Giriş
Dünyada bilinen enerji rezervlerinin çok büyük bölümüne sahip olan Suudi Arabistan, Mekke ve Medine gibi kutsal bölgelere ev sahipliği yapması sebebiyle de dünya jeopolitiğinde ve İslam dünyasında önemli bir ülkedir. Doğusunda Basra Körfezi, batısında Kızıldeniz bulunan Suudi Arabistan, Akabe Körfezi ve Afrika Boynuzu’ndaki stratejik konumu nedeniyle de küresel güç mücadelesinde hatırı sayılır bir aktör hâline gelmiştir.
Suudi Arabistan, köklü bir tarihî geçmişe sahip olmamasına rağmen -Soğuk Savaş ve Arap isyanları sürecinde görüldüğü üzere- doğrudan veya dolaylı dahli sebebiyle birçok savaşta aktif bir şekilde yer almış ve bölgesel düzenin şekillenmesinde önemli roller üstlenmiş bir ülkedir. Ülke, nüfus ve coğrafi büyüklüğü ile de Körfez hinterlandında doğal bir etki alanı oluşturmaktadır.
Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapması, Arap dünyasında olduğu kadar İslam dünyasında da saygınlığını ve prestijini arttıran bir faktördür. Bu ayrıcalıklı konumu sebebiyle de başta Arap ülkeleriyle olmak üzere birçok bölgesel sorunda arabulucu rolü oynamıştır. Suudi Arabistan’ın sahip olduğu finansal imkânlar ve üstlendiği İslam dininin müdafisi rolü hem ülke içinde hem de ülke dışında -Güneydoğu Asya’dan Balkanlara, Kafkaslardan Afrika içlerine kadar- jeopolitik manevra alanını genişletmektedir. Suudi Arabistan çeşitli vekil örgütler sayesinde de etkili bir statükocu dış politika izlemektedir. Sünni dünyadaki farklı dinî hareketleri destekleyerek, İran karşıtı Sünni ve Arap toplumların liderliğini üstlenmeye çalışan Suudi Arabistan, bugün başta Yemen olmak üzere Katar, Libya ve Suriye gibi bölgesel krizlerin devam ettiği ülkelerde önemli bir aktör olarak öne çıkmaktadır.
2015 yılından itibaren ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda dinamik bir reform ve değişim sürecine giren Suudi Arabistan, Arap isyanları sonucu bölgede oluşan yeni şartlar ve özellikle de 2015’te Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın (MbS) iktidara yükselişiyle iddialı bir modernleşme programı da yürütmeye başlamıştır. Ciddi bir değişim içinde olan Suudi Krallık, kurulduğu günden bu yana en esaslı ve köklü değişimini yaşamaktadır. Muhammed bin Selman, haleflerinden farklı olarak hızlı ve zahmetli bir modernleşme ve uluslaşma programı başlatmıştır. Suudi devlet yapısının yeniden kurgulandığı bu süreçte krallık, çetin ve sarsıntılı bir sınavdan geçmektedir.
Suudi Arabistan da diğer Körfez monarşileri gibi, Arap Baharı olaylarından bir hayli etkilenmiştir. Her ne kadar ülkede doğrudan bir rejim değişimi talebi veya kitlesel protesto gösterileri yaşanmamış olsa da bölgedeki değişim, Suudi toplumunun ve bölgesel statükonun değişme ihtimali, krallık açısından kırmızı çizgi olmuştur. Arap Baharı gelişmeleri ışığında Suudi yönetiminin toplumu ve siyaseti etkileyen bazı kararlar aldığı ve gelecekle ilgili yeni projeksiyonlarını hayata geçirdiği gözlemlenmektedir. Arap Baharı’nın getirdiği değişim baskısı, Suudi Arabistan’da kültürel, dinî ve toplumsal birçok reformun hızlandırılmasına sebep olmuştur. Kapalı bir toplum yapısına sahip ülkede, dogmatik ezberlerle enforme edilmiş bir davranış sistemi içinde, hızlı ve iyi bir planlama yapılmadan gerçekleştirilen reformlar, toplum ve aydınlar tarafından ciddi olarak tartışılmaktadır.
Dört bölüm olarak kaleme alınan bu raporda birinci bölümde Suudi Arabistan’la ilgili genel bilgiler verilerek ülkenin kuruluşuna ve tarihî gelişimine odaklanılacaktır. İkinci bölümde Suudi Arabistan’ın siyasi, toplumsal, ekonomik ve güvenlik verileri incelenecektir. Çalışmanın ana hedefini oluşturan 2010 ve sonrası Suudi Arabistan’daki dönüşümün ve reformların analizi ise üçüncü bölümde yapılacaktır. Son olarak Suudi Arabistan’ın yeni dış politika arayışları ve Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin geleceği konuları ele alınacaktır.
Raporda olaylar, kısa tasvirî bilgilerin yanında analitik bir şekilde aktarılarak sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde analiz edilmeye çalışılmıştır. Suudi Arabistan’ın geçmekte olduğu süreci tarihî veriler ışığında değerlendirmek ve ülkeyle ilgili açıklayıcı bilgiler vermek amacıyla da çalışmanın kapsamı geniş tutulmuştur.
Ülke Bilgileri
Suudi Arabistan Krallığı (El-Memleketu’l Arabiyetü’s-Suudiye), toplam 2.149.690 kilometrekarelik geniş bir coğrafi alan üzerinde yer almaktadır. Ülke nüfusu 34 milyonu geçmiş durumdadır.[1] Ülkenin ismi tarihî veya coğrafi bir mevki belirtmekten ziyade, Suudi ailesinin egemenliğini işaret eden siyasi bir tanımdır.
23 Eylül 1932 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Suudi Arabistan Krallığı; Irak, Kuveyt, Ürdün, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Yemen ile kara sınırına sahiptir.[2] Ülke topraklarının %95’i çöl ve yarı çöllerden oluşmaktadır, tarıma elverişli alan yalnızca %3 civarındadır. Suudi Arabistan’ın resmî dili Arapçadır ancak İngilizce de eğitim ve iş çevrelerinde yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Başında kralın bulunduğu mutlak monarşi ile yönetilen ülkenin başkenti Riyad’dır.
Ülke nüfusunun çoğunluğu köken olarak bedevi olmakla birlikte, bugün nüfusun %95’i yerleşik bir hayat sürmektedir. Etnik olarak ise nüfusun %90’ı Arap, %10’u Afrika ve Asyalıdır. Ülkedeki Arap nüfusun %90’ı Vehhabi, %10’u Şii’dir; ancak ülkede resmî olarak İslam’dan başka bir dine veya İslam içi diğer mezhep ve dinî akımlara izin verilmemektedir.
Körfez’in diğer ülkelerinde olduğu gibi Suudi Arabistan’da da çok sayıda göçmen işçi vardır. Ülke nüfusunun %30’unu (6 milyon) oluşturan göçmenlerin büyük bir bölümü uzun yıllardır Suudi Arabistan’da ikamet etmelerine rağmen hiçbir siyasi ve medeni hakları tanınmamaktadır. Ülkede ayrıca teknik personel ve uzman olarak çalışan önemli sayıda Avrupalı ve Amerikalı kalifiye işçi de bulunmaktadır.
Suudi Arabistan toplam 13 idari bölgeden oluşmaktadır ve her bölge kraliyet ailesinden bir emir tarafından yönetilmektedir.[3] Suudi Arabistan’ın modern idari organizasyonu bu şekilde tanzim edilmiş olmakla birlikte, bugünkü Suudi devleti dört geleneksel bölgeden oluşmaktadır: Hicaz, Asir, Necid ve Ahsa. Bunlar arasında Hicaz, Müslümanların kutsal toprakları Mekke ve Medine’nin yanı sıra ticaret merkezi olarak öne çıkan liman kenti Cidde’yi içine almaktadır. Asir ise, Hicaz’ın güneyi ile Necran’ı içine alan bölgedir. Suudi ailesinin ana yurdu olan Necid ülkenin ortasında yer almaktadır, başkent Riyad da bu bölgededir. Ekonominin can damarını oluşturan ve petrol üretim alanlarını kapsayan Ahsa bölgesi ise ülkenin doğusundadır. Karışık bir toplumsal yapı arz eden ve Basra Körfezi boyunca uzanan Ahsa, Suudi Arabistan’ın en stratejik bölgesidir.
Ülkenin kara sınırları ve deniz kıta sahanlığı günümüze kadar netleşmiş değildir. Yemen, BAE, Kuveyt ve Irak’la olan kara sınırı ihtilafları devam eden Suudi Arabistan, bu sorunlarını ikili anlaşmalarla çözmeye çalışmıştır; ancak çevre ülkelerle arasında hukuki sınırlandırma (delimitation) anlaşması olmadığından, günümüzde hâlâ birçok sınır meselesi sıcaklığını korumaktadır. Örneğin İbni Suud’un 1920’lerde Asir Emirliği’ni bölgenin yerel yöneticileri olan İdrisilerden ilhak etmesinden bu yana Yemen’le Suudi Arabistan arasındaki sınır sorunu sürmektedir. Her çeşit tahıl, meyve ve sebze üretiminin yapılabildiği bu bölge[4] aynı zamanda Kızıldeniz kıyısında stratejik bir konuma sahiptir. Benzer şekilde, Kızıldeniz’deki bazı adaların aidiyeti ile ilgili anlaşmazlıklar da çözülebilmiş değildir. 1919 yılında, İbni Suud’un Kuveyt’i topraklarına katmak istemesinden bu yana iki ülke arasındaki sınır ihtilafı devam etmektedir. 1995 yılında Karuh ve Ummu’l Muradem adaları ile ilgili genel bir anlaşma yapılmış olsa da 5.700 kilometrekarelik “tarafsız bölge” ve bölgedeki petrol rezervlerinin kullanımı hakkındaki ihtilaflar çözülebilmiş değildir. Aynı şekilde, Irak ile yaşanan tarafsız bölge ihtilafı, 1981’de yasal olarak çözülse de nihai bir sınırlandırma anlaşması hâlâ yapılamamıştır.
Suudi Arabistan’ın kara sınırları yanı sıra deniz sınırları konusunda da sorunlar bulunmaktadır. Özellikle Basra Körfezi’ndeki deniz sınırı konusunda İran’la yaşanan anlaşmazlık, birçok cephede kendini göstermektedir. Kızıldeniz’deki sınırlar meselesi de Haziran 2014’te darbe ile Mısır’ın başına geçen Abdulfettah es-Sisi dönemine kadar iki ülke arasında önemli bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Mısır ile 2016 yılında Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a geçmesini öngören Kızıldeniz Sınır Anlaşması imzalanmış olsa da Sisi muhalifi birçok çevrenin karşı çıktığı bu anlaşma, farklı bir iktidar döneminde yeniden tartışmaya açılacak görünmektedir.
Ülke Tarihi
Bugünkü Suudi Arabistan Devleti’nin tarihi birbiriyle uyumlu üç aşamalı bir süreçtir: Birinci Suudi Devleti (Diriye Emirliği, 1744-1818), İkinci Suudi Devleti (Necid Emirliği, 1824-1891) ve mevcut üçüncü Suudi Arabistan Krallığı (Suudi Krallığı, 1932- ).
Muhammed bin Suud liderliğinde Riyad yakınlarındaki Diriye kasabasında yaşayan ve kendi hâlinde bir aile olan Suud ailesi, 1744 yılında bölgeye yerleşen Muhammed bin Abdulvehhab’ın dinî fikirlerinden etkilenmiştir. Aile Abdulvehhab’la yakınlaşarak onun düşüncelerini hem desteklemiş hem de öğretisinden faydalanarak siyasi nüfuzunu çevre aşiretlerde genişletmek için bir fırsat yakalamıştır. Nitekim oluşan bu siyasi ve dinî ittifak[5] daha zayıf bedevi kabilelere yönelik belirgin bir üstünlük sağlamaya başlayınca, dönemin diğer gelişmelerinin de etkisiyle bölgede yarı özerk bir yapı oluşmuştur. Bu yıllarda Osmanlı Devleti’nin merkezî kontrolünü kaybetmeye başlaması ve Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi gibi gelişmeler de Payitaht’ın Arap Yarımadası’ndaki gücünü sarsmıştır.
Vehhabi hareketinin Osmanlı Devleti’ne karşı isyanları dinen caiz gören tutumu, Suudi ailesine aradığı meşruiyet kaynağını verdiğinden, kısa süre içinde siyasi ve askerî nüfuzunu genişleten aile, Osmanlı Devleti’nin Irak ve Suriye vilayetleri sınırlarına kadar genişlemiştir. “Dini asli hüviyetine döndürme” bahanesiyle yaptıkları yıkımlar ve 1802 yılında Mekke’yi tehdit edecek düzeyde güçlenmeleri, Osmanlı’yı daha sert önlemler almaya sevk etmiştir. Bölgedeki isyanı bastırmakla görevlendirilen Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, birkaç ay süren kuşatmanın ardından Suudilerin merkezi Diriye’ye girip Suudi birliklerini dağıtmayı başarmış ve Suud ailesinin 75 yıla yaklaşan bölgesel hâkimiyeti 1818 yılında sona erdirilerek bölgede yeniden Osmanlı gücü tesis edilmiştir.[6]
Suud ailesinin etkinliği sona erdirilmiş olsa da Mehmed Ali Paşa’ya bağlı Mısır birliklerinin bölgedeki kötü muameleleri, toplumda ciddi bir hoşnutsuzluk oluşturmuştur. Bu durumu iyi değerlendiren Suudiler, 1824 yılında ikinci bir hamle yaparak Necid bölgesinden itibaren küçük bir çevrede kendi özerkliklerini yeniden ilan etmiştir.[7] Fazla uzun ömürlü olmayan bu ikinci devlet girişimi, 1891 yılında Osmanlı’nın da desteklediği büyük aşiretlerden Reşidilerle yapılan Muleyda Savaşı sonrasında büyük bir darbe almıştır. Akabinde çıkan aile içi rekabet ve çekişmelerden sonra da Necid Emirliği dağılmıştır.
Suudi Arabistan Krallığı
Arabistan Yarımadası’nın Osmanlı denetiminde olduğu dönemde İngilizlerle temas kurarak para ve silah yardımı alan Abdülaziz İbni Suud, bazı yerel kabilelerle güçlü bir silahlı kuvvet oluşturup 1902 yılında Reşidilerin kontrolündeki Riyad Kalesi’ni ele geçirmiştir. Bu tarih, yerel kitaplarda Suudi Arabistan Krallığı’nın kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. II. Abdülhamid, Suud-İngiliz ittifakına karşı İbnü’r-Reşid’i desteklemiş ancak Reşidiler başarılı olamamıştır.[8]
Kendisine bağlı bedevileri yerleşik hayata geçirmeden kalıcı bir devlet kuramayacağının farkında olan Abdülaziz İbni Suud, bunun için Riyad’ın kuzeyinde suyu olan Artaviye’den başlayarak çölde 150’den fazla yerde hecer/hicre denilen yerleşim alanları oluşturmuştur. Kabileler hâlinde iskân ettiği bedevileri bir taraftan ziraata ve yerleşik hayata alıştırmaya çalışan Abdülaziz İbni Suud, bir taraftan da onlara Vehhabi akidesini öğretmenin yollarını aramıştır. İhvan (kardeş) adı verilen bu yerleşimciler daha sonra Abdülaziz’in askerî gücünü oluşturmuştur. Çöllerde devlet geleneğinden uzakta yaşayan bedevileri devlete itaate alıştırmak için her kabileye ait yerleşim bölgesine bir emir, şer’i hâkim, beytülmal memuru, iki kâtip ve bir posta memuru tayin edilmiştir. Bu proje Suudi Arabistan’ın kuruluşuna giden yolda atılan en önemli adım olmuştur.[9]
1979 yılında Cüheyman el-Uteybi’nin Kâbe baskını, Suudi devleti ve toplumunun içinde bulunduğu dönüşümün en açık göstergelerinden biri olmuştur.
Bedevi kabilelerden oluşan İhvan gücü sayesinde genişleyerek 1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar faaliyetlerini orta Arabistan’la sınırlı tutan İbni Suud, önce doğudaki Ahsa bölgesinde kontrolünü pekiştirmiş, ardından 1924’e kadar diğer bölgelerdeki Asir, Ceuf, Mekke ve Medine’nin kontrolünü sağlamıştır.[10] İngilizlerin gözetiminde yapılan anlaşmalarla 1926 yılına kadar ülkenin Irak, Ürdün ve Kuveyt sınırları belirlenmiş, 1934’teki Taif Anlaşması’yla Necran ve Cizan bölgeleri de Suud topraklarına katılmıştır.[11] 1927 yılından itibaren iki ayrı birim olarak yönetilen Hicaz ve Necid, 23 Eylül 1932 tarihinde yayımlanan bir kararnameyle Suudi Arabistan Krallığı adı altında birleştirilerek bugünkü yönetim kurulmuştur.
1932 yılından 1953 yılında vefat edinceye kadar ülkeyi yöneten Kral Abdülaziz İbni Suud’un çok sayıda yabancı siyasi ve askerî danışmanı olmuştur. Amacı Suudi Arabistan’ı dışarıda bağımsız bir ülke yapmak olan Kral Abdülaziz, 2. Dünya Savaşı esnasında tarafsızlığını ilan etmiş ve akabinde de Arap Birliği Örgütü’ne üye olmuştur. Ülkedeki muhafazakâr kesimin siyonizmi hedef alan ateşli söylemlerine karşın Kral Abdülaziz, Filistin meselesinde İsrail’e karşı Arap dünyasında girişilen savaşlara dâhil olmamıştır.
Vehhabi doktrinine katı bir şekilde bağlı olan İbni Suud’un askerî gücü İhvan ile merkezî Suud yönetimi arasında, ideolojik ve dinî sebeplerle çıkan anlaşmazlıklar bir süre sonra tarafları karşı karşıya getirmiştir. Özetle İhvan’ın öfkeli bedevileri, merkezî otoritenin kurmaya çalıştığı modern Suudi Arabistan anlayışına ayak uyduramamıştır. 1930 yılında İbni Suud kendisine sadık müttefiklerle Riyad’ın 260 kilometre kuzeybatısında İhvan’la çarpışarak galip gelmiştir. Ne var ki İhvan’ın ideolojik ve toplumsal etkileri, 1979 yılındaki Kâbe baskınında da görüldüğü üzere, günümüze kadar devam etmiştir.
Suudi Arabistan’ın kuruluşunda motor gücü Vehhabi ideolojinin oluşturduğu kabul edilse de esasında İbni Suud’un İngilizlerle dengeleri gözetmesi, hanedanın varlığı için hayati rol oynamıştır. İbni Suud ayrıca dinî politikaları da ustaca uygulayarak kendisine siyasi bir meşruiyet kazandırmıştır. Riyad’da basit bir hükümet mekanizması kurulmuş, radyo ve mekanize ulaşım ve uçak gibi temel enstrümanlar temin edilmiştir. Ülkenin yönetim kadroları ise, diğer Arap ülkelerinden getirtilen bürokratlar ve Suudi ailesi üyelerinden oluşturulmuştur.[12]
Kral Abdülaziz’in 109 oğlu olduğu ve iktidarı boyunca özellikle rakip kabile ve aşiretlerle dostluk kurmak için stratejik evlilikler yaptığı bilinmektedir. Bugün Suudi hanedanında 7.000 civarında prens olduğu tahmin edilmektedir.
Kral Abdülaziz’in akrabalık politikası, aile şeceresinin büyük olması gibi unsurlar, aile içinde klanların oluşmasına yine de engel olamamıştır. Hanedan ailesinde özellikle Kral Fahd ve Kral Selman gibi etkili isimlerin üye olduğu ve Sudayri yedilisi olarak bilinen grup hep ön plana çıkmıştır. Nihayetinde Suudi ailesi ülkeyi, aile üyelerinden oluşan bir aile konseyinin/meclisinin kararları ile yönetmektedir.
Petrolün Rolü
Çöl ortasında kurulu olan Suudi Arabistan’ın kaderini değiştiren olay petrolün bulunmasıdır. O zamana kadar en önemli gelir kaynağı hac ziyaretleri olan ülke, 1933 yılında Amerikalılar tarafından yapılan aramalarda petrolün bulunmasıyla zenginliğin kapısını aralamıştır. İlk olarak ABD ile anlaşıp Casoc (California Arabian Standard Oil Company) adlı şirket kurulmuştur. 1938 yılında üretimin başlamasıyla da ülkenin gelirleri hızla yükselmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında, korunma karşılığı olarak ABD’ye kendi topraklarında askerî üs kurması için izni veren Riyad yönetimi, o yıllarda giderek artan petrol üretimini kontrol için yine ABD ile birlikte bu kez Aramco’yu (Arabian American Oil Company) kurmuştur. Suudi ailesinin Aramco’daki payı 1973’te %25 iken, 1974’te %60 ve 1980’de bölgedeki millileştirme hareketlerinin de etkisiyle %100’e yükselmiştir.[13]
Petrolün keşfi yaşam tarzını hızla değiştirmiş; ülkenin ulaşım, iletişim, teknoloji ve yeniliklere kolaylıkla erişimine imkân sağlamıştır. Aramco’nun Suudi Arabistan-ABD ilişkileri üzerindeki etkinliği bir yana, Suudi Arabistan’ın ekonomik, sosyal ve eğitim programlarının hayata geçirilmesi konularında da çok büyük etkisi olmuştur.
Abdülaziz İbni Suud’un 1953’te ölümünden sonra devletin başına geçen oğulları sırasıyla; Suud (1953-1964), Faysal (1964-1975), Halid (1975-1982), Fahd (1982-2005), Abdullah (2005-2015) ve hâlen krallık görevini yürüten Selman’dır (2015-).
Suud bin Abdülaziz yılları daha çok altyapı inşaatları ile geçerken, ABD ile ilişkiler de derinleşmeye başlamıştır. Faysal bin Abdülaziz yıllarında ise iç istikrar pekiştirilmiş, dış politikada oldukça hareketli bir sürece girilmiştir. Arap-İsrail savaşları ve petrol ambargoları, komünizmle mücadele, Yemen krizi, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) kurulması ve Arap sosyalizmine karşı mücadele, bu dönemde öne çıkan başlıklar olmuştur. Bu yıllarda Ortadoğu’da “İslam dayanışması” konseptine vurgu yapan Faysal, Filistin için yaptığı cihat çağrısıyla da popüler olmuştur. Kral Faysal döneminde petrolün dış politika aracı ve siyasi bir silah olarak kullanılması, petrol üreticisi aktörlerin daha ciddiye alınması sonucunu getirmiştir.[14] 1973’te uygulanan petrol ambargosuyla da petrol ihraç eden ülkelerden oluşan OPEC’in uluslararası bir güç kazanması sağlanmıştır. Bu durumda Batılı ülkeler, ekonomi-politik yapılarının doğal kaynaklara bağımlı ve kırılgan özelliğini fark edip, Ortadoğu politikalarında daha da yönlendirici ve belirleyici bir yaklaşım benimsemeye başlamıştır.[15] Bu gelişmeler Arap Yarımadası’nın Arap dünyası içindeki yerini iki farklı biçimde değiştirmiştir. Öncelikle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri yöneticileri, servetlerini Arap dünyasında daha büyük bir nüfuz edinmek için kullanmış ve bu dönemde yoksul ülkelere büyük ölçekli yardımlar yapmışlardır. Ayrıca bu ülkelerin hızla gelişen ekonomileri ve toplum yapıları, diğer Arap ülkelerinden çok sayıda göçmen işçiyi cezbetmeye başlamıştır.[16]
Petrol krizi sebebiyle fiyatların üç katına çıkması, Suudi Arabistan’a hem ekonomik olarak büyük kaynak sağlamış hem de Arap dünyasındaki siyasi liderliğini güçlendirmiştir. Ne var ki bu süreçte oluşan çeşitli dış tehditler nedeniyle ülkenin savunma harcamaları artmış, ordunun modernleştirilip güçlendirilmesi çok daha fazla önem kazanmıştır. Böylece Riyad yönetimi, petrolden kazandığı paraları, Batılı silah şirketlerinden silah alarak ve Batılı bankalara yatırarak bir anlamda geri kazandırmıştır.
Kral Faysal’ın 1975 yılında yeğeni tarafından sarayda öldürülmesinden sonra ülkede Halid bin Abdülaziz dönemi (1975-1982) başlamıştır. Ortadoğu’da çok önemli olayların yaşandığı bu tarih aralığında, Kral Halid aktif bir siyasetçi profili sergilememiştir. Bu nedenle 1975’te başlayan Lübnan iç savaşı, 1979’da Mısır-İsrail arasındaki Camp David Anlaşması, 1979’daki Afganistan işgali ve 1980’deki İran-Irak Savaşı gibi birçok hayati gelişmede ülke siyasetini Veliaht Prens Fahd belirlemiştir. 1982 yılında Halid’in ölümüyle kral olan Fahd, bundan sonra yönetimdeki tüm ipleri eline almıştır.
23 yıl boyunca iktidarda kalan Fahd, kardeşler arasında en uzun süre tahtta oturan isim olmuştur. 1980 ve 1990’lı yıllarda, dış gelişmeler kadar iç gelişmeler de Suudi Krallığı’nın ciddi bir dönüşümün eşiğinde olduğunu göstermektedir. 1979 yılında Cüheyman el-Uteybi’nin Kâbe baskını, Suudi devleti ve toplumunun içinde bulunduğu dönüşümün en açık göstergelerinden biri olmuştur. Kâbe baskınına karşı düzenlenen operasyona yabancı özel kuvvetlerin katılması, Suudi toplumunda önemli tartışmaları beraberinde getirmiş, hem krala hem de hanedan ailesine karşı kutsal toprakları koruyamadıkları için alttan alta eleştiriler yükselmiştir. Aynı dönemde İran’da yaşanan devrimin ardından Suudi Arabistan’ın doğu bölgelerindeki Şiilerin muhalefeti ve isyanları patlak vermiştir. Bu dönemde, Hicaz Hizbullahı isimli grup dâhil Şiilerden oluşan birçok silahlı ve sivil muhalif yapı ortaya çıkmış ancak bunların tümü sert bir biçimde bastırılmıştır.
Kral Fahd döneminin en çarpıcı olaylarından biri 1990 yılında yaşanmıştır. Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD Körfez’e askerî müdahalede bulunmuş ve bu süreçte yaklaşık 500.000 Amerikan askeri Suudi topraklarında yerleştirilmiştir. Savaşın masraflarının önemli bir bölümünün karşılanması yanı sıra binlerce yabancı askerin ülkeye girişine izin verilmesi, toplumda ciddi bir rahatsızlık yaratmış ve Suudi hanedanı Sahve (Uyanış) ulemasının sert muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bu krizlerin en önemli sonuçlarından biri ise, Suudi Arabistan’ın ABD’ye askerî bağımlılığının daha da arttırması olmuştur. Krallık ayrıca iç ve dış risklere karşı Batı’dan gelecek desteğe ilaveten İran’a karşı denge arayışları kapsamında bölgesel iş birliğini güçlendirmek adına 1981 yılında beş Körfez ülkesiyle birlikte Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) kurulmasına öncülük etmiştir.[17]
Kral Fahd döneminde Suudi Arabistan tıpkı Faysal döneminde olduğu gibi kalkınmada da önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Bu süreçte petrol fiyatların yükselmesiyle birlikte ülkedeki refah seviyesi bir hayli artmıştır. Ülkede bu dönemde başta altyapı olmak üzere silahlı kuvvetler, sağlık ve eğitim yatırımları yanı sıra yurt dışı yardımları da artarak devam etmiştir. Ülkeye hac ve umre için gelenlere yönelik yapılan çalışmalara ilaveten ülke dışında da “Suudi-Vehhabi” düşünceyi yaymak adına cami inşasından kitap dağıtımına kadar birçok faaliyet gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar için de yıllık 27 milyar doları bulan harcamalar yapılmıştır.[18]
Fahd’ın 2005 yılında ölümü ardından yerine Veliaht Prens Abdullah (2005-2015) geçmiştir.[19] Kral Abdullah, iktidarda bulunduğu süre içerisinde ülkenin iç ve dış siyasetinde önemli reformların gerçekleşmesine öncülük etmiştir. Yerel seçimlerin yapılması kararı alınması, kurumsallaşmaya önem verilmesi, ülkedeki Şii azınlık konusunda bazı iyileştirmelerin yapılması, Şura Meclisi’nde kadınlara temsil hakkı tanınması, ticaret odalarına kadınların seçilmesi, yerel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, son zamanlarda çokça eleştirilen dinî polislerin yetkilerinin sınırlandırılması ve bazı muhaliflerin serbest bırakılması, ülke içindeki reformlardan en dikkat çekenleridir.[20]
Kral Abdullah’ın veliaht prens olduğu dönemde ülke dinamiklerini derinden etkileyen bazı dış gelişmeler yaşanmıştır. Bunlardan en dikkat çekenlerinden biri de 2001 yılında, modern tarihin en çarpıcı olaylarından biri olan 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren eylemcilerinden 15’inin Suudi Arabistan vatandaşı olmasıdır. Bu durum, Suudi hanedan ailesini ve Suudi kamuoyunu şaşkına çevirmiştir. Saldırılar sonrası, ABD Başkanı Bush’a üzüntü ve taziye mesajı gönderen Veliaht Prens Abdullah, “terörizmle küresel savaşında” iş birliği teklif etmiştir. ABD’nin 2003 Irak işgali de yine Abdullah döneminin önemli gelişmeleri arasındadır. İşgalin ardından Irak’ta iç savaşın şiddetlenmesi, ülkede İran ve Şii silahlı grupların artan rolü, Suudi Arabistan için yeni ama daha endişe verici bir dönemin başlangıcı olmuştur. Krallık, o tarihten itibaren İran ile mücadele konusunda sıcak çatışmalar dâhil birçok riski göze almıştır. Örneğin, 2011 yılında başlayan Arap Baharı süreciyle birlikte, bölgedeki statükonun korunması adına otoriter rejimlere yakın duran Suud yönetimi, sıcak olayların yaşandığı Mısır, Suriye, Yemen, Libya ve Bahreyn’deki reform taleplerini kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak algılamış ve olayların kendi topraklarına sıçramasından derin endişe duymuştur. Böyle bir gelişmeye meydan vermemek adına da başta Mısır, Suriye ve Yemen olmak üzere, Arap ülkelerinde statükonun korunması için büyük uğraş vermeye başlamıştır.
2015’in Ocak ayında vefat eden Kral Abdullah’ın ardından hanedan içi Biat Heyeti’nin kararı ile Selman bin Abdülaziz el-Suud (23.01.2015) yeni kral seçilmiştir. Göreve geldiğinde 79 yaşında olan kral, daha önce önemli vazifeler ifa etmiş ve uzun dönem Riyad valisi olarak görev yapmıştır. Kraliyet ailesi içindeki reformcu kanattan olan Selman, geleneksel ulema tarafından eleştirilse de modernleşme konusunda pek çok adım atmış, Türkiye ile yakınlaşma başlatmış, Suriye ve Yemen konusunda siyaset değişimi sinyalleri vermiş ve hepsinden önemlisi de İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketi ile diyalog yolunu açmıştır; ancak bu adımlar çok uzun soluklu olmamış ve Suudi Krallık radikal bir şekilde iç ve dış politikasında değişikliğe gitmiştir. Bu noktada, yaşanan siyaset değişiminde ve ülke içi dengelerde yeni Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın rolü olduğu söylense de aslında Suudi siyasetinin temel çizgisini hiçbir zaman değiştirmediğini ifade etmek gerekmektedir.
İç gelişmeler bağlamda Kral Selman’ın belki de en çarpıcı icraatı, Veliaht Prens Muhammed bin Nayif’i görevden alarak, yerine 1985 doğumlu oğlu Muhammed bin Selman’ı ataması olmuştur. Kral bu hamlesiyle binlerce prensin, farklı çıkar gruplarının ve farklı akrabalık dayanışmalarının bulunduğu Suudi hanedanında, böylesi bir değişikliği bizzat hayatta iken yapmak istemiştir. Selman’ın bu kararının şüphesiz ülke içinde ciddi yankıları olmuştur. Karar başta hanedan içi muhalefet olmak üzere Batı eğitimi alan çevrelerin ve Sahve ulemasının sert muhalefetiyle karşılaşmıştır. Veliaht Prens Selman’ın icraatları toplumda bölünmeler ortaya çıkarırken, geleneksel ulema ile farklı hanedan üyelerinin yönetime eleştirileri de artmıştır.
Din-Devlet İlişkileri
Suudi Arabistan, din ve devletin başarılı bir ittifakı sonucu kurulmuştur dense yanlış olmaz. Din âlimleri ile yerel emirler (ulema ve umera) arasında sağlanan uzlaşma, Suudi Arabistan toprakları içinde dinî ve geleneksel âdetlerin tatbik edilmesi yolunu açarken, karşılığında da ulema, toplumu yönetmek için Suudi ailesine meşruiyet sağlamıştır. Ne var ki son yıllarda, Suudi toplumundaki modernleşme sürecinin hızlanması ile bu uzlaşmanın çimentosu olan dinamikler, bu kez gerilimin sebebi olmaya başlamıştır. Suudi hanedanı dinî kaynaklı muhalefete karşı mücadelesinde her zaman galip gelmiş olsa da ulemanın endişelerini gidermek için genellikle politikalarını esnetmek zorunda kalmıştır.[21] Böylece devlet çıkarlarına uygun olmak ve Suudi hanedanlığını meşrulaştırmak şartıyla Vehhabi İslam anlayışı; toplumsal ahlaki kod, birleştirici faktör ve ideolojik motivasyon kaynağı olmayı sürdürmüştür.[22]
Süreç içerisinde, Suudi Arabistan’daki ulema ile umera arasındaki güç dengesinin ulema aleyhine değiştiği; ulemanın etkisinin ve gücünün kademeli olarak zayıflatıldığı gözlenmektedir. Suudi devletinin bürokratik bir yapılaşma içine girmesiyle ulema da dinî alandaki bürokratik görevlerde bulunmaya başlamıştır. Eğitim, yargı ve özellikle İslam’ın yayılması konusunda devletle koordineli bir şekilde hareket eden din adamları da kendi bürokratik sistemlerini kurmuştur. Ulema tarafından yürütülen Heyet-u Emri bi’l Maruf ve Nehy-i An’il Münker, Dairatu’l-Buhuth el-İslamiya, el-İftah ve el-Da’wa el-İrşad gibi makamların idaresinde -her ne kadar ulemanın bir özerkliği söz konusu olsa da- son sözü söyleyen her zaman kral olmuştur. Böylelikle de ulemanın görevi devlet tarafından belirlenip sınırlandırılmaya başlanmıştır. 1950’li yıllarla birlikte ulema resmî olarak devletin ücretli memur kadrosu arasına dâhil edilmiştir. Kral, inananların imamı ve lideri kabul edilmiştir. Ulemanın ileri gelenlerinin ise sadece dinî meseleler üzerinde söz sahibi olmasına ve siyasetin dışında kalmasına karar verilmiştir. Bu durum, umera ile hubera ya da teknokratlar arasındaki dengelerin değişmesine de yol açmıştır.[23
Din âlimleri ile yerel emirler arasında sağlanan uzlaşma, Suudi Arabistan toprakları içinde dinî ve geleneksel âdetlerin tatbik edilmesi yolunu açarken, karşılığında da ulema, toplumu yönetmek için Suudi ailesine meşruiyet sağlamıştır.
1970’li yıllarda Kral Faysal ulemanın devlete karşı statüsünü daha da netleştirmiş ve günümüze kadar devam eden dengeleri oluşturmuştur. Faysal 1971 yılında Müftü Abdülaziz bin Baz liderliğinde daha çok hükümet tarafından gönderilen konular hakkında fetvalar çıkaran Âlimler Meclisi’nin (Meclisu Heyetu’l Kibaru’l Ulema) kurulmasına da öncülük etmiştir. Kralın atamasıyla belirlenen meclis üyeliği, oldukça prestijli bir makamdır. Ülkede bir de yine kral tarafından seçilen ve dört üyeden oluşan İfta Kurumu (Daru’l-İfta) bulunmaktadır. Abdülaziz bin Baz, Âlimler Meclisi ve İfta Kurumu’nun başına getirilen ilk müftüdür. İnşa ettiği bu organlarla devletleşme sürecini tamamlayıp dini devletin merkezî otoritesine bağlı hâle getiren Kral Faysal’ın bu yeni yapılanmasından merkez dışındaki kuvvetlerin hepsinin memnun olduğunu söylemek pek de mümkün değildir.[24]
Nitekim Kral Faysal, her ne kadar din alanını devlet kontrolüne alsa da bu dönemde yapılan sosyal, ekonomik ve kültürel değişimler çok ciddi bir dinî muhalefetle karşılaşmıştır. Örneğin, 1963 yılında ülkeye televizyonun getirilmesi, dindar muhalefeti tetiklemiş ve devletin televizyon binasına saldırılar düzenlenmiştir. Bu tür muhalif girişimlerin en önemlisi ve kanlısı, 1979 yılında yaşanan Kâbe baskınıdır. Cüheyman el-Uteybi liderliğinde bir grup, Kâbe’yi işgal etmiştir. İşgalciler kanlı bir operasyonla etkisiz hâle getirilmiş olsa da bu olay mevcut rejimin uygulamalarına karşı en ciddi başkaldırı olarak tarihe geçmiştir.
1990 yılında ABD’nin Irak’a karşı başlattığı Çöl Fırtınası Operasyonu’nda Suudi yöneticilerin de aktif bir şekilde yer alması, ülkede din-siyaset ilişkileri bakımından etkileri günümüze kadar süren önemli bir dönüm noktası olmuştur. ABD askerlerinin Suudi topraklarında konuşlanması ve Irak gibi Müslüman bir topluma yönelik askerî operasyonlarını buradan koordine etmeleri, ülke içindeki İslami muhalefetin olduğu kadar Irak sınırındaki kabilelerin de tepkisini çekmiştir. Bu süreçte Başmüftü bin Baz’ın fetvasına karşı çıkan genç ulema temsilcilerinden Selman el-Avdeh ve Sefer el-Havali gibi birçok din adamı gözaltına alınmış ya da ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır. Sahve uleması olarak da bilinen bu grubun, Hicaz gibi çok daha kozmopolit bir bölgeden değil de bizzat Suudi ailesinin neşet ettiği ve Vehhabiliğin kalbi olan Necidli âlim ekolünden gelmesi ise, Suudi hanedan açısından kaygı verici olmuştur. İlerleyen günlerde hükümet Sahve yanlısı memurları işten çıkartarak ofislerini kapatmış ve birçok aktvisti tutuklamıştır. Bureyde Olayı olarak tarihe geçen bu hadiselerden sonra yüzlerce kişinin gözaltına alındığı bilinmektedir.[25]
Bu şiddetli baskılamalar sonucunda, Sahve hareketinin hem etkisi azalmış hem de grup üyeleri arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bazı grup üyeleri şiddetli muhalefeti tercih ederken bazıları daha ılımlı bir tavır benimsemiştir; harekete mensup bazı kişiler de yurt dışına kaçmıştır. Sahve’nin ülkede Batı tipi birçok sosyal ve kültürel reforma itiraz etmesi, kadınlarla ilgili düzenlemelere karşı çıkması, spor ve müzik gibi etkinliklerin önünde durması, aslında hanedanın insan haklarına yönelik ihlaller konusunda kendisini sürekli eleştiren Batı karşısında işini kolaylaştıran bir rol oynamıştır.
Öte yandan Sahve ulemasının başlattığı bu hareket, ülkede dinî olduğu kadar, hanedan içi çekişmenin de merkezinde görünmektedir. Sahve uleması, Prens Abdullah’a yönelik yumuşak bir dil kullanırken, özellikle Kral Fahd’ın Sudayri kardeşlerini hedef almıştır. Sahve, Sudayri kardeşlerin Prens Abdullah’ın tahta geçmesini engellediğini dahi iddia etmiştir.