Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
Türkiye Cumhûriyeti’nin kültür ve eğitim atağı sırasında kurulan Dil ve Târih- Coğrafya Fakültesi’nin son derecede mühim ve ciddî bir kazanım olduğunu düşünürüm. Modern zihniyetin başarı anahtarının en başat dişlerinden birisini âdeta simgeleyen bir fakültedir bu. Günümüzde maalesef gereken alâkayı görmüyor. Dil meselesinde , kabûl etmeliyiz ki Türkçemiz yerlerde sürünüyor. Yabancı dil işine gelince, herkesin yarım yamalak İngilizce sâhibi olduğu bir vasatta takılı kaldık. Târihçilik ise teknisyenlik ve popüler-turistik bir târihçilik sadedinde. Coğrafya kültürümüze gelince, google map artık hâkim. Turistik amaçlara hizmet ediyor; herşeyi somut olarak gösteriyor, ama aslında nokta atışlı çalışıyor, hiçbir soyutlama sağlamıyor, insanlara mekân şuuru kazandırmıyor.
Harita kültürümüz gerçekten de tuhaf. Yerküreyi ütüleyerek seyrettiyor bize. Dünyânın küresel bir şekli olduğunu unutturuyor. Bu ütülü haritalarda birbirinden uzaklaştığı zannı doğuran coğrafî mekânların bir yerlerde nasıl yakınlaştığını çok defâ göremiyoruz. Batı ve Doğu gibi kavramları zihnimizde mutlaklaştıran bir dizi yanılsamaya yol açan da bu. Yerküre bu ayırımları nihâî kertede boşa çıkarıyor. Batı ve Doğu kavramları aslında geçici ve göreceli olarak kullanılabilir. Yâni, bir yerin başka bir yerin Doğu veyâ Batı’sında yer aldığı söylenebilir. Ama bunlar mukayeseli değerlendirmelerdir. Bir yere göre Batı’da veyâ Doğu’da yer almak o yeri mutlak olarak Batılı; tersinden de Doğulu yapmaz. Doğu’ya yapılan bir seyahatin varacağı yer Batı’dan başkası değildir.
Ütülenmiş haritalar üzerinden birer kültürel, hattâ ideolojik statikler hâline getirilen ayırımların da toslayacağı duvar farklı değil. Batı Dünyâsını var eden değerler kümesinin kısm-ı âzâmının, Doğu zannedilen Çin’de karşımıza çıkması şaşırtıcı olmasa gerekir.
Meselâ ABD’nin yer aldığı coğrafyayı Doğu’ya doğru uzatırsanız, Doğu’nun en uzak merkezini oluşturduğu düşünülen Çin’e kadar gidersiniz. Hâlbuki Çin ve ABD Pasifik’de birbirine komşudur. Demek ki en uzak zannettiğimiz yerlerde aramalıyız yakınlaşmaları. Tersi de vârittir. En yakın olduğumuz yerlerde ortaya çıkar uzaklıklar.
Şahsen coğrafî statikleri mutlak olmayan, geçici güç temerküz süreçleri üzerinden değerlendirmeyi daha uygun bulurum. Elbette bunun bir dinamiği vardır. Veri bir temerküz, nihâyetinde bir dolaşım ve birikim sürecinin eseridir. Eğer bir Batı varsa bu ne Kadim Greko-Romenlik ne de onun ardından dizildiği düşünülen Hristiyanlık’la, Rönesans, Aydınlanma, ilh.. temellendirilebilir. Ne bilim ne de felsefedir o. Sos pastayı açıklamaz. Aslolan zenginliğin kendi donanımı ile Doğu Akdeniz’den başlayarak Kıt’a Avrupası ve oradan da denizaşırı bir yol izleyerek Atlantik’de yoğunlaşmasıdır. Oradan da evvelâ Japonya, daha sonra da Güney Kore, Tayvan’a vasıl olmuş ; nihâyeten de Çin’de somutlaşmıştır. O hâlde Japonya ve Çin “Doğu” değil, bizzat Batı’dır. Orijinâl seyri “Batı’ya” doğru gibi gözüken sermâyenin birikim süreçleri soluğu “Doğu’da” almasında şaşırtıcı hiçbir taraf yoktur. Çünkü onun birikim ve dolaşım süreçlerini ne Batı ne de Doğu karakterize edebilir.
Temel mesele, “birikim” süreçlerinin, bizzât kendisinin doğurduğu mâliyetlerle, en başta da “bölüşüm” süreçleriyle yaşadığı çelişkidir. İster mâlî ister kültürel olsun, mâliyetler yıpratıcıdır. Kaçınılmaz olarak bölüşümü, “yeniden bölüşüme” zorlar. Bu da birikimi, mâliyetlerini yeniden minimize edebileceği coğrafyalara doğru hareketlendirir, yeniden dolaşıma sokar ve başka bir merkezde temerküz ettirir. Yeniden dolaşım, yeniden bölüşümün fonksiyonudur. Batı olarak coğrafî ve kültürel bir statik konusu olan dünyâ, bu ağır mâliyetlerin altında kaldı. Atlantik, sermâye ve teknolojik donanımı Pasifik dünyâsına kaptırdı. Özünde maddî bir kayıptır bu. Atlantik dünyâsının elinde ağırlıklı olarak bölüşüm süreçlerinin “kazanımları” kaldı. Bunları hukuk ve demokrasi eksenli olarak târif ediyorlar. Birer yarı-ideolojik aygıt olarak yeni birikim merkezlerini mahkûm etmek için seferber ediyorlar. Bunun dargörüşlü bir bakış olduğunu söyleyebilirim. Yeniden bölüşüm gibi sermâyeyi ürküten âletlerdir bunlar. Maddî güçleri cezbetmez. Sermâye birikimi bir düzenleme olarak hukûku isteyebilir. Ama aynı hukuk, bir yeniden bölüşüm meselesine dönüştüğü zaman ise hukuksuz coğrafyalara, off-shore câzibe merkezlerine , yeniden bölüşümü kısan, bastıran demir yumruklu devletlerin hüküm sürdüğü coğrafyalara akmaktan geri durmaz..
Her yeni birikim sürecinin donanımı da , başta teknoloji olmak üzere değişiyor. Ama sâikler pek değişmiyor. Bugün sermâyenin coğrafî hareketlilikleri ve tercihleri artık bir kısıtlama konusu olmaktan çıktı. Yeni birikimler “lâmekân” bir mâhiyet kazanıyor. Bir gün, sermâyeyi Atlantik’de, Pasifik’de ararken karşımıza boşluk da çıkarsa şaşırmamak gerekir..