15 Mart 2011´de bir avuç sivil eylemcinin dövizler hazırlayıp Şam´da protesto gösterisi yapmasının 8 yıldır devam eden bir iç savaşa yol açacağını hiç kimse hayal bile etmemişti. Dera´da kıvılcımlanan Şam´da alevlenen sonrasında İdlib, Hama, Humus ve Halep´e sıçrayan cuma namazı çıkışı düzenlenen barışçıl protesto gösterileri Esed rejiminin ağır silahlarla yaylım ateşine, sistematik işkence ve tecavüz politikasına 6 ay dayanabilmiş, Esed ordusunun tabanını oluşturan er, subay vs. düşük rütbelilerin ordudan kopmasıyla doğan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile olaylar silahlı çatışmaya dönüşmüştü. Esed rejiminin Rusya-İran-Hizbullah üçlüsünün açık desteği ile her dakika yükselttiği şiddet dalgası da ülkede hem iç göç hem dışarıya kaçış dalgasını üretti.
Dolayısıyla Suriyeli göçmen dalgalarının baş sorumlusunun asla unutulmaması gerekiyor. Çünkü bu nokta Türkiye´deki Suriyelilermeselesinin ahlakî/ilkesel boyutunu oluşturuyor.
49 yıldır askeri cuntanın sıkıyönetimi altında yaşayan; 8 yıldır da çok taraflı bir iç savaşın ortasında kalan, kadını yaşlısı çocuğuyla her ekonomik sınıftan milyonlarca sivil evlerine rastgele atılan varil bombalarından, evlerini topa tutan tanklardan, evlerini ne zaman kimin basacağı endişesinden, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak umuduyla önce Suriye içerisindeki görece daha güvenli başka şehirlere sonrasında ise Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün gibi komşu ülkelere sığındılar.
Türkiye, Şam rejiminin reform ve uzlaşı değil daha çok ve ağır şiddet ile baskılama, sindirme; sindiremezse imha etme politikasında "istikrarlı? olduğunu Davutoğlu´nun Beşşar Esed ile Şam´daki o meşhur 6-7 saatlik görüşmesiyle anlamış olması gerekiyordu. Herkesin gördüğü ama bürokrasinin görmek istemediği şey ise Suriye´den gelen sığınmacıların kalıcı oldukları gerçeğiydi.
Oysa sığınmacıların geri dönüşü için bırakın şartların oluşmasını, koşullar her geçen yıl daha da kötüleşiyordu. 2011´in sonuna doğru iç savaşa evrilen süreç 2013´e geldiğimizde IŞİD terörüyle daha da vahim bir hal almış, Esed tarafı ağır şiddetine devam ederken bir de buna IŞİD saldırıları eklenmişti. 2013´ten 2019´a geldiğimizde ise hem Esed-İran-Rusya-Hizbullah cephesiyle savaşan hem de IŞİD ile mücadele etmek zorunda kalan Suriyeli silahlı muhalif grupların gittikçe bölündüğünü ve bu parçalı yapıların da birbirleriyle çatıştıklarını gördük. Suriye manzarasında ABD himayesindeki PYD terörü de eklenince ülkede sivil yaşamın olanakları gittikçe daha da imkansız bir hal aldı.
Tabi göçü besleyen bu cehennem ortamı sürerken göç edilen yerlerde de yeni sosyolojik sorunlar ortaya çıkıyordu.
Ankara şayet akademisyenleri, gazetecileri, sivil toplum kuruluşlarında görev alanları dinleseydi sığınmacılar ile ilgili daha gerçekçi bir altyapı oluşturabilirdi. Ancak başından beri Suriyeli sığınmacılar sorunu geçici bir sorun olarak ele alındı ve bu bakış açısıyla AFAD gibi doğal afetler için kurulan yardım-kriz yönetimi kurumu aracılığıyla yürütüldü.
Türkiye´deki pek çok sorunda olduğu gibi bu problemde de Ankara demokratik bir zeminde bilirkişilerle konuyu tartışmak ve istişarelerle hareket etmek yerine günü birlik pansuman tedbirlerle sosyolojik gerilimi azar azar arttıdı.
Oysa konunun bir çok boyutu var;
- Ahlaki/İnsani boyut
- Sosyal uyum boyutu
- İç siyaset boyutu
- Uluslararası boyut
Girişte belirttiğim üzere katliam ve iç savaşın rutinleştiği bir bölgeden barışın olduğu başka bir bölgeye insanların göç etmesi bir insan hakkıdır. Sığınılan coğrafyadaki insanların sığınmacıları kabul etmesi ise ahlaki tutumdur. Sığınmacılar mevzuunda bu kırmızı çizgi olmalıdır ve tartışma dışı bırakılmalıdır. Bu çizgiyi çiğnemenin adı ise popülizm uğruna faşizmdir.
Sosyal uyum ise sığınmacıların geldikleri ülkenin kültürüne, iç işleyişine entegrasyonunu içerir. Türkiye´deki ana muhalefet odakları -istisnaları olsa da- entegrasyona katkı sağlayacak alternatifler önermek-üretmek yerine sosyal gerilimi beslemeyi ve bu gerilim üzerinden politik rant devşirmeyi tercih etmişlerdir. Bu da halk arasında ahlakdışı biçimde linç, genelleme, hedef gösterme vb. nefret söylemlerimini büyütmüştür. Ankara yönetimi ise entegrasyon projeleri konusunda sınıfta kalmıştır.
Bu yüzden de sosyolojik gerilimlerin ve onu prokove eden bazı muhalefet odaklarının ürettiği nefret söylemini engellemenin yolu olarak ondan çok da farklı olmayan güvenlikçi bir dil ve uygulama pratiği ortaya koymaktadır.
Peki neden Suriyelilerden nefret ediyorlar?
- Arap kimliğini uzak durulması gereken gerici bir imge olarak algılayan Türk ulusalcısı Beyaz Türkler
- Suriye´deki rejimin mezhep kimliğiyle akrabalık hisseden kimi Alevi gruplar
- Esed rejiminin Sosyalist Baas kimliğiyle akrabalık hisseden bir çok Marksist grup
- Esed rejimini kendi çıkarları gereği ayakta tutan ve bizzat iç savaşa müdahil olan İran rejimine itikadi olarak biat etmiş ya da biat etmese de Tahran rejimine Antiemperyalizm retoriği üzerinden sempati besleyten kimi "İslamcı" parti ve çevreler.
- Suriye´de muhalif gruplarla çatışan PKK/PYD´nin Türkiye´deki kolları; kimi Kürt milliyetçileri...
Bu 5 gruba mensup pek çok yazar, siyasetçi ve gazeteci de kamuoyunda 8 yıldır süren mücadeleyi kendi ideolojik perspektiflerinden yansıtarak sığınmacı karşıtlığını beslediler. Bir de buna aslında pek bir ilkesi bulunmayan, pragmatizmi, eyyamcılığı, günü birlik politikayı esas alan sağ-muhafazakar çevrelerin üstenciliğini de eklemek gerek. Elbette bahsini ettiğim bu kesimlerin içerisinde yer alıp da insan haklarını, uluslararası hukuku ve evrensel ahlak yasalarını gözeten adil olmaya çalışan istisnalar da mevcut.
Kaynak: independentturkish.com