Kültürün Batı dillerinde olduğu gibi Türkçede de çok anlamlı ve ihtilaflı kelimelerden biri olması, haliyle kültüralizm kavramı için de aynısını geçerli kılıyor. Dahası, kültüralizm kavramına temel olan kültürün, insan faaliyetlerinin en incelikli biçimleri anlamında değil de ortaklaşa yaşam formu, toplumsal öznellik anlamında kullanıldığını belirtmek, anlamı hakkındaki ihtilafları gidermeye yetmiyor. Çünkü kültür bu anlamıyla, yani Gökalp’in tabiriyle “bir kavmin vicdanında yaşayan kıymet hükümleri” şeklinde düşünüldüğünde; kültüralizmi de bir çeşit kültürcülük, hatta muhafazakârlık biçimi olarak görmek gayet mantıklı görünüyor. Oysa materyalizm maddiyatçılık demek olmadığı gibi kültüralizm de kültürcülük, kültür savunusu demek değildir. Teknik anlamda kültüralizm, yaşama dair meseleleri düşünürken kültüre bir eksen bilgi olarak yaslanmak, kültürün yörüngesinden uzaklaşmadan iş görmek, bilhassa toplumsal ayrımlara dair hemen her şeyi kültüre indirgemektir. Kültürü, “toplumu çözümlemenin ve dönüştürmenin altyapısı olarak”¹ görmektir. Buna ilaveten kültüralizmde olgu ve değer, kültür kelimesi içinde birleştirilir, aynılaştırılır. Çünkü kültüralizmde kültür, bir sosyal ontoloji olarak vardır: Bir toplum tipi olarak kültür.

Türkiye’de kültüralizme yönelik egemen sol eleştiri, kültüralizmin gerçek toplumsal eşitsizlikleri gölgeleyen, bu yüzden de dezavantajlılık gibi sorunları ekonomi-politik üzerinden değil kültür üzerinden tanımlayan kullanımlarına haklı olarak yüklenmekte. Kültüralizm, yine haklı olarak kültürel ayrımlarla sınıfsal eşitsizliği denkleştirmenin siyasi rantına konan sağ, popülist söyleme yönelik eleştirinin de odağında olagelmiştir. Gerçekten de sağcı ve yaygın biçimiyle kültüralizm, Türk tipi “kültürel materyalizm”dir. Diğer yandan kültüralizmin kültürcülükle uyumlu hatta özdeş bir biçimi de vardır; ama baskın, hatta asıl özelliği indirgemeciliğidir. Eagleton’ın ifadesiyle “kültüralizm, tüm yiğit postmodernistlerin vampir görmüşçesine haçlarına sarılmalarına yol açan biyolojizm ya da ekonomizm denli bir indirgemecilik biçimidir.”² Türkiye’de ise kültüralizmin bir indirgemecilik olamayacağı, çünkü sosyal ayrımların -Batı’dan farklı olarak- ekonomi-politik olmaktan çok kültürel bir mahiyet taşıdığı; dahası kültürel bir bellum omnium (herkesin herkesle savaşı) yaşandığı gibi tespitlere dayanarak, özellikle sosyo-politik muharebe sahasının topografyasının ancak kültürel haritanın kılavuzluğu ile anlaşılabileceği düşüncesi yaygındır. Bu yüzden olsa gerek Kemalist projenin de -kültürü hem bir sorun hem de çözüm kaynağı olarak görmesi bakımından- tıpkı muhafazakârlarınki kadar kültüralist olduğu haklı olarak dile getirilmektedir. Dolayısıyla kültüralizmi Alman deneyimindekine benzer şekilde bir tür gecikmiş modernlik, zayıf tarihsellik sorunu ve de semptomu olarak ele alma tutumu -eksik olmakla birlikte- çok da hatalı değildir.
Üç Dönem
Bir tutumu kültüralist yapan asıl özelliğin Eagleton’ın altını çizdiği indirgemecilik olduğunu belirtmek yeterli olmasa gerek. Zira indirgemeye konu olan kültürün ne olduğu ve bu kültürle nasıl ilişki kurulduğu meselesi de önemlidir. Çünkü ister politik ister sosyal bilimsel sahada kültürün hangi anlamda ele alındığı konusu, kültüralizme nasıl bakacağımızı birinci derecede belirler. Bu bakımdan birbirini takip eden ve kültürün esas motif olduğu, dolayısıyla her biriyle ilişkili kültüralizm biçimlerinin söz konusu olduğu; aralarında esaslı farklılıklar arz eden üç dönemin ve ilişkili gündemin bilinmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Birinci aşamada ve kullanımda, yani sosyal ve beşerî bilimlerin klasik evresinin uluslaşma süreci ile at başı gittiği zamanlarda kültür, daha çok ulusal kimliğin, ulusal bütünün -kültürel- rezervuarı anlamında düşünülüyordu. Hem muhafazakârların hem de Kemalistlerin kültüralist oluşunun ana nedeni budur. Mesela 1920’lerin en geniş katılımlı yayınlarından Dergâh dergisine bakıldığında, burada yazan ve birbirinden tamamen farklı kimliğe ve görüşe sahip olan aydınların çoğunda kültüralizmi teşhis edebilirsiniz. Bu yüzden olsa gerek birçok toplumda kültüralizm ile muhafazakârlık sadece bu dönemde değil, modernleşmenin/uluslaşmanın sürgit devam ettiği günümüze kadar pek ayrışmamıştır.
İkinci olarak 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren ise, özellikle eleştirel teorinin etkisiyle kültür bir uygarlık krizinin yaşandığı saha olarak görülmeye başlandı ve de radikal politik ve felsefi eleştirinin konusu olageldi. Nazizm ve faşizm sadece ekonomik ve politik bir krizin sonucu olan birer sapma olarak değil; aynı zamanda iletişimsel, sembolik ve varoluşsal sahada yaşanan bir kültürel kriz şeklinde ele alınmaya başlandı: Kulturkritik.
Üçüncü ve güncelliğini koruyan bir hat olan, 20’nci yüzyılın son çeyreğindeki İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolü öncülüğüyle başlayan anlayışta ise kültür, bambaşka bir gündemle ele alınmaktadır. Eleştirel teoriden farklı olarak kültür, artık iktidarın olduğu kadar direncin de kaynağı olarak görülmekteydi. Başta işçi sınıfı olmak üzere bütün dezavantajlı grupların durumlarını açıklarken kültürü, alt sınıfların sadece maruz bırakıldıkları değil, aynı zamanda kendilerinin ürettiği yaşamsal bir öğe/yaşam biçimi olarak görme eğilimi güç kazandı. Yani buna göre, evet, her şey sınıfsaldı, ama sınıf son tahlilde kültürel de bir olguydu: “Kültüre-l dönüş” (cultural turn). Kısacası kültür konusu, sırasıyla önce kurucu/muhafazakâr, akabinde eleştirel ve sonra açıklayıcı/betimsel güzergâhlardan bir şeyler edinerek ve giderek çeşitlenerek günümüz entelektüel dünyasına yüklü bir bagajla taşınmıştır. Bizim için önemli olan, i) her üç gündeme dayalı haliyle de kültüralizmin mümkün oluşu ve ii) Türkiye’nin entelektüel ve politik dünyasında bunlarla ilişkili kültüralizm versiyonlarının bazen açık, bazen örtük biçimleriyle mevcudiyetidir.
Birinci durumdaki, yani kültüre toplumsal öznellik, kolektif temsiller alanı olarak bakan kültürcü/muhafazakâr tutum açık bir kültüralizmdir. Ama sosyal sorunlara bilhassa eleştirel perspektiften bakarken kültüre saplanıp kalan ve kültürün tahriki ile çalışan düşüncede de kültüralizm teşhis edilebilir. Birincisinden farklı olarak böyle bir durumda eleştirilenin başkasının kültürü olması, kültüralizme (kültürel indirgemeciliğe) mâni bir durum değildir. Aynı şekilde kültürün biri için çözüm, diğeri için sorun kaynağı olması da kültüralizme mâni değildir. Hatta eleştirel bir pozisyondan bakmadığınız durumda dahi, sosyal olan her şeyi kültüre dayandırmak (olguyla değeri eşitlemek) sizi kültüralist yapabilir. Burada kültür, gerçekliğin kendisine indirgendiği bir değişken ya da olgu olmanın ötesinde bir obsesyon meselesi olabilmekte. Bir başka durum kültürel doğruculuk demeyi tercih ettiğim tutumdur ki en çok da otoriter dönemlerde yapılamayan siyasal eleştiriyi, zamane sloganlardan birine, “asıl siyasal olan kültürdür” gerekçesine dayanarak yapma halidir: Arka bahçe sosyolojisi olarak kültür. Fark edilebileceği gibi birinci tip kültüralizmden farklı olarak diğerlerinde kültüralizm çoğu kez örtük, zımni olarak söz konusudur. Sol kültüralizmde bakacağımız biçim bunlarla ilişkilidir. Ancak yine de kültürü toplumsal öznellik meselesi olarak görmeleri bakımından muhafazakârlarınkiyle benzeşirler. Buna ilave olarak kültüralizmin sağ ve sol versiyonlarında (birinin açık diğerinin örtük olması dışında) birbirine çok benzeyen bir zihinsel mizaç vardır ve pekâlâ aralarında bir homolojiden³ bahsedilebilir. Birbirlerinin “lazımı ve melzumu”durlar. Dolayısıyla eleştirel bakılan kültürün “başkasınınki” olduğu da epey su götürür. Bu sebeple Türkiye’de neyin kültüralizm olduğuna ancak kültüralist bir yolla açıklama getirilebilir diyesim var. Çünkü kültüralizmin -indirgemeci oluşu dışında- akültürel/evrensel bir resminin sunulabileceğini düşünmüyorum. En azından bu yazıda ele alacağımız sol kültüralizmin bizim hars’a has bir konu olduğunu belirtmeliyim.
“Kutuplaştırıcı” Söylem
Türkiye’de genellikle kültür var olma biçimleri şeklinde algılandığından, başkası bize oradan yürüdüğünde tepkimizi çeken bir şey. Bu yüzden kültüre, kimliğe ya da yaşam biçimine dayalı sosyolojik çözümlemede, bunu yapan farkında olmasa bile bir sembolik şiddet her zaman vardır. Kültüralizm, belirtik olmadığı durumlarda bile “kutuplaştırıcı” bir söylemden kendini kurtaramaz. Dolayısıyla sosyal ayrımların sınıf temelli mi kültür temelli mi olduğu meselesinden önce, grup ve grup kimliği konu(m) olarak daha önceliklidir. Sözgelimi Türkiye’nin kültür savaşı meselesinde, savaşan kültürlerden ziyade savaşanların kültürüdür aslında söz konusu olan. Bu tip bir savaşta kimlik kültürün, kültür de grubun avatarıdır, o kadar. Somut insani bir yüzleşmeden kaçınıldığı her durumda parçası olunan grup ya da ağ, öteki belledikleriyle suretleri ve avatarlarıyla cedelleşir. Örneğin Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi⁴ adlı kitabında muhayyel, insansız, hatta ideal bir solun karşısına rakip sağ gruptan gerçek, dolayısıyla kusurlu kişi-lik-ler çıkarıldığını okuruz. Evini, dolayısıyla ayağının bastığı yeri reddeden evrensel solcularımızdan tek bir isim bile yoktur kitapta. Dahası “ev” olarak tasvir edilen şeyin “ülke”, “memleket” olarak alınması da çok sorunlu. Çünkü -retoriğin tersine- sağcı, milliyetçi insanlar da memleket, ülke kavramıyla hep kavgalı olagelmiştir. Gereken durumlarda reddedilmesi feraset ve cesaret gerektiren “ev”, ait olunan ve sürekli karşı tarafla yanlı şekilde karşılaştırılan sosyal ağ olarak “yuva”dan başkası değildir. Oysa hayranlıkla ve adeta tek nefeste okuduğum Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri’nin muharriri, Sol: Evin Reddi’nde dünya ile yuva arasındadır.
Grup Dinamiği
Soldaki bu ve benzeri tutumun bizim sınırlarımızı aşan, hayli Batılı biçimleri de yok değil tabii. Pierre Bourdieu, Entelektüel Kibir adlı yazısında, “Bana kalırsa Marksizm bir tür Kartezyen felsefeyi devam ettirmiştir: Bir tarafta bilinç sahibi fail -yani âlim, eğitimli kişi- var, öte tarafta bilince ulaşamayan diğerleri”⁵ derken, Zerdüşt’te Nietzsche’nin “Onlar gururlanacakları bir şeye sahiptir, buna ne ad veriyorlardı: Kültür. Bu onları keçi çobanlarından üstün kılıyormuş”⁶ sözündeki kinayeyi teorize eder gibidir. P. Anderson da Batı Marksizmi’ni anlatırken -A. Gramsci’yi hariç tutarak- benzer bir Kartezyen yarılmadan bahseder: Fazlaca teoriye ve entelektüel faaliyete gömülü; pratikten, yaşamdan uzak, entelektüel yalnızlık. Ancak sol kültüralizmi bu alıntılarda gösterilen türden entelektüel kibir ya da yalıtılmışlık benzeri özelliklerle ilişkilendirerek açıklamayı tercih etmiyorum. Hele hele solun Türk toplumuna, kültürüne ve değerlerine yabancılığı şeklinde dile getirilen muhafazakâr eleştiriyi kategorik olarak hatalı buluyorum. Çünkü radikal dönüşüm hedefleyen bir programın/grubun egemen değerlerle uyumluluğu ya da yakınlığı bir kazanımdan ziyade bir kusur da olabilir. Ayrıca yeterince Sartre’larımız olsaydı o zaman değil kibir, A. Soljenistin’in egokrasi dediği türden bir rejimin yurttaşı olmaya bile gönüllü olabilirdik. Bizim hars’a has demem odur ki, buralardaki haliyle toplumsal öznellik olarak kültüralizm -tersine- cemaatçi kodlara derinden bağlı bir toplumda normal görüleceği üzere bir grup dinamiği biçiminde vardır. Bu tutumlardan biri İngilizcedeki in group bias denilen durumdur: Bir topluluk içinde, ait olunan grubu diğerleri karşısında kayırma tutumu. (Bu noktada, insanın parçası olduğu grubu diğerlerinden üstün görme biçimlerinin tümünün sağcılık olduğu gerçeğinin es geçildiği istisnai bir ülke olduğumuzu da not etmek gerek.) Kültüralizmin bir grup asabiyesi şeklinde var olabileceğini iddia etmek, hele hele kültüralizme son derece eleştirel bakan sol ile bunu ilişkilendirmek hatalı gelebilir. Ancak Keynes’in, teoriye karşı olan bilim insanlarının tutumunu onların başka bir teorinin etkisinde kalmış olmalarıyla izah edişindeki gibi, solun kültüralizme alerjisinde de kültür-politik bir arka planın varlığı öne sürülebilir.
Sol kültüralizmin aldığı biçimlerden birini insan ve toplum bilimleri alanında görmek mümkün. Bir sosyal gruptan, hatta bütün bir toplumdan bir insandan bahseder gibi bahsetmek, kültüralizmde teşhis ettiğimiz olgu ve değeri bütünlemek alışkanlığının tezahürlerinden biridir. Üstelik bir sosyal kesimi kişilikleştirmenin bedelinin insan ve toplum bilimlerini insansızlaştırma sonucunu vermekte olması pahasına. Diğer yandan böyle bir bilimde açıklanması gerekenin (muhafazakâr kesim, geleneksel toplumlar), açıklayıcı olarak kullanıldığına da sıkça tanık oluyoruz. Örneğin: muhafazakârlık kültüralizmle açıklandığında mantıksal olarak beliren, “Kültüralist kimdir o halde?” sorusunun cevabı, “Kültüralist, muhafazakâr olandır” olabilmekte. Bir grup insanın kültüralist oluşunu onların kültürüyle açıklamak, bir “performatif çelişki”dir aynı zamanda. Bu yüzden dünyalı haliyle kültürel çalışmalar ekolü, kültürden -tözsel anlamıyla değil- “kültürel pratikler” olarak bahseder. Yani yeme-içme, yaşam biçimi, günlük hayat, modalar, ikili ilişkiler, dil, iletişim, rutin karşılaşmalar, sembolik unsurlar, ortak kabuller gibi. Tüm bunlar birer sosyal pratik ve eylem olarak anlamlı görülür ve değerlendirilir. Dolayısıyla kişinin ne olduğu değil ne yaptığı ve kendisine ne yapıldığıdır önemli ve bahse konu olan.
Türkiye’de sol kültüralizm -sağı takip edercesine- genelde kültürden kimliği, kimlikten de kişinin ne olduğunu anlar ve bütün çıkarımlar kişinin/grubun neliği argümanlaştırılarak dillendirilir. İdeoloji konusunda bile böyledir: İdeoloji literatürüne en büyük katkıyı sunan soldaki baskın ve solu sol yapan anlayış, “insan ideolojisini seçmez, ideoloji insan seçer”e benzer bir şeklinde özetlenebilir. Çünkü ideoloji dahi kültür gibi pratik bir meselesidir ve pratikten neşvünema bulur öncelikle. Soldaki eşitlikçilik prensibi bile buralarda başka işler: Bir grubu kültürü ile tanımlamak, çoğu kez kültürel ötekileri de -tek kategoride- “eşitleyen” bir noktaya varır hep⁷: Out group homogeneity bias. (Grubun dışında kalanların farklılık göstermeyen, homojen bir insan topluluğu olduğunu varsayan kalıp yargılardan biri.)
Sosyoloji ve Din
Türkiye’de sosyal bilimlerde yapılagelen soyutluk düzeyi yüksek genellemeler, “sosyal bilim zorunlu olarak kategorileştirir” gerekçesine dayandırılmamalı. Yaşamları hakkında konuştuğumuz her üç kişiden birine haksızlık yapmamak için sosyal bilimlerce kullanılan yöntem ve etik prosedürler kâfi derecede gelişmiştir. Bu bilimsel ve etik müktesebatın zayıf kaldığı her durumda -hem sağda hem solda- bilhassa sosyolojinin kültür üzerine ürettikleri sosyolojiden, hatta siyaset biliminden çok bir tür siyaset felsefesi olagelmiştir. Özellikle dindar insanların kültürle olan ilişkisi üzerine yapılan çoğu sosyal bilimsel çalışmalarda insanlar genellikle bir parti ya da cemaat ile eşleştirilmeksizin (eşitlenmeksizin); onların pratiklerine, benliklerine, gündelik hayatlarına ve operasyonel kodlarına dayalı olarak yapılan bilimsel çözümleme yok denecek kadar azdır. Batılı kültürel çalışmalar ekolü, alt sınıfların dezavantajlı durumlarını hem sosyal hem de sosyal bilimsel bir sorun olarak ele alırken, onların kültürünü bir direnç kaynağı ve bir üretim alanı olarak da önemser. Türkiye’de ise alt sınıfların dinle olan yakınlığına ve sosyal iktidarının siyasala dönüşen, siyaseti tahkim eden biçimlerine imkân sağlayan yönüne odaklanılması, direnç kaynaklarının hep gözden kaçırılması yanında; bu sıradan insanlara, sahip oldukları kültürün siyaseten iktidar olması yüzünden muktedir muamelesi yapılmasına neden oldu hep. Misal -çoğunlukla haklı olarak- solda neoliberalizm, çevre sorunlarından ırkçılığa kadar çoğu melanetin sebebi olarak gösterilir. Ama neoliberalizmi dinsel militanlığın sebebi olarak gösteren Charles Taylor’un A Brief History of Neoliberalizm gibi çalışmalarından farklı olarak bizde dindar militanlık, neoliberalizmin sonucu değil, genelde suç ortağı olarak yer bulur.
Sağ ve sol kültüralizmin zihinsel mizaç benzerliği, aynı olguya (dine) ters taraftan yaklaşmaları yüzünden fark edilmesi zor bir durumdur. Çünkü muhafazakâr aydın ve siyasilerin çoğu eskiden taktiksel, şimdilerde ise sanırım biraz alışkanlıktan, biraz da mahcubiyetten “din” diyemedikleri yerde “kültür” kavramını kullanmayı tercih ediyorlar. (Örneğin ideolojik bir eğitimin dayatıldığı iddiasıyla eleştirilen 110 sayfalık Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Program Ortak Metni içerisinde “din” ve “İslam” kelimeleri bir kere bile geçmiyor. Buna karşın sayısız kere -aslında dini işaret eden- “kültür”, “değer” kelimeleri görünmekte.) Solda ise genellikle muhafazakârların İslam’dan ya da genel olarak gelenekten -bunlarla ilişkili olsa da- ayrı kültürel pratiklere sahip olduğu pek düşünülmediği için, kültür denecek yerde çoğunlukla din denmekte. Garip olan şu ki, din söz konusu olduğunda kültüralist söylemin örtük olanı daha çok muhafazakârlarda, açık olanı ise solcularda görülmektedir.
Kültürel İktidar
Sol kültüralizmin izini sürebileceğimiz güncel mevzulardan biri de kültürel iktidar tartışmasıdır. Tartışma Erdoğan’ın “İktidar olduk ama kültürel iktidar olamadık” benzeri bir açıklamasının sol muhalefet tarafından satın alınıp (“bakın biz değil, o diyor”) işlenmesi ile başladı ve gelişti. Ama kimse solun kültürel muktedirliği sahiplenmesinin Cumhurbaşkanı’nın açıklamasının ardından gelmiş olmasını bir “takdir ve tensipleriyle atanma” işi olarak görmek istemedi tabii. İşin şakası bir yana, liberal filozof Friedrich A. Hayek de “Entelektüel dünyada hâkim olan grubun sosyalist entelektüeller olduğunu belirtir. Hayek bunun nedenini, kapsamlı toplumsal değişim hedeflemeyen yetenekli insanların entelektüel hayat dışında da parlak kariyer fırsatına sahip olması, ama bundan farklı olarak radikal dönüşüm isteyen solcu yeteneklerin entelektüel hayat dışında pek fazla alternatiflerinin olmaması ile açıklar.”⁸ Nitekim Bourdieu’ye göre de yüksek “kültürel üretim alanında kazananın kaybettiği bir oyun vardır (…) ekonomik mantığın tam tersi işler (…) iktidar ilkesi tersine işler”.⁹ Sağın kültürle ilişkisinin ‘zayıflığına’ rağmen iktidar oluşunu bunlarla açıklamak mümkündür. Zaten Karl Deutsch’a göre de iktidar bir şey öğrenmemeyi göze alma yetisidir.
Asıl ilginç olan -iyi bir söylem analizi yapılsa görülecektir ki- Türkiye’de sağ grupların karşı tarafa oranla entelektüel ve kültürel bakımından daha “düşük profilli” olduğu varsayımını bir ürüne dönüştürerek siyaset yapanların bilhassa sağ siyasetçiler olmasıdır. Bu siyasal strateji, her zaman seçmenle temsilcileri arasında ifade edilmeden anlaşılarak icra edilen (danışıklı) bir oyun olagelmiştir. Çünkü hem temsilcileri hem de sağ seçmen açısından bu “düşük profilli” oluş söyleminin doğruluğu değil, geçerli oluşu önemlidir. Geçerliliği sağlayan şey ise, sağ siyaset ehlinin karşı taraftaki siyasal kültüralizmin muarız söylem ve tutumunu kendi siyasetlerinin yakıtı olarak ustalıkla kullanmayı biliyor olmalarıdır. Mesela, “kültürel iktidar” gibi bir mansiyon statüyü karşı tarafa teslim etmenin onlar açısından bariz iki avantajı vardır: Birincisi, elde mağduriyet ve dezavantajlılık namına kalan tek şeyin kültür alanı olmasını fırsat bilerek; siyasi önderliğin kültürel, ahlaki ve manevi bir önderlikle de bütünleşmesini istemek. Bununla ilişkili olarak ikincisi, kültür alanında yapılacak bütün eylem, girişim ve yatırımlarda daha fazla politik ve ekonomik kayırmacılığa haklı bir gerekçe oluşturabilmek. Buna sosyal tabanla temsilcileri arasında var olan -yine Bourdieucü anlamda- bir muvazaalı ilişki gözüyle bakılabilir: Siyasal seçkinler ile beraber taban da -karşı taraftaki örtük kültüralizmin kendi işlerine gelen yanlarını iyi sezebildiklerinden- kültürel madunluğun avantajlarının kendilerince ifade edilmeyen ama bilinen anlamlarının getirilerine taliptirler: “Rasyonel cehalet”. Bu noktada insan, eğer A. Gramsci, M. Bakhtin, M. de Certeau, J. Fisk gibi isimlerin odağındaki toplum biz olsaydık ya da onlar aramızda yaşamış olsalardı; tüm bu olan biteni nasıl okurlardı diye düşünmeden edemiyor. Benim bir kestirimim var ama bu kısa yazı için uzunca bir mevzu. Sadece şunu belirteyim: Konu Türkiye’de kültür ve iktidar olduğunda yazarlarımızın repertuvarındaki “taktik”, “hegemonya”, “strateji”, “dil oyunları”, “yaratıcı yıkım”, “karnavalesk” gibi kavramlar yoluyla birçok şeyin onlar tarafından “ters çevrilip ayakları üstüne oturtulduğunu”, zihnimizdeki bazı menteşelerin yerinden oynadığını görebilirdik.
“Takdis Mercii
Birçok solcu entelektüelin kültürel iktidar konusunda ilgilendiği şey bunlar değil, kültür alanında -ve yine Bourdieu’nin kelimeleriyle söylersek- “takdis mercii” olma statüsüdür. Takdis mercileri, sınırlı üretim alanında (yüksek kültür alanı) tabiri caizse suyun başını tutan, neyin değerli neyin değersiz olduğunu belirleyen, alan üzerinde hâkimiyeti olan gruba karşılık gelir. Ancak grup, bu statüsünü ve işlevini tek başına gerçekleştiremez: Bir kültüralizm biçiminin kamusal hâkimiyeti ve işlerliği, diğer bir kültüralizmin takdisi değilse bile tasdiki ile ancak geçerli olabilir. Yani solun kendini takdis edişinin sağ tarafından tasdiklenmesi, yukarıda her iki kültüralizm biçimi için “birbirlerinin lazımı ve melzumu” dememizin bir diğer sebebidir. Kısacası, solun kültürel iktidar gibi, iktidar istencinin kültürlü bir biçimi bile olamayacak, saf iktidar için hemencecik hasmına terk edilmeye hazır (sağın geçmişinde bunun örneği çoktur) bir payeden hoşnutluğunun esprisi biraz da bunlardır.
İşin özeti, sol kültüralizmi kendi namına kusurlu kılan şey kültüralist oluşu değildir, kültüralizminin örtük oluşu ile birlikte işlevlerinin de örtük oluşu yüzünden, sağ siyaseti dinç ve her daim kazançlı kılan faktörlerden biri olmasıdır. Açık ve kamusal rekabete dayalı bir kültüre dönüş (cultural turn) üzerine kurulu bir kültüralizmde sol için kazanç da olabilir oysa. Kültürel çalışmalar ekolünün yeniden ve yeniden keşfettiği, bu işin mahir laborantlarından Antonio Gramsci’ye bir de bu gözle bakmak gerek. Şöyle ki, Tanıl Bora kültüralizmi, “Toplumu çözümlemenin ve dönüştürmenin altyapısı olarak” tanımladığında, okurların çoğunun aklına muhtemelen Ziya Gökalp, Sait Halim Paşa, İsmail Hakkı Tonguç gibi isimler gelmiştir; ama ben bu tanımlamanın Gramscian bir kültüralizmi de tarif ettiğini, dahası bunun sol için hassaten izlenmesi gereken bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Gramsci, her toplumsal sınıfta gerçekliğin doğrudan gözlemlenmesine dayalı bir ‘sağduyu çekirdeği’ bulunduğundan bahseder. Bunu egemen iktidarın boyunduruğu altındaki sınıfların değişebilir pozisyonlarını gösterebilmek için söyler”.¹⁰ Gramsci’nin kültürel repertuarı hiç de tarihsel materyalizme uymaz, ama maskesiz bir kültüralist projenin rehberi olabilir. Gramsci’nin odağındaki kültürel alan, elbette Türk sağının “halkın feraseti”, “Anadolu irfanı” diyerek köpürttüğü ideolojik öbek değilse de, mutlaka yakalanması gereken halk kültürünün ve dilinin zembereğidir. Tamamen kültüralist olan böyle bir proje ile tüm kültür-politik konumların sabitelerini anlamak ve de aşmak mümkün olabilir. Zamanında bir yandan mezkûr dilin lehçesine, hissiyatına hâkim olan, ama aynı zamanda siyasi rekabeti asla bunları araçsallaştırmadan, hatta ağzına almaksızın yapan ve bu sayede hızla yükselen solcu siyasiler de olmadı değil. Ayrıca 2024 yerel seçim sonuçlarını okumanın bu biçimi de fena olmaz. Bu ayrı ve uzun bir konu, sadece şunu söyleyeyim: CHP’nin hem sol hem de Türkiye’nin birinci partisi olmaya en yakın olduğu nokta ile, kendi kültüralizmine en fazla mesafe koyduğu anın kesişmesi üzerinde düşünürken de bu perspektife ihtiyaç var.
Son bir düşünülesi durum şudur: Sorunları kültürle, kültürü dinle tanımladığımızda; iktidardaki seküler kadro genişledikçe (sonradan dünyevileşenleri değil, hep öyle oldukları bilindiği halde siyasal merkezdeki sayıları ve görünürlükleri artanları kastediyorum. Ayrıca toplumdaki sekülerleşme anlatısı bolluğuna karşın iktidar öbeğindeki benzer değişimin görülmemesi, dinden tahrik olmayan kompleksiz seküler zihnin azlığı yüzündendir) Türkiye’nin sekülerlerinin ve bu arada solun işinin daha da zorlaşması, asıl sorunun dindar ya da İslamcı bir toplumsal hegemonya falan olmadığını gösterir. Dolayısıyla toplumdaki “antropolojik kültür”ün hegemonyasına karşı solun kültürel iktidarının yetersiz kalışı tezi, -en azından artık- “öğretmenin imama yenilmesi” kadar geçerli/geçersiz bir kanıdan ibarettir. Eagleton “Günümüzde kültür, genellikle kültüralizm olarak bilinen katıksız bir ideolojiden başka bir şey değildir”¹¹ sözünde haklıysa; bugün olan şey, herhangi bir kültürün diğerleri üzerindeki hegemonyası değil, tüm biçimleriyle kültüralizmin ortak yaşam kültürümüz üzerindeki hegemonyasıdır.
__
¹Tanıl Bora (2024), “Kültüralizm, Popülizm ve Kültürel İktidar”, Toplumsal Yapı: Türkiye’de Eşitsizlik, Tahakküm, Değişim, Der. Cem Özatalay, İletişim Yayınları, s. 564.
²Terry Eagleton (2020), Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev. M. Küçük, Ayrıntı Yayınları, s. 92.
³Homoloji: Biyolojide ortak bir evrimsel atadan gelmelerine dayanan farklı organizma türlerinin yapısının, fizyolojisinin veya gelişiminin benzerliği.
⁴Tuncay Birkan (2020), Sol: Evin Reddi, Metis Yayınları, İstanbul.
⁵Pierre Bourdieu (2019), “Entelektüel Kibir”, https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-entelektuel-kibir/5271.
⁶Friedrich Nietzsche (2012), Böyle Buyurdu Zerdüşt, İz Yayıncılık, s.12.
⁷Tabii bu ve devamındaki tespitlerimin, geniş bir literatür üzerine yapılacak iyi bir nitel içerik analiziyle desteklenmeye muhtaç gözlemlere dayalı olduğunu itiraf etmeliyim. Bu gereklilikleri karşılayacak bir çalışma, ancak oldukça uzun bir araştırma makalesinin kaleme alınmasını gerektirirdi. Kültüralizm gibi en önemli kusuru soyutluk düzeyi yüksek genellemeler olan bir tutumu eleştirirken yapılan bu genellemeleri, bir çelişki değil de bir homoepati yöntemi olarak kabul edininiz. (Homeopati, tıpta bir hastalığı, başka bir hastalığın maddelerini bünyeye vererek bağışıklık oluşturmayı hedefleyen alternatif tedavi yöntemidir.)
⁸Hayek, F.A, The Intellectuals and Socialism, London, IEA, 1998, s. 20’den akt. Tanel Demirel (T. Demirel’in 17 Şubat 2024 tarihli Facebook paylaşımından alınmıştır).
⁹Pierre Bourdieu (2023), Kültür Üretimi: Sembolik Ürünler/Sembolik Sermaye, Çev. Sibel Yardımcı- Elçin Gen, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 34.
¹⁰Gramsci’den akt., Michel Bourse-Halime Yücel (2017), Kültürel Çalışmaları Anlamak, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 92.
¹¹https://e-komite.com/2024/kultur-nereden-cikti-terry-eagleton/ (“Kültür nereden çıktı?”, Terry Eagleton, e-komite, Nisan 28, 2024).
Kaynak: Farklı Bakış