Türkiye’de yeni bir devrin başlangıcının müjdecisi gibi adımların atıldığı günlerdi. Birkaç Üniversite’de Kürt dili ve edebiyatı bölümleri açılmış, memlekete bir heyecan dalgası hakim olmuştu. Doksan yıllık ret, inkar ve asimilasyonun sonunu ilan eden türden adımlar atılıyordu. Bu adımlardan biri de yirmi dört saat Kürtçe’nin Kurmancî ve Kirmancî (Dimilî-Zazakî) lehçelerinden yayın yapan TRT KURDÎ’nin açılmasıydı. “Kürt var mı, yok mu, Kürtçe şu veya bu dilin dağlarda konuşulan bozuk bir versiyonu mu Kürt kelimesi karlı zeminde ayakların çıkardığı kart kurt sesinden mi türemiş ?” gibi insanın ömrünü tüketen saçmalıklardan kurtulduğumuzu düşünüyorduk o günlerde. Rutine bağlanmış gibi on yılda bir tekrarlanan süreçlerde çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuş nice beyin de böyle düşünmüş olmalılar ki tersine bir göçle memlekete koşmuşlardı. Birçoğu TRT KURDÎ’de ve Üniversitelerde açılan Kürdoloji bölümlerinde görev almaya başlamıştı.
Asimilasyon politikalarının boğucu atmosferinde nefes almakta zorlanan birçok mustarip Kürt gibi ben de kanalın program yapma çağrısına uymuş ve Diyarbekir ulu camii avlusunda 2009 yılının ramazanında yayınlanmak üzere Paşîv (sahur) adıyla banda kaydedilen bir programın sunuculuğunu yapıyordum. Bir gün İlahiyat Fakültesinde hoca olan birini çağırmışlardı programa. Kadri Yıldırım. İlk defa orada görmüştüm. Bazı akademisyenlerde tanık olduğumuz üstenci tavırdan eser yoktu. Daha çok onlarca feqiye ders veren bilge ve vakur bir seydaya benziyordu. Çelebi duruşu ve nezaketiyle bir Diyarbekir beyefendisiydi.
Program öncesinde ayaküstü yaptığımız sohbette eşine pek rastlanmayan bir akademisyenle karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Gözlemimde yanılmamıştım, Kürt medreselerinde icazet almış, sonra öğretmenlik yapmış ve ardında akademyaya intisap etmiş bir entelektüeldi. Mükemmel bir Kürtçesi vardı. Programda İslam irfanı üzerine konuşuyorduk. İslam düşüncesine dair engin bilgisini adeta döktürdüğü konuşmasını kesmeye kıyamadan dinlemiştim. Türkiye’de Kürtçenin medyada kullanılması bir ilkti. Bu yüzden çoğu misafir program esnasında bocalıyordu. Ben sık sık araya girip söylemek istedikleri kelimeleri, ifadeleri hatırlatıyordum. Kadri hocanın bir nehir gibi selis Kürtçesi kadar düşüncesinin bütünlüğü ve selaseti de hayran bırakıyordu. En rahat ettiğim programdı. O kadar ki medya diliyle söyleyecek olursak devamını da çekmiştik.
Program için Diyarbekir’de kaldığım süre boyunca her fırsatta yanıma gelir ve sohbet ederdik. O da benim gibi gelişmelerden çok memnundu. Artık Kürtler olarak var olduğumuzu, bir dilimizin, kültürümüzün, tarihimizin, coğrafyamızın bulunduğunu kanıtlamak gibi ömür törpüsü misali işlerin peşinde koşmak zorunda olmayacak, dilde, edebiyatta, sanatta, siyasette değerler üretecektik, tıpkı geçmişlerimizin yaptığı gibi. Nitekim Kadri hoca da ilerleyen zamanlarda TRT KURDÎ’de edebiyat ağırlıklı uzun soluklu bir program yaptı. Sonra Mardin üniversitesinde Kürdoloji bölümü başkanlığını üstlendi ve programlarına ara verdi. Ben uzun yıllar devam ettim.
2012 yılında Van’ın Miks (Bahçesaray) ilçesinde Feqiyê Teyran sempozyumuna katılmıştık. Sempozyumun moderatörü bendim. Konuşmacılardan biri olan Kadri hoca kürsüye çıktı ve çok güzel bir konuşma yaptı. Her konuşmacı için belli bir süre ayrılmıştı ama bu konuşmayı hiç kesmek istemiyordum, çünkü müthiş birikimli bir zihnin süzgecinden billur gibi akıyordu kelimeler. Bu sırada dinleyicilerden bir not ulaştırıldı bana. “Hocaya ek süre ver, biraz daha konuşsun” yazıyordu notta. Dinleyicilerin de benimle aynı fikirde olmaları sevindiriciydi ve hoca uzun bir konuşma yapmıştı.
İrtibatımız ondan sonra da devam etti. Programlarımın sıkı bir takipçisiydi. Bir gün yayın bitmiş ve eve dönüyordum. Aradı. “Bu nasıl karizma kardeşim!” diye söze başladı. “Karizma” o günden sonra aramızda adeta bir söze giriş ifadesi işlevini gördü. Onu herhangi bir programda görsem, bu sefer ben arar ve “bu karizmayla nasıl yarışabiliriz kardeşim!” diye takılırdım.
Sadece “karizmalarımızı” değil, “avsîr”lerimizi de yarıştırırdık. Yukarıda değindiğim programı çektiğimiz günlerin birinde çıkagelmişti. Ben, dedi, Patnos’ta öğretmenlik yaparken Patnos ile Erciş arasında “avsîr” rekabeti vardı. Benim hanım Patnosludur. Gel sana “avsîr” neymiş göstereyim. Evine gittik. Yenge hanım bize “avsîr” ikram etti. Lezzetli “avsîr”i yedikten sonra hocam, dedim, benim hanım da Ercişli, bir gün bize gel de asıl “avsîr” neymiş göstereyim. Tamam, dedi, bir gün İstanbul’a gelirsem sizin “avsir”i yemeye geleceğim.
Derken o güzel günleri gölgeleyen, insanın ağzının tadını bozan gelişmeler yaşanmaya başladı. Bu, Kürt ve Türk aydınlarının, bütün toplumsal kesimlerin işini gücünü bırakıp yeniden incir çekirdeğini doldurmayan ama insanı iliklerine kadar acıtan, enerjisini yok yere heba eden meselelerle uğraşacağının, nice uğursuz süreçlere girileceğinin belirtisiydi. Kadri hoca gibi bir çok aydın, entelektüel, alim belki de bir ömür sürecek şekilde asıl işinden, edebiyatından, sanatından uzak kalacak, belki laf anlatabilirim diye yeniden bu yıpratıcı, bıktırıcı, usandırıcı, ufukları karartıcı ve tabi verimsiz, bereketsiz günlerde zaman harcayacak anlamına geliyordu. Bu arada ülkede bahar havasının esmesinden etkilenerek dönenlerin bazısı yaklaşan zemheriyi sezmiş ve tası tarağı toplayıp Avrupaların yolunu tutmuştu. Gelişmelerden ağzının tadı kaçsa da umudunu yitirmeyenlerin bazıları son bir çare olarak siyasette etkin bir yerde yer almanın bu uğursuz çarkı tersine çevirebileceğini düşünenler de oldu.
Aynı düşüncelerle miydi bilmem ama 2015 yılında ikimiz de milletvekili adayı olduk. Ben Ak Partiden, o HDP’den. Kendisini aradım, hayırlı olsun demek için. Her zamanki gibi aramızdaki espri ile söze başladı. Hocam, dedi, “iki karizma bir meclise fazla gelir, ikimizden birimiz çekilelim”. Buna halkımız karar versin, en karizmatik kimse o seçilsin, dedim. Gülüştük. O seçildi, ben seçilemedim. Sadece o değil, vatandaş da iki karizmanın fazla geldiğini düşünmüş olmalıydı ya da beni yeterince karizmatik bulmamıştı sevgili halkımız! Aktif olarak mecliste olduğu günlerde bir kez daha konuşma fırsatımız olmuştu. Ümitsizdi. Siyasete girdiğine pişmandı. Her iki cenahta da memleketin geleceğine dair hayırhah beyinler bulamamaktan veya etkisizleştirilmiş, dışlanmış olmalarından yakınıyordu. İlmi çalışmalarını, öğrencilerini, en önemlisi gelecek nesiller için yapacağı araştırmaları özlediğini hissettiriyordu. Sözlerinden çıkardığım sonuç, siyasetin sorunları çözmekten çok örtmek anlamına geldiğiydi. Sonra zaten bir daha aday olmadı hoca ve adeta kabuğuna çekildi.