Alman savaşbilimci Carl von Clausewitz’in, savaşın farklı araçlarla sürdürülen bir siyaset biçimi olduğunu tanımına karşı, Michel Foucault ise siyasetin de farklı araçlarla sürdürülen bir savaş olduğunu söylemişti. Bu yazının başlığı, kötülüğün değirmenine su taşımak da olabilirdi. Ama iyilik kadar kötülük de çoğu zaman durduğumuz yere göre değişen kavramlar.
Mesela bir siyasiyi hiç yoktan bir sebeple Pınarhisar Cezaevine kapatmak sadece bir kötülük müydü? Yoksa bu başka bir kötülüğün veya bir kahraman yaratmanın değirmenine su taşımak mıydı? Ki bu tür bir olumsuzlamalar zincirinde olumluluklar bile olumsuza bağlanır. İyiliği üreten de bizzat kötülük ya da şiddet olur ve de ancak şiddetin mektebinde yetişenler olguyu ters yüz edebilirler. Peki, olgu ters yüz olur da ne olur? Sadece döngü tekrarlanır ve bu döngüden çıkış için döngüyü kıracak biri, bir farklı bakış gerekir.
Türkiye siyasetinin öteden beri içerisine gömülü olduğu bir olumsuzluk ve savaş hali ister istemez toplumu ve o toplumdaki kültür kadar ahlakı da belirliyor. O zaman ise iyilikle kötülük gibi ahlakın en temel ilkeleri, koşulların dışındaki bir esasa değil, doğrudan durulan yere göre değişiyor. Siyaset bir savaş olarak algılandığından, Makyavelist bir yargıyla, amaca götüren her yol mübahlaşıyor. Ve değerlerin belirleyicisi de ahlak değil, siyaset oluyor. Şiddet kullanma tekeli kullananı zalim olmaktan çıkarmasa da, bu avantaj, tüm yasal çerçeveler ve örgütlenmeleri emrine amade kıldığından, rakibine karşı üstün olmasını sağlıyor.
Bunun insanı bir tanrı kılmadığı ortada olsa da, sonuçta onu, insanların kaderine hükmetmenin hangi anlama geldiğine telmihte bulunan bir öykünün, sözgelimi Kur’an’da İbrahim ile Nemrut arasında geçen tartışmanın bir tarafı haline getiriyor. Her ne kadar elinde hükümranlık gücünü tutan taraf sahip olduğu bu buyurganlıkla, bir tanrı rolüne çıkma imtiyazı ve yetkesini kazansa da, karşı taraf ise insana özgü o yetkinleşme ve özgürleşme iradesiyle, itirazi söylemini sürdürdüğü söylemiyle toplumlara öncülük edeceği ebedi bir misyonu ediniyor.
Kuşkusuz ki asıl sorun iktidar kavgasının o biçimsel kısır döngüsüne kapılmamakta ve tarihte her zaman bu döngünün çemberini kıran ya da döngüye girmeyen aktörler de bulunmakta. Nitekim İbrahim de bunun dışına çıkarak, yerelleştirilmiş egemenliğe tâbi olmaktansa bir seferî olmayı yani Allah ile yoldaş olduğu özgürce bir seferberliği tercih ediyor. Tüm coğrafyaların parsellendiği günümüz dünyasında bu, biçimsel olarak mümkün olmasa da, yine de bu tür döngülere tâbi olmamak, bağımsızlığını ve özgürlüğünü korumak her koşulda mümkün. Ve sahih olan tarih, bu tür döngüleri kırarak toplumlarını selamete çıkarak örnekliklerin tarihi.
Ne var ki işe salt biçimsel bir iktidar mücadelesine girerek başlamak, insanı daha en başından bu tür bir döngüye tâbiliğe zorlamakta. Daha doğrusu ise çoğu kez bu döngüye tâbi olanların doğrudan bu döngünün mektebinde yetişmekte olduğu. Sözgelimi Cumhuriyetçi döngüyü kırmak isteyen Milli Görüş hareketinin, sistemin dışında duran radikal eğilimlerin yasadışılıkla suçlandığı bir zorbalığın töhmeti altına girmektense, doğrudan sistem içi bir bağlamı yeğleyerek, oradan muhalif bir siyasal söyleme ve eyleme girişmesi gibi. Ama bu girişim verili duruma tâbi olduğundan, bu durumun koşulları kadar eğilimlerini de ister istemez benimseyerek, rakibin mektebinde yetişecektir. Dolayısıyla da muhalif söylemlerini rakibin ahlakıyla besleyerek, buradan doğru sistemin krize gireceği o günü bekleyecektir. Belki de Yusuf, işte bundan kaçınabilmek ve özgürlüğünü koruyabilmek için, bir iktidar manivelası olarak yetişmeyi değil de zindana girmeyi yeğleyecektir.
Sadece edilgin bir bekleyiş değildir elbette Milli Görüş’ün bu bekleyişi. Rakibin gücünü kıracak olan çeşitli meşruiyetleri de üreterek, buna dair bir söylemsel alternatifi de geliştirmişti. Daha doğrusu sözgelimi başörtüsü gibi bir yasaklama simgesi üzerinden kendi rıza mekanizmalarını da üretmiş ve bunu halka benimsetmişti. Şüphesiz ki ele geçirilen bu stratejik üstünlüğün tüm araçları kendisine ait değildi ama hoşnutsuz kesimlere dair söylemleri ve eylemleri sahiplenerek buradan iktidarının kral yolunu oluşturacaktı. Öyle ki günü gelip iktidara tırmandığında işbirlikçilerinin birçoğunu tasfiye ederek, her ne kadar bu doğa artık onu bambaşka bir mecraya çıkarmış ve hatta doğrudan iktidarın bendesi haline getirmiş olsa da, yenilenmiş bir iktidarın kendine özgü doğasını oluşturmayı da becerecekti.
Şimdi ise yeni bir döngüsel çevrimi izlemekteyiz. Daha doğrusu oldukça uzayan ve tâbilerini usandıracak kadar baskıcılaşan bir iktidara karşı çıkışların bir türlü örgütlenemeyişini. Benzeri araçlar kullanılıyor ama bunun tek başına yeterli olmaması bir yana, sorun taklidin biçimselliği yani özgünlükten yoksunluğunda. Önemli bir hoşnutsuzlar kitlesi olsa da bu kitleyi motive edecek yeterli bir üretkenlik ve özgünlük yok. Siyaset adeta düz anlamıyla bir savaş olarak algılandığından, daha doğrusu bu konuda rakibin stratejisine tâbi olunduğundan, ahlaki ilkelerden yoksunluk, savaşımın da ister istemez hep rakibin alanında sürdürülmesine yol açmakta. Sözgelimi bu savaşımın inşaat rantlarından elde edilen bir birikimle sağlanabileceği gibi rakibi biçimsel olarak izleyen bir yargının benimsenmesi gibi. Oysa bu, mücadeleye sadece araçsal bir girdi sağlar. Oysaki siyasal mücadelelerde asıl olan düşünsel, ahlaki ve ideolojik donanımlarla beslenmek ve toplumun özellikle dezavantajlı kesimleriyle empatiye dayanan bir bağ oluşturabilmektir.
O kadar biçimsel bir yol izlenmekte ki sanki tarih her seferinde bu biçimdeki yazgısallığı yeniden hayata geçirilebilirmiş gibi, Karadenizli bir liderin İstanbul Belediye Başkanlığı, diploma sorunu ve mali bir suçlama ve ardından gelecek bir cezaevi süreci ve siyasal bir darbe ile adeta bir özgeçmiş, bir gerek şartlar kümesi olarak ileri sürülmekte. Rakip de buna teşne tâbi. Ama burada bir şeylerin eksik olduğu unutuluyor. Kemalist cumhuriyetçiliği yerinden eden rakip, bir Anafartalar Savaşı komutanı değildi ama karşıtlarının yardımlarıyla da yazılmış olsa, kendisine özgü bir hikâyesi vardı.
Beri yandan o, büyük bir hoşnutsuzlar kitlesini kendi söylemi etrafında buluşturmayı, sürükleyici imgesel tema (başörtüsü) kadar yoksulluk ve adaletsizlik gibi toparlayıcı bir temayı da kullanmayı bilmiş ve işte ancak o zaman ki toplumsal ve siyasal kriz, her şeye rağmen kendi iktidarına giden bir kral yolu haline gelebilmişti. Günümüzde ise yoksullaşma ve adaletsizlik krizinin yeterince sahiplenilmemesi bir yana, toplumsal duyarlılığın yüksek olduğu Kürtlere ve Filistinlilere dair iktidarın göstermelik çabalarının ve söyleminin alaşacağı edileceği düzeyde bir birleştirici söylem ve eylemin ortaya konulması dahi söz konusu değil.
Çünkü bu kez öykü oldukça biçimsel ve sadece bir simülasyon ve bu yüzden de bir taklidin aldatıcı çizgilerini aşarak bir türlü özgünleşememekte. Bu öykünün temel bir eksiği var, o da hoşnutsuzları büsbütün kavrayamayışı ve hatta temelde kurucusu olduğu cumhuriyetçiliği aşması gereken adımı atarak, demokratik bir siyasete geçirebilme cesaretini göstermesi gerekirken, kendi doğasına dair çekinceler nedeniyle buna cesaret edemeyişi. Sözgelimi anayasal kısıtlara yönelik radikal bir yenilenme çabasının bir türlü üstlenilemeyişi. Araçsal donanımına karşı söylemsel ve paradigmatik bir çerçeveden yoksunluğu. Sadece biçimsel gereksinimleri toparlasa da topluma bir umut ışığı sunamaması. Otuz yıl öncesine göre büsbütün değişmiş olan toplumu hâlâ Cumhuriyetin kurulduğu dönemlerde, yani bir beşikte tutma havasından bir türlü çıkamayışı. Sadece Türkiye’ye değil, bölge ülkelerine de bir ferahlık getirecek önermelerde bulunamayışı. Üstelik buna dair bir cesaretten ve yaratıcılıktan yoksunluğu. Ki rakibi dahi, muhalif bir söylemle iktidara gelmiş olsa da, toplumu beklentide tuttuğu o demokratikleşme yolundaki adımları bir türlü atabilmiş değil. Çünkü onun da özlemi eskil köklere, otokratik bir sisteme dönebileceği yerel ve tarihsel bir geçmişe gömülü.
Dolayısıyla görünen o ki bu süreç de sadece muhtemel bir geleceğe dair bir yol açma girişimi olarak kalmaktan öteye bir umut vadetmiyor. Nasıl olacağını değil de nasıl olamayacağını gösteren bir yol açma ki buna dair bir deneyim daha önce de yaşanmıştı. O zaman da sistemin safralarıyla bir arada görünmenin konformizmi, muhalif toplumsal duyarlılıkları toparlayacak bir cesaretin köktenciliğine yeğlenmişti. Demek ki bu da yeterince öğretici olamamış ki hâlâ kurucu bir partinin egemen söyleminden muhalif bir söylemin tersyüzüne geçilememekte. Çünkü toplumsal duyarlılıklar yeterince kavranamadığı gibi, iktidara duyulan biçimsel arzunun ve taklidin, tüm biçimsel çabaların ötesinde, o kritik eşiği aşabilmek için yeterli olamayacağı da henüz anlaşılabilmiş değil.
Kaynak: Farklı Bakış