Abdurahman Ateş(*)
Kur’ân, mürteddin durumu ile ilgili olarak dünyevî bir cezadan açıkça söz etmemekte, sadece ahiretteki cezayı hatırlatmakla yetinmektedir
İslam hukukunda, Müslüman iken kendi iradesiyle İslam’dan çıkan kimse anlamında kullanılan “mürted” veya dinden çıkma eylemi anlamındaki “irtidad”ın kapsamı ile bunların cezaları, İslam’ın erken dönemlerinden bu güne tartışma konusu olmuştur. Konuyla ilgili delillerin zahirinden hareketle ortaya konan hükümler ile delillerin arka planı dikkate alınarak yorumlanması suretiyle elde edilen hükümler farklı sonuçların elde edilmesine neden olmaktadır. Bu yazıda netameli olan bu konu ile ilgili delillerden elde ettiğimiz sonuçları değerlendireceğiz. Gerek Kur’an, gerekse Hz. Peygamber ve sahabe uygulamaları referans alındığında İslam’ın, Müslüman olmayanlara, (başkalarına kabul ettirme ve zorlama şeklinde olmaması şartıyla) dilediği gibi inanma ve inançlarını yaşama özgürlüğü tanıdığı görülecektir. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara 2/256); “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf 18/29); “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanlar iman ederdi, ama insanların kendi iradeleriyle inanmalarını istediği için bunu istemedi. Şimdi sen mi iman etsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yûnus 10/99) âyetleri de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Ancak Kur’ân’da yer almamakla beraber hadislerde söz konusu edilen “mürteddin cezalandırılması” ilkesi ile İslâm’ın insanlara tanıdığı bu inanç özgürlüğü arasında bir çelişki olduğu, İslam’ı kabul etmesi konusunda zorlanmayan birisinin daha sonra başka bir dine/inanca geçme konusunda özgürlüğünün olmadığı ve bir nevi zorlamaya tabi tutulduğu, dolayısıyla aslında kişinin istediği gibi inanma/inanmama özgürlüğünün olmadığı sonucu çıkarılabilmektedir. Bu yaklaşım İslam’ın temel kaynaklarına mı yoksa Müslümanların tarihi süreçteki uygulamalarına mı dayanmaktadır? Diğer bir ifadeyle bunun referansı din mi yoksa dindarlar mı? Kur’ân, mürteddin durumu ile ilgili olarak dünyevî bir cezadan açıkça söz etmemekte, sadece ahiretteki cezayı hatırlatmakla yetinmektedir. Bu meyanda dinden dönme anlamındaki “irtidad” terimi kullanılarak konunun ele alındığı sadece şu iki âyet bulunmaktadır:
“…Onlar güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş ehlidir, orada sürekli kalacaklardır.”(Bakara 2/217)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler,mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetindirler, Allah yolunda cihad ederler,hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, bilendir.” (Mâide 5/54)
Görüldüğü gibi, birinci âyette, dininden dönenlerin amellerinin dünyada da ahirette de boşa gideceği bildirilmiştir. Amellerin dünyada boşa gitmesinden maksat, Müslüman olan eşlerinden ayrılmaları, mirastan mahrum olmaları gibi bazı haklarını kaybetmeleridir. Ayrıca “…Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse…” şeklindeki ifadenin “…ve kâfir olarak öldürülürse…” şeklinde olmaması da, mürteddin öldürülmesine değil, bilakis, dininden döndükten sonra bile kâfir olarak yaşamaya devam etme ve kâfir olarak ölme hakkının olduğuna işaret etmektedir.
İkinci âyette ise, dininden dönenlerin yerine, birtakım özellikleri olan başka toplumların getirileceği bildirilmekte, dolayısıyla bu âyetlerde mürteddin cezalandırılmasıyla ilgili herhangi bir emir bulunmamaktadır.
Bu iki âyetin dışında “irtidad” teriminin kullanılmadığı, ancak aynı anlama gelebilecek şekilde “İslâm’dan/imandan sonra inkâr/küfür” teriminin kullanıldığı ve muhteva olarak aynı konunun ele alındığı birçok âyet vardır ki, bunlarda da dünyevî bir cezadan söz edilmemektedir. (Âl-i İmrân 3/86-87, 90, 106; Nisâ 4/137; Tevbe 9/66, 74, 84; Nahl 16/106; Munafikûn 63/3) Kur’ân’da söz konusu edilmeyen “mürteddin cezalandırılması” hususu, bu konuda temel kabul edilen şu hadislere dayanmaktadır:
“Kim dinini değiştirirse öldürün!” (Buharî, Cihad 149, İ’tisam 28; Ebû Davûd, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrim 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Müsned, 1/282; 5/231). Benzer bir rivayet ise şöyledir: “Kim dinini değiştirirse, boynunu vurun!” (Muvatta’, Akdiye 15)
“Allah’tan başka ilah olmadığına, benim de Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet eden bir Müslümanın kanı ancak şu üçünden birisi ile helal olur: Bir cana kıyan, evli iken zinâ eden ve dinini terk edip cemaatten ayrılan.” (Buharî, Diyât 6; Müslim, Kasame 25,26; Ebû Davûd, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 15; Nesâî, Tahrim 5, 11, 14; İbn Mâce, Hudûd 1; Darimî, Siyer 11, Hudûd 2; Ahmed b. Hanbel, 1/63, 65; 6/181, 214)
Yukarıda verilen ikinci hadiste geçen “cemaatten ayrılan” ifadesinden, sadece dinin terk edilmesi değil, aynı zamanda İslâm cemaatinden ayrılmanın cezayı gerektiren bir suç olduğu anlaşılmaktadır. Meseleyi bu açıdan ele alan şu hadis de bunu teyit etmektedir:
“Bir Müslümanın kanı ancak şu üç husustan birisi sebebiyle helal olur: Zinâ eden evli recmedilir; bir Müslümanı kasten öldüren öldürülür; İslâm’dan çıkıp Allah ve Resûlüne savaş açan adam ya öldürülür, ya asılır, ya da sürgün edilir.”(Ebû Davûd, Hudûd 1)
Mürteddin cezalandırılacağı hususu bu delillerden anlaşılmaktadır. Ancak “mürted” ile kastedilen kimdir? Cezalandırma nedeni sadece bir inanç mı değiştirmek, yoksa cephe mi değiştirmektir?
Gerek hadisteki “cemaatten ayrılma” vurgusu, gerekse uygulamaya dair bazı hükümler nedeniyle, mürteddin cezalandırılmasının nedeninin, sadece dinini değiştirmek olduğu şeklindeki görüşün isabetli olmadığı kanaatindeyim. Bunun gerekçelerini dört madde halinde özetlemek mümkündür:
- İlk Dönemlerde Cezalandırılan İrtidat Hareketlerinin Sadece Dinden Dönmekten İbaret Olmaması
Müslümanlarla kâfirlerin savaş halinde olduğu Hz. Peygamber döneminde dinden döndüğü için cezalandırılanlar, aslında İslam’dan vazgeçip düşman saflarına katılan veya Müslümanların durumları ile ilgili bilgi aktaran casus konumundaydılar. Münafıkların yaptığı gibi küfürlerini gizleyip İslâm toplumunda yaşamayı tercih eden kimseler değildi.
Mesela Hz. Peygamber döneminde, Müslüman iken daha sonra dinden dönen ve Mekke’nin fethi sırasında tövbe ettiği halde Hz. Peygamber’in genel affı kapsamından çıkarılan Mıkyes b. Dababe’nin öldürülme nedeni sadece dinden dönmesi değil, öldürülen kardeşinin diyetini almak üzere Hz. Peygamber tarafından kendisiyle birlikte gönderilen bir Müslümanı yolda öldürmesi ve daha sonra diyet olarak aldığı develerle birlikte Müslümanlarla savaş halinde olan Mekke’ye kaçıp sığınmasıdır.(Zebidi, Ahmed b. Abdullatif, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, (terc. Kâmil Miras), Ankara, 1983, 22/262; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/1423-1424) Dolayısıyla bu şahıs, sadece İslâm’dan çıktığı için değil, daha önce işlemiş olduğu cinayete karşılık kısas olarak öldürüldüğü için Hz. Peygamber tarafından tövbesi kabul edilmemiş ve öldürülmüştür.
Müslüman iken daha sonra dinden dönen İbn Hatal’ın Mekke’nin fethi sırasında Hz. Peygamber’in emriyle öldürülmesinin (Ebu Davûd, Cihad 117) asıl nedeni de sadece dinden dönmesi değildi. Asıl suçu, Hz. Peygamber kendisini sadaka toplamakla görevlendirdiğinde hizmetinde bulunmak üzere kendisiyle beraber gönderilen arkadaşını öldürmesi, daha sonra öldürülme korkusuyla dininden dönmesi, zekât develerini gasp edip götürmesi, Hz. Peygamber ile alay eden şiirler söylemesi ve cariyelerine de bunu emretmesidir.(İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmü Ehli’z-Zimme, Beyrut, 1983, 2/883-884)
Hz. Peygamber döneminde yaşanan şu olay da, sadece dinden dönmenin cezalandırma nedeni olmadığını, kişinin dinden döndüğü halde kendi haline bırakıldığını göstermektedir:
Hıristiyan ikenMüslüman olan, Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği de yapan bir adam daha sonra Hıristiyanlığa geri döndü. Hatta “Muhammed bir şey bilmez, yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir” demeye başladı. Bir süre sonra bu adam öldü. Hıristiyanlar onu gömdüler. Fakat sabah olunca gömüldüğü yerde dışarıya atıldığını gören Hıristiyanlar, Müslümanların bu işi yaptığını iddia ettiler ve tekrar gömdüler. Birkaç defa bu durum tekrar etti. Toprağın onu kabul etmediğini ve tekrar dışarı atıldığını görünce cesedi dışarıda bıraktılar. (Buhârî, Menâkıb 22)
Hz. Ebû Bekir’in (r.a) halifeliği döneminde, ortaya çıkan yalancı peygamberlerin yanı sıra zekât vermekle mükellef oldukları İslâm devletine zekât vermeyi kabul etmeyenlerin başlattığı hareketin İslam tarihi kaynaklarında “irtidad hareketleri” veya “ridde olayları” olarak nitelenmesinin nedeni de bu hareketin içinde yer alanların suçlarının, zekât vermeyi reddederek o günkü İslam devletine başkaldırmalarıdır.
Bu rivayetlere göre mürteddin, sadece dinden dönen kimse değil, aynı zamanda İslâm düşmanlarının safına geçip Müslümanlara karşı savaşan kimse olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hanefîlerde dinden dönen kadının öldürülmeyeceği görüşünün gerekçesi de kadının savaşçı olmamasıdır. (Serahsî, Şemsüddin, el-Mebsût, İstanbul, 1983, 10/109) Çünkü onlara göre sadece dinden dönmek değil, savaşçı olmak öldürülme sebebidir. Araplarda kadının savaşması adet olmadığından ve bazıları savaşsa bile azlığından dolayı genel bir prensip oluşturmayacağından (Ebû Zehre, Muhammed, el-Ukûbe, Kahire, ty., s. 174) erken dönem âlimleri dinden dönen kadının öldürülmemesini, savaşçı olmamasına bağlamışlardır. (Günümüz dünyasında hem savaşta hem terör eylemlerinde kadınların üstlendikleri aktif rol, İslâm’ın ilk dönemlerinde söz konusu olmadığından böyle bir görüşün ortaya çıkmış olabileceğini belirtelim.)
- Mürteddin Tövbesinin Kabul Edilmesi
Kendileriyle savaşılması emredilen müşriklerin bile tövbe etmeleri durumunda artık düşman olarak kabul edilmeyeceğini ve onlarla savaşılmayacağını bildiren âyetle (Tevbe 9/5, 11) kâfir/müşrik olanlara tanınan tövbe hakkı, dinden dönen kimse için tanınmasına engel olan bir husus bulunmamaktadır.
Hz. Ömer (r.a.), Müslüman olduktan sonra küfre dönen ve bundan tövbe etmesine fırsat verilmeden öldürülen birisinden dolayı öfkelenmiş ve “Allah’ım! Bu işte ben bulunmadım, emretmedim ve duyduğum zaman da râzı olmadım” diyerek tepkisini göstermiştir. (Muvatta’, Akdiye 16)
İslâm hukukçularının hemen hemen tamamı, mürtedin cezalandırılmadan önce tövbe etmeye davet edilmesi ve içinden gelmediği halde sadece diliyle tövbe ettiğini söyleyen kimsenin asıl niyetinin araştırılmaması gerektiği konusunda görüş birliği halindedirler.
Ayrıca böyle bir ceza ile karşılaşan her mürted, tövbe etmesi teklif edildiğinde, inanmadığı halde “tekrar Müslüman oldum” diyecektir. Nitekim Kur’an, Müslümanların da hayatî bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarında canlarını kurtarmak amacıyla dil ile inkâr edebileceklerini bildirmektedir:
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan kimseler dışında, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip göğsünü küfre açanlara Allah’tan bir gazap vardır ve büyük bir azap da onlar içindir.”(Nahl 16/106)
Elbette ölümden kurtulmak için Müslümanlara diliyle “inkâr ettim” deme hakkını veren İslâm’ın, yine ölümden kurtulmak için dinden dönenlere “Müslüman oldum” deme hakkı vermemesi düşünülemez.
Buna göre, insanların sadece dinden çıkmaları sebebiyle ölümle cezalandırılmaları, İslâm toplumunda münafıklığa zemin hazırlayacaktır. Çünkü iman kalp işidir ve tövbe etmesi istenen mürted kişi, canını kurtarmak için tövbe ettiğini söyleyecek ama kalbinde İslâm’a inanmayacaktır. Sonuçta İslâmî yönetim kendi eliyle kendi toplumunda münafıkların sayısını arttırmış olacaktır. (Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul, 1997, s. 575) Bu durum ise, İslâm’ın hedeflediği sağlam bir toplum oluşturma çabalarıyla çelişmekte, dolayısıyla insanların sadece inançlarını değiştirmesinden dolayı cezalandırılmaları gerektiğini iddia etmek, İslâm’ın tanıdığı inanç özgürlüğü ilkesine ters düşmektedir.
- Sadece Sözlü İkrarın Bile Mürteddin Mü’min Kabul Edilebilmesi İçin Yeterli Olması
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın, size selam verene/Müslüman olduğunu söyleyene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek ‘sen mü’min değilsin’ demeyin…” (Nisâ 4/94) âyeti, savaş ortamında bile sadece dilleriyle de olsa Müslüman olduğunu söyleyenlerin sözlü beyanlarının kabul edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bu âyetin nüzul sebebi olarak rivayet edildiğine göre Üsâme b. Zeyd, bir sefer sırasında Müslümanların yanına gelerek selam veren ve şehadet getiren birisini öldürmüş, durumu öğrenen Hz. Peygamber (as) “Allah’tan başka ilah olmadığını söylediği halde bunu nasıl yaptın?” diye sormuş, Üsâme ise, “Ya Rasûlallah, adam kendisini korumak için bu kelimeyi söyledi” deyince Hz. Peygamber (as), “kalbini yarıp da baktın mı?” diyerek bu davranışı onaylamamıştır. (Taberî, Tefsir, 4/226; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 3/116; Râzî, Mefatîhu’l-Ğayb, 11/3-4; Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 145-148)
Sadece sözlü ikrarın, mü’min kabul edilmek için yeterli olduğunu gösteren şu hadis de bu konuya ışık tutmaktadır:
Mikdâd b. Esved Hz. Peygamber’e (as) “Yâ Rasûlallah! Kâfirlerden birine rastlarsam da benimle çarpışıp elimi keserse, sonra da benden kaçıp bir ağaca sığınır ve ‘müslüman oldum’ derse, bunu dedikten sonra onu öldürebilir miyim?” diye sordu. Hz. Peygamber (as), “hayır, öldürme” dedi. Mikdâd, “ama o elimi kestikten sonra bunu söyledi” deyince, Hz. Peygamber (as)şöyle buyurdu: “Onu öldürme, çünkü onu öldürürsen, o, senin onu öldürmeden önceki konumunda olur; sen de, o kelimeyi söylemeden önceki o adamın konumunda olursun.” (Buharî, Diyât 1; Müslim, İman 155; Ebû Davûd, Cihad 104)
Kâfir iken Müslüman olan birisine tanınan bu hakkın, mürteddin İslâm’a dönmesi durumunda tanınmayacağını gösteren bir delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla dinden döndükten sonra, şu veya bu nedenle tekrar İslâm’a girmeye karar veren ve bunu diliyle açıklayan birinin mü’min kabul edilmesini engelleyen bir hususun olmaması gerekir. Bu bakımdan, hangi şartlar altında olursa olsun, mürtedin İslâm’a döndüğünü ifade etmesi, onun mü’min olduğuna karar vermek için yeterli görüleceğine ve ölümden kurtulma adına bile olsa hemen hemen herkes aynı şekilde davranacağına göre mürteddin cezalandırılmasının nedeni, sadece küfür değil küfür ve düşmanlıkta ısrar olduğu anlaşılmaktadır.
- Kur’an’da Münafıkların “İman Ettikten Sonra İnkâr Edenler” Olarak Tanıtılmasına Rağmen Mürted Sayılmamaları ve Cezalandırılmamaları
Münafıkların durumunu mürteddin durumu gibi değerlendirmemizin nedeni, Kur’ân’da birçok yerde münafıklardan, “iman ettikten sonra inkâr edenler” diye söz edilmesidir:
“Münafıklara de ki: Allah, Allah’ın âyetleri ve elçisiyle mi alay ediyordunuz? Hiç özür dilemeyin, siz inandıktan sonra inkâr ettiniz…” (Tevbe 9/65-66)
“Ey Peygamber! Senin hakkında söyledikleri kötü sözleri söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söylediler, onlar Müslüman olduktan sonra inkâr ettiler…” (Tevbe 9/74)
“Münafıklar, yeminlerini kalkan yapıp Allah’ın yoluna engel oldular. Onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra da inkâr etmeleridir…” (Münafikûn 63/2-3)
Âyetlerde aslında kâfir olduğu bildirilen münafıkların dünyada cezalandırılması ile ilgili herhangi bir yaptırım söz konusu edilmemektedir. Bu âyetlerin indiği sırada Medine toplumunda bu özellikte insanların mevcut olduğunu Hz. Peygamber bilmesine rağmen, onlardan herhangi birisinin öldürülmesini emrettiği de vaki değildir. Asıl niyetlerinin ne olduğu Hz. Peygamber tarafından bilinmesine rağmen, onlar mürted olarak da değerlendirilmemişlerdir.
Netice olarak, görünüşte mü’min, fakat içten içe inkârcı bir yapıya sahip olan münafıkların, bu durumlarına rağmen mürted statüsüne konmayıp cezalardan muaf tutulmaları bir tek hususla izah edilebilir: İnkârlarının bireysel alanda kalması ve mensubu olduklarını iddia ettikleri dinin yapısına yönelik açıktan yıkıcı bir girişimde bulunmamalarıdır. Dolayısıyla münafıkların cezalandırılmamış olmaları, irtidad suçunun cezasının sadece küfür olmadığının en açık delillerinden birisidir.
Buna göre mürteddin cezalandırılması ilkesi, dinden döndükten sonra bunu ilan ederek tövbe etmemekte direnen, sadece lafzî bir ikrarın bile kendisini ölümden kurtaracağını bilmesine rağmen bundan kaçınan, daha önce mensubu olduğu Müslüman toplumun düşmanlarıyla işbirliği yapan ve bu haliyle irtidadı, düzeni bozmaya yönelik bir anarşi suçu niteliğinde olan kimseler için geçerli olmalıdır.
Netice itibariyle, mürteddin cezasının dinî olmaktan çok siyasî ve devletler hukuku ile ilgili olduğunu, cezalandırılmayı gerektiren irtidad suçunun da devlete isyan veya casusluk suçu gibi değerlendirilmesi gerektiğini söylemek mümkündür. Beşeri kanunlarla yönetilen devletlerin, kendi düzenlerini bozan, isyan eden veya başka ülkeler adına casusluk yapan vatandaşlarını cezalandırmaları yadırganmadığı halde İslam’ın benzer suçları cezalandırmasının yadırganması ya da eleştirilmesi, (önyargıdan kaynaklanmıyorsa) tam anlamıyla bir tutarsızlık ve çelişkidir.
(*) İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi