa eden modernizm, insanların en mahrem duygu ve mekanlarının bile ifşa edilip tartışılmasını son derece doğallaştırıp/olağanlaştırmaktadır. “Ar damarı”, “haya damarı” çatlamış, hiçbir kutsalı ve mahremi kalmamış “insana benzer!” varlıklar televizyon ekranlarında ve sosyal medya mecralarında insanlık onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak mevzuları bile sıradanlaştırarak tartışmakta, olayların aktörlerinin iğrenç itirafları eşliğinde toplum mühendisliği yapmaktalar ve bunlarda reyting rekorları kıran programlar olarak lansmanları yapılmaktadır. Başında muhafazakar/mütedeyyin insanların bulunduğu kanallar kanalizasyona dönüşmüş bir halde -adeta bunlar üzerinden toplumsal meşruiyet devşirmeye çalışır bir görüntü ile- bu toplumun dini, ahlaki, örfi tüm değerlerini yozlaştıracak programlar, diziler, filimler yaptırmakta ve oynatmaktadırlar. Bunlar modernizm dininin gönüllü birer havarilerine dönüştüklerinin bile farkına varmaksızın sahte şöhretlerin, makamların, mevkilerin, alkışların, ambiyansların etkisiyle huşu içerisinde arzı endam etmektedirler.
Liberal/kapitalist ekonomik siyasetin egemen olduğu toplumlarda siyasi partiler vatandaşlarına hep daha kalkınmış bir ülke, daha müreffeh bir yaşam vadederek oylarına ve neticede iktidarlarına talip olurlar. İster solcu sosyalist ister sağcı liberal kapitalist ister muhafazakar isterse milliyetçi dindar siyasetin temsilcileri olsun neticede vaatler “diğerinin verdiğinin bir fazlası” üzerine bina edilmekte ve popülist, oportünist bir mantıkla kitleler ikna (kandırılma) edilmektedir. Bütün bu vaatler bol keseden sıralanırken ülke insanının zihinsel, ahlaki, manevi gelişimi için ortaya konulması gereken çaba ve gayretler yok denecek kadar az gündem oluşturmaktadır. “Önce ahlak ve maneviyat” sloganları ile kitlelere farklı bir söylem ortaya koyanlar bile bir süre sonra bunun çok meşakkatli ve uzun bir yol olduğunu fark ettiklerinden olsa gerek onlarda diğerlerine ayak uydurarak ahlak ve maneviyatı bir kenara bırakıp, rakipleriyle aynı yarışın içerisine girerek iktidar olmanın yollarını aradılar. Toplumların gözünün içine baka baka, bütün medya organlarında canlı canlı “siyasi hayatıma mal olsa bile yapmayacağım” keskin, net ve kararlı cümleler ile zikredilenler bile, rakip siyasi partinin güçlü vaadine dönüştüğü fark edildiğinde, seçim kaybedilme korkusuyla bir anda esnetilmeye, yapılması için gerekçeler üretilerek “dün dündür bugün bugündür” politik sözü bir kez daha cari hale getirilerek uygulamaya konulmaktadır.
Ekonomik kalkınmışlık ahlaki kalkınmışlıkla at başı gitmediğinde ortaya çıkacak tablonun hiçte iç açıcı olmayacağı acı bir hakikattir. Kapitalizm insanlara sürekli tüketmeyi telkin ederken ihtiyaçların belirlenmesini de insan iradesi, inancı, değer yargılarını devre dışı bıraktıracak söylemler ile kendisi belirlemektedir. İsraf, tasarruf gibi kavramlar içi boşaltıp değersizleştirilerek tedavülden kaldırılmakta, konformist bir yaşam tüm cazibesiyle insanların vazgeçilmezi kılınmaktadır. Bu tercih dayatmacı bir mantıkla değil, cezbedici, öykünmeci bir mantaliteyle, her türlü çekiciliğiyle arzı endam ederek kişilere kanıksattırılarak içselleştirilmesi sağlanmaktadır. Sürekli tüketim kaçınılmaz olarak kesintisiz üretimi doğurmuş, zaman, mekan yeniden tanımlanarak kadın-erkek-çocuk ayırımı yapmaksızın toplumun her kesimini daha fazlasına ulaşma uğruna adeta bir yarış atı gibi sürekli bir koşturmacanın, çabanın, çalışmanın içine çekmiştir. Bu çılgınca yapılan koşturmaca ve yarış doğal olarak başta bencillik (egoizm) olmak üzere hazcılık (hedonizm) ve kendini beğenmişlik (narsisizmi) kaçınılmaz bir etken olarak insanımızın zihinsel ve ruhsal yapısına etiketlenmiştir. Kalabalıklar içerisinde ahlaki ve manevi değerlerden yoksunlaşmış yalnızlaşan insan, insan olma hasletlerinin büyük bir kısmının kaybıyla önce kendi ruh dünyasında birçok sorunu yaşamakta ve bunları aşamadığı içinde kendi kendini bile tanıyamayacağı, anlamlandıramayacağı bir hale gelmektedir.
“Birkaç gündür kayıp olan çocuğun cesedi torba içine konmuş vaziyette dere kenarında bulundu”, “babasını gözünü kırpmadan öldürdü”, “önce çocuklarını, sonra eşini katledip son kurşunu kafasına sıktı”, “anne ve babasını hunharca katletti”, “… sebepten dolayı kardeşini ve yeğenlerini katletti”, “eline geçirdiği bıçakla veya silahla sokak ortasında ölüm kustu”, “çöp konteynırlarında kime ait olduğu bilinmeyen ceset parçaları bulundu”, “öldürdüğü eşinin cesedi derin dondurucudan çıkarıldı”, “yol verme kavgasında silahlar çekildi ve şu kadar kişi öldü”, “kendisini uyaran komşusunu ve ailesini katletti”, “alacaklısını pusuya düşürerek çapraz ateşle otomobilinde katletti”, “müebbet hapse mahkum kişi denetimle serbestlikle çıktığı cezaevinden kısa bir süre sonra eline geçirdiği bıçakla şu kadar kişiyi katletti”, “bilmem kaç promil alkollü sürücü otobüs durağına dalarak ölüm saçtı”… gibi her gün haber sitelerine ve medya organlarına istisna olmaktan çıkmış, adeta olağan vakıalar gibi kanıksattırılmış haberler düşmekte. Bu haberler dinleyiciler, izleyiciler ve okuyucular açısından çoğunlukla zihin konforunu bozacağı hasebiyle es geçilmekte, az bir kesim tarafından vah-tüh’lerle üzüntü sözcükleri eşliğinde değerlendirilmekte, çok çok az bir kısmı tarafından da toplum adına kaygı/endişe verici çok ciddi hadiseler olarak değerlendirilmekte ve çözümü için kafa yorulmakta.
Batıya endekslenmiş insan heva ve hevesinin eseri olan hukuk, bu ülkenin insanına adalet, huzur getirmekten son derece uzak, zulüm ve acı yaşatmaktan başka bir fonksiyon icra etmemekte, “İnsan hakları” söylemi ekseninde oluşturulan kanunlar, hakkı gasp edilen ve mağdur edilenleri “sanki insan değilmiş” gibi bir pozisyona düşürerek zalimlerin sayısını artırırken mazlumiyet ve mağduriyetleri çoğaltmaktan öte bir işe yaramamaktadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir başkasını katledenin aynı şekilde infazının devlet tarafından “insan hakları” teranesiyle yapılmaması, vicdanlarda tedavisi mümkün olmayacak derin yaralar oluştururken, canilerin sayısını artırmakta ve cinayetleri sıradanlaştırmaktadır. Çok medyatik ve çok dramatik ölümler olduğunda gündeme getirilen “idam cezası” olay gündemden düşmeye başladığında tekrar üzeri tozlanmak üzere raflara kaldırılmakta, tekrar raftan tozlarının silkelenilerek indirilmesi ise çok daha medyatik ve çok daha dramatik yeni bir olayın yaşanmasıyla gerçekleştirilmektedir. Hukuk garabetini anlamanın en güzel örneği ise “düşünce suçu” diye tanımlanan suçlara ve faillerine gösterilen muamele ve istenen cezaların ne yazık ki toplu katliam gerçekleştirmiş bir caniye verilmesi gereken cezaların fevkinde olmasıdır. Bu yaklaşım bile ülke adına, toplum adına ve insanlık adına çok kaygılanılması gerektiğinin bir fotoğrafı olarak önümüzde durmaktadır. Velev ki bir idam cezası çıkarılacak olsa dahi vasatın bir türlü yakalanamayacağı, bağnazlık başta olmak üzere hamasetin, şovenliğin zirve yapıp, sağduyunun aklıselimin, itidalin dibe vurduğu, haklının değil de güçlünün egemen kılındığı bu toplumda infazın en çok bu düşünce suçluları için uygulanmayacağından kim ne kadar emin olabilir.
Adaletin tesis edilemediği toplumlarda Allah korkusu başta olmak üzere, hak, hukuk, insaf, vicdan, merhamet ve hoşgörüden bahsediyor olmak lafı güzaftan öteye gitmeyecek söylemlerdir Bir insanın en sevdiği, en değer verdiği, üzerine tir tir titrediği varlıklar olarak addedilen evlatlarına, ebeveynine, eşine karşı vahşileştirip canileştirerek gözünü kırpmadan bir katliamı gerçekleştirebilecek bir noktaya gelebilmesi için tümden insanlığını yitirmiş olması gerekmektedir. Bir insanı hangi saik bu hale getirebilir. Hangi gerekçe dokuz ay karnında taşıdığı, her türlü meşakkate katlanarak doğumunu gerçekleştirdiği kendisinden bir parça olan, rahminde merhametin her türlüsünün yerleştirildiği bir anneyi vahşileştirilerek yavrusunu çöp konteynırına attırabilir hale getirebilir.
Tüm bu trajik hadiseler yaşanırken ve toplumun tüm kesimleri olarak üzerinde ciddi ciddi kafa yorulup çözümler üretilmesi gerekirken, ne acıdır ki en tepedeki liderinden en sıradan vatandaşına kadar herkes oturdukları yerden, beslendikleri ideolojilerden, taraftarı oldukları siyasi partinin zaviyesinden bakarak sadra şifa olmayacak, kanayan yarayı durdurmayacak, yeni vahşetlerin, katliamların oluşumunu engelleyecek somut adımlar atmaktan çok uzak tartışmalar yapılmakta, adeta havanda su dövülmektedir. Ellerine aldıkları sopalarla “her şeyi ben bilirim” tripleriyle kanallarda yorumculuk yapan kadrolu çok bilmiş “ukalalar” ise adeta izleyicilerin akıllarıyla dalga geçercesine yaşanan olayları maksadından/amacından çıkarıp saçma sapan tevillerle hadiseyi magazinleştirip sulandırmaktadırlar. Varlığını İslam ve Müslüman düşmanlığına adamış yaşanan her olay sonrasında “mal bulmuş mağribi” gibi ağzından salyalar akıtarak Allah’ın dinine sövgüler yağdırmayı -bu ara utanmadan, sıkılmadan kendinin de Müslüman olduğundan dem vurarak- kendisi için vazife addetmiş laik/jakoben/Kemalist solcu müsveddesi muhterisler ise en az yaşanan olay kadar vahametin ne boyutlara ulaştığının bir göstergesini oluşturmakta ve kaygıları daha da artırmaktadır.
Fotoğrafın bütününe bakıldığında sorunun sistemsel olduğu çok net bir şekilde gözükmektedir. Allah’ın yeryüzünün mutlak hakimi ve hükmedeni olduğu hakikatini aşağılayarak cari olmaktan çıkarıp tanrılaştırmaya çalıştıkları insan aklının ürettiklerini vazgeçilmez kılma istidadında olan zihin yapısıyla bu ülke sürekli dününü arayan ve yarınından da endişe eden bir serencamdan kendini kurtaramamaktadır. Allah “kısasta hayat var” derken, tanrılaştırılmış insan “insan hakları var” diyor ve onlarca kişiyi de hunharca katletmiş olsa da asla benzer şekliyle infaz edilemez diyor. Son birkaç asırdır kimliğinden, kişiliğinden, inancından, değerlerinden, geleneklerinden utanan ve batıya öykünen kadrolar her ne ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar fark etmeksizin aynı istikamete doğru bu ülkeyi sürüklüyorlar. Din ve dini değerler, jakoben/kafatasçı/ulusalcıların diliyle/eliyle sürekli aşağılanırken, kendilerine dindar/demokrat/muhafazakar/liberal diyenler tarafından ise çıkarları, makamları-mevkileri için iyi bir argüman olarak kullanılarak itibarsızlaştırılıyor. Ortaya konulan bu farklı iki tavır aynı sonucu doğurmakta, birileri “Allah düşmanlığı yaparak”, diğerleri ise “Allah ile aldatarak” bu çarpık/bozuk sistemi ayakta tutmaya devam etmektedir vesselam.