ORUÇ MODERNİZME DİRENİŞTİR
Kur’ân, “Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” buyurur. Gerek İlahi dinler gerekse beşeri dinlerin bir kısmı, insanı terbiye etmede bir araç olarak perhize ya da oruca başvurur.
Dinler, insanı terbiye etmenin en temel noktasının onun nefsine hâkim olması gerektiğini bilir. Nefse hâkim olmadan terbiye olmaz. İçinde yaşadığımız 21. yüzyıl modernizm çağıdır. Modernizm, kapitalizmin ürettiği bir anlayış olması hasebiyle tüketime dayalıdır. Bu anlayışta, mutlu olmak için daha çok tüketim tavsiye edilir. İnsan, zevk ve hazlarının peşinde koşarak mutlu olmaya çalışır. Bilmez ki dünya ve dünyanın nimetleri tuzlu deniz suyu gibidir, içtikçe yalnızca susuzluğu artar. Mevlâna’nın dediği gibi; insan nefsi, doyurmakla tatmin olmaz; ancak kanaatle tatmin olur.
Ne yazık ki bugün, nelerden elimizi çektiğimizden değil; nelere harcayıp, neleri yiyip tükettiğimizden bahsediyoruz. Atalarımızın ‘yediğimi kimse görmesin, yemeğin kokusu kimseye gitmesin, nefsi kalır’ düşüncesinden, yemek yediği lokantanın ismi ile hava atan, ne yemişse sosyal medyada paylaşan bir topluma dönüştük. Eskiden, ‘oğlum yemek tepsisinin üzerini ört, yiyen var yiyemeyen var’ derdi büyüklerimiz. Şimdi öyle mi ne yediğimizi herkes görsün istiyoruz. Nasıl görgüsüzce bir davranış.
Hâlbuki Oruç kendini tut diyor bize. Aç kalarak mutlu olmayı öğretiyor. Açları doyurmaktan zevk almayı öğretiyor. Zengin iftar sofralarını değil, oruçluların iftar ettirilmesini tavsiye ediyor.
Ramazan umresine gidenler bilir; Kâbe’de, Mescid-i Nebevî’de sofralar açılır.
Ücretsiz.
Mescid-i Nebevî’de medfun Peygamberimiz, değerin yemekte değil yedirmekte olduğunu söylemiştir çünkü. Sofralar sanki onun huzurunda açılır. Yoldan geçenler çevrilir ve sofraya davet edilir. Siz yedikçe sofra sahipleri mutlu olur.
İşte din budur.
Peki ya modernizm? Modern Batı? Avrupa'ya gittiğinizde size ilk söylenen şey ‘burada yalnız hava ücretsiz’ cümlesidir.
Batılılaşma ve beraberinde gelen modernizm, bizi biraz bozdu galiba. Dinimiz İslam, usulümüz Alaman oldu.
Daha yedi yaşında çocukken oruca alıştırılırdık. Aslında adı Oruç olan bir nefis terbiyesine başlardık. Oruçla nefis tokluğunu öğrenirdik. Eğitimciler, bir insanın kişiliğinin ve karakterinin, çocuk yaşta aldığı eğitimle başladığını söylerler.
Allah için aç kalan, Allah'ın çizdiği sınırlarda kalarak gerekirse aç kalmayı öğrenirdi.
Bir ibadet olan Oruç, âdete dönüşünce ne yazık ki terbiye fonksiyonunu da kaybetti. Namaz gibi içeriği kaybolan her bir ibadet yalnızca bir şekle ve bir görüntüye dönüşür. Rabbimiz, belki bir sure daha indirecek olsaydı, Mâûn suresinde namazlarından gafil olanlara yazıklar olsun dediği gibi oruçlarından gafil olanlara da yazıklar olsun diyecekti.
Çocuklarımıza ne kadar yedirirsek o kadar iyilik yapacağımızı zannediyoruz. Bedenlerini doyuruyor ruhlarını aç bırakıyoruz.
Ruhsuzlar!
Sahi, modernizmin getirdiği en büyük hastalık acaba neden obezite? En gelişmiş ülkelerde intihar oranları neden fazla? Neden yüzler asık?
Bedenler şişik Ruhlar çökük çünkü.
Geriye dönecek insanlar.
Bedensel haz ve isteklerin mutlu etmediğini ve edemeyeceğini anlayacaklar.
Kaybedilmiş yıllar!
Kaybedilmiş nesiller!
Oruç, bizi bir direnişe sevk eder. Oruç, bize bir otokontrol mekanizması kazandırır.
Oruç bizi insan yapar. Biz, bir Müslüman olarak, yeme-içme ve cinsel arzular gibi en hayati isteklerimize gem vururuz.
Onurlu dururuz.
İkramı severiz. İstiğnayı tercih ederiz.
Modern hayat her yönden bizi kuşatabilir, kendi değer anlayışını empoze edebilir. Ama biz direnmeliyiz.
Oruç tutanlara Ramazan'da en mutlu an ne zaman diye sorduğunuzda istisnasız nerdeyse bütün cevaplar iftara yakın zaman olacaktır.
Secdede olduğu gibi, acizliğin zirvesi, Allah'a yakınlığın zirvesidir.
Tatmayan bilmez.
Keşke bilse!
Nefse yakınlıktan kurtulmadan Allah'a yakınlık olmaz. İlahı, arzu ve istekleri olan da iflah olmaz.
Önce hayır deriz biz. Dün putlara derdik bugün bizi Rabbimizden uzaklaştıran bütün beşeri sistem, anlayış ve davranışlara diyoruz. Revaçta modernizm olduğu için söylüyorum;
Oruç Modernizme direniştir.