Türkiye’de bir dönem temel hizmetlerde ağır bir bürokratikleşme yaşandığı ve hizmetler aksadığı için yollar köprüler yapmak baş tacı edildi, belediyenin yapması gereken işleri yapanlara vizyoner devlet adamı muamelesi yapıldı. Kamusal hizmet üreten devlet mekanizmalarının bayındır işlerine indirgenmesinin bedelini, dış ve iç politikada dev manevralar ve zikzaklarla ödedik.
Vizyon olmayınca deneme yanılma yolu ve el yordamıyla dış politikada birbirine 180 derece zıt tercihler yapıldı. Ama değişmeyen tek şey, neo-osmanlıcılık ve sözde panislamist politikaları kendi egosu ve narsizmine basamak yapan, güç tutkunu bir iktidar anlayışı oldu. Her şeyden vazgeçen ama asla güçten ve iktidardan vazgeçmeyen, hatta iktidar ve güç adına her şeyi yapabilmeyi göze alan garip bir siyaset biçiminin hakimiyetiydi tanık olduğumuz.
İçerde ise devleti yöneten aktör, gün geldi İslamcı ardından liberal, ardından milliyetçi oldu. Bir baktık ki sıfır sorun politikası sayesinde komşularımızla güllük gülistanlık bir bölge inşa etme hedefine tam dalmışken Arap dünyasında güce susamışların içindeki gizli iktidar ateşini tutuşturan ayaklanmalarla birden irkildik. Komşularımızla ilişkilerimiz alt üst oldu ve Türkiye’nin stratejik müttefik gördüğü ülkeler, bu kez amansız düşmana dönüştü. Zira modern dünyada devletin yapısal karmaşıklığının farkında olmayan ve bunu bayındırlık hizmetlerine indirgeyen yeni siyasi elit, şu anda içinde bulunduğumuz felaketleri de ta o zamandan haber vermekteydi aslında.
Son yıllarda ise vizyonerlik, askeri teknoloji üretimine ve savaşma kapasitesine indirgemekle malul bir başka anlayışın pençesinde kıvranıyor. Aslında daldan dala atlayan bu mantık, enteresan bir dalgalanma hâlinin ürünü. İktidar başarısız olduğu alanlardaki hatalarını bambaşka alanlarda sivrilen yönleriyle telafi etmek peşinde. Ekonomide duvara toslayınca “ama bak SİHA üretiyoruz” falan demeye başladı.
Halbuki ileri teknoloji silah üretmek tek başına gelişmişliğin göstergesi olmadığı, hatta özgürlüklerin, adalet ve eşitlik arayışının olmadığı, ekonomik refah ve medeni bir dünya tasavvurunun eşlik etmediği teknolojik ilerlemenin gelişmişlik göstergesi sayılmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Kuzey Kore düşmanlarını epey tedirgin edecek nükleer ve kitle imha silah stoğuna sahip ama yumuşak gücünü kullanma yetisinden tamamen yoksun, bir cazibe merkezi olmaktan oldukça uzak. Öte yandan Pakistan Nükleer silahı var ama başarısız bir devlet. Yönetimi kim devralırsa devralsın, Pakistan yönetilemezlik konusunda sallanmaya devam ediyor.
Pakistan 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarında ekonomi alanında, kalkınma ekonomisi çalışan uzmanların dahi ilgisini çekecek ölçüde hamleler yaparken buna karşılık Hindistan, geride kalmıştı. Ancak Hindistan’ın reformlarının etkisini göstermeye başladığı 1990’dan sonra durum tamamen tersine döndü. Gelir düzeyi düşük olan ülkelerde demokrasinin yerleşemeyeceğini iddia eden demokratikleşme teorilerine meydan okuyan Hindistan, orta gelirli bir ülke olmayı başarırken Pakistan, reformları ıskalayarak sık sık artçı şoklar yaşayan ve can çekişen bir ekonomiye dönüştü.
Otoriterleşme sonucunda adil bir yönetim tasavvurunu, insanca yaşamayı, eğitimli ve kaliteli bir toplum hedefini yok sayan, özgürlükleri ihmal eden bir yönetim anlayışıyla belirli alanlarda elde edilen sınırlı başarılar asla ülkeye mutluluk ve başarı getirmez.
Maske dağıtamayan, vatandaşlarına çadır dağıtamayan, depremin üzerinden bir ay geçtiği hâlde kışın ortasında vatandaşına çadır temin edemeyen devlet, SİHA üretse ne olur obüs tankları üretse ne olur? Ülkenin başındaki bir avuç siyasi elitle onların düzenli olarak sermaye pompaladığı zenginlerin oluşturduğu mutlu azınlık dışında kime hizmet eder?
Kaynak: Farklı Bakış