Kadim bir Anadolu deyişidir. Ağaç demiş ki baltaya: “Sen beni kesemezdin ama sapın benden. Ölen ben, öldüren benden.”
Uzun zamandır Modern Batı uygarlığı ve başta İngilizler olmak üzere onun siyasi aktörleri, önce Osmanlı’ya ve onun sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bu düsturu uygulamakta oldukça mahirdir. En son FETÖ, bunun bir örneği olarak kabul edilebilir. Hakikaten ortaya çıkan bu durum, oldukça düşündürücüdür. Burada önemli olan bu baltalara bu ağaçlardan, bu sapların nasıl bulunulabildiğidir.
Ahmet Emin Yalman, 2.Dünya Savaşı sırasında Nazilerden kaçıp İstanbul’a sığınan Alman-Musevi bilim adamlarından Prof. Andreas Schwarz’a, ayrılmadan önce Türkiye’de neler gördüğünü sorar. Schwarz şu cevabı verir: “Türk milleti bünyesinde esaslı ve korkunç bir hastalık var. Türkiye’de iyi niyetli, temiz içli, dürüst aydınları yok etmek, yollarını kesmek, kendilerini bıktırıp kaçırmak için devamlı ve insafsız bir kıyım devam ediyor. Gerçek demokrasinin tabii amacı, en iyileri bulup üste çıkarmak, kendilerine serbestçe çalışmak ve kalkınma yaratmak için yetki ve imkân vermek olduğu halde, Türkiye’de kötü bir seçme ve ayırma sistemi hâkimdir. Yeni ve üstün değerler sürekli yok ediliyor, orta ve düşükler, sivrilmenin ve başa yükselmenin yolunu buluyor.”
Burada bugüne dair söylenmesi gereken, kamuya eleman alımında gözetilmesi gereken şey ehliyet, liyakat ve sadakat olduğudur. Bilinip söylenmesine rağmen, bu noktadan uzaklaştığımız açıktır. Sadece son dönemin bir sorunu olmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Ak-Parti hükümeti Yeni Türkiye’yi inşa ederken, bu ilkeyi de yerleştirmek durumundadır. Bu bağlamda Peygamber Efendimizin hicret sırasında kılavuzunun bir müşrik olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak yeterince izah edicidir. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaşırlar. Abdullah b. Uraykıt müşrik olmakla birlikte, güvenilir ve mert bir kişidir. Seçilmesindeki ana neden, liyakat sahibi ve güvenilir olmasıdır. İşini iyi bilmektedir ve beri yandan hicreti başka müşriklere de haber vermemiştir. Bunu bugüne uyarladığımızda devlete alınacak kişiler, işinin ehli ve devlete sadık olmalıdır. Ehliyet, liyakat ve sadakat meselesinin iki yönü vardır ve bu iki yönünün de ele alınması, dikkatle irdelenmesi gerekmektedir.
Sadakat açısından esas olan, kişinin bir başka devlet ve istihbarat örgütüyle -o devletin ve/veya gizli servislerinin menfaati doğrultusunda- ilişkisi olmamasıdır. Önemli olan ve dikkate alınması gereken budur. Kişinin şu cemaatten bu çevreden olması değildir. Dini inançları, mezhebi, cemaati tarikatı da değildir. Hatta deist yahut ateist olması da değildir. Bu mesele bu şekilde ele alınmadığında, sadakat ile dalkavukluk birbirine karışır. Bu durumda kişilik erozyonuna uğramış çok kimse, hak etmediği makam ve mevkileri işgal eder. Esasen bir harekette sadakat, herkes için bu hareketin umdelerini prensiplerini ve hedeflerini tahakkuk ettirmek için gerekli olan meziyet ve hususiyettir. Dalkavukluk ise liderin şahsına doğrudan ve kayıtsız-şartsız tâbi olma gibi gözükmektedir. Bu vaziyette kişilerin lidere olan bağlılıkları, hareketin hedeflerini gerçekleştirmeye daha az hizmet edebilir. Ve lidere böyle bağlılık, hareketin prensiplerini tahakkuk ettirme noktasında da bir aşınmaya ve çözülmeye sebebiyet verebilir. Bazen de dalkavukluk, bazı kişi ve grupların lideri manivela olarak kullanıp, tasarrufta bulunmaya çalışmalarının ince bir maskesi olabilir.
Yerlilik ve Millilik ve Guguk Kuşu Operasyonları
Ancak meselenin kişisel ve ahlaki boyutunun haricinde önemli bir yönü daha vardır. Bu şekilde hak etmedikleri yerleri işgal eden ve ahlaken de giderek erozyona uğrayan kişiler, bir organize yapıya dâhil olsun ya da olmasınlar, mevcut pozisyonlarını sürdürmek uğruna hemen her şeyi yapacaktırlar. Ayrıca bazen birden fazla yapıyla gevşek ilişkiler kuranlar ve akrabalık-arkadaşlık ilişkilerini kullananlar da hesaba katılmalıdır. Tüm bunlar, çoğu zaman hak etmedikleri makam ve mevkileri işgal edecek ve kalite düşecektir. Bu kişilerse, ‘kişi halinin cahili değildir’ prensibi uyarınca kendilerini bilmektedirler. Ve işgal ettikleri makam ve mevkileri korumak gayesiyle, prensipsiz davranarak kişiliksizleştirmeyi sürdürürler. Herhangi bir yabancı operasyonun istinat noktaları, aletleri, maşaları haline gelmeye de müsaittirler. Çünkü zaten hak etmedikleri bir pozisyonda oldukları için üç ay sonrasında bulundukları koltukları-pozisyonları koruyup koruyamayacaklarından dahi emin değildirler ve bu sebeple gayet endişelidirler. Dolayısıyla bu kişiler ile uygun usuller ile irtibat kurulduğunda, memleket açısından son derece riskli operasyonlara da dâhil edilebilirler/edilirler. Kaldı ki bu kişilerin bazen hangi operasyonun ne derece ve hangi fonksiyonda içinde yer aldıklarından haberleri dahi olmaz. Bu şekilde ehliyet ve liyakat prensibi yeterince dikkate alınmadan konumlanmış şahsiyetler, yabancı operasyonların aleti olabilmektedirler. Ayrıca bilerek bilmeyerek milli projelerinde yeterince hayata geçmesine mani olmaktadırlar çünkü yabancı operasyonların da çoğu zaman bilmeden ve belki de istemeden vasıtası olmaktadırlar.
Bunların en mühim olanları da yerli ve milli kamuflaj ve ambalajı ile sunulan yabancı operasyonlardır. Bunlar “guguk kuşu” operasyonları olarak adlandırılabilir. Ehliyet ve liyakate yeterince dikkat ve riayet edilmeden bir yerlere getirilen kişiler, kötü niyetli olmasalar bile bu yerli ve milli ambalajlara daha kolay aldanırlar. Ve bu guguk kuşu operasyonlarının vasıtası ve vesilesi olabilirler. Bunun yakın tarihimizde yeterince örneği mevcuttur. Neredeyse 200 yıldır hemen hemen her siyasi kişi ve grup yerlilik ve millilik iddiasında ve yarışında olduğu halde, yeterince yerli ve milli olamayışınızın sebeplerinden biri de bu olmalıdır. Ehliyet ve liyakat prensibinden uzaklaşılmasının memleket, devlet ve millet açısından en vahim neticelerinden birisi de budur.
Ehliyet Liyakat ve Konspiratif Yapılar
Ve bir diğeri de bazen Masonların bazen FETÖ yahut daha başka organize ve konspiratif yapıların elemanlarının kamuda rahatlıkla istihdam edilmesidir. Zaten Türkiye’de devlet çok çeşitli ideolojik gruplar tarafından, ele geçirilecek bir yapı olarak telakki edilmiştir/edilmektedir. Sol zaten devrimci dolayısıyla yıkıcı bir zihniyete ve hatt-ı harekete sahiptir. Diğer yandan bu mesele İslamcı çevrelerdeki -özellikle evvel zamanlarda- “Burası darülharb midir? Darülİslam mıdır? Cuma namazı kılınır mı? kılınmaz mı?” münazaralarıyla da irtibatlıdır. Bir yönüyle oldukça manasız görünen bu münakaşalar, esasen devleti ele geçirme ve bunun için her türlü yolu mubah-meşru görme zihniyetinin Türkiye İslamcılığındaki arka planını açıklar. Ülke “Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı tartışmalı olan bir ülke” olduğu vakit devleti ele geçirmek için her türlü usulsüzlük, usul halini alabilmektedir. Bu kavramların belirlediği hareket hattı, mensuplarının hayatı ve hadiseleri, İslamcılığı ideolojik merceğinden kırıldığı haliyle algıladıkları ve kavradıkları için ortaya çıkmıştır. Devlete ve Türkiye’ye karşı bu bakış açısının terk edilmesi için esas itibariyle İslamcılığın bu ideolojik yapısı üzerine düşünülmesi gerekir. Esasen AK-Parti iktidarında bu noktada önemli ölçüde mesafe alınmıştır ancak en son ortaya çıkan FETÖ grubu ve 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber, bu noktanın derinliğine gözden geçirilmesi ve devlete karşı bu bakışın değiş(tiril)mesi gerekmektedir.
Ehliyet Liyakat ve Türkiye’de Tarih Anlayış(lar)ı
Evet, ehliyet ve liyakat prensibine yeterince sahip çıkılmamasının ve bunun uygulanmamasının, Türkiye’de ki ideolojik siyasi kümelerin devlete karşı aldıkları tavır ve tutum ile de irtibatı vardır; devlet ile kurdukları ilişkinin mahiyeti ile de irtibatı vardır. Bunun da bu ideolojik kümelerin sahip oldukları ideolojik tarih anlayışı ile irtibatı vardır. Bu ideolojik tarih anlayışları, bu ideolojik kümelerin ideolojilerini daha da önemlisi kimlik aidiyetlerini desteklemekte ve beslemektedir. Yani ideolojik tarih anlayışı ile ideolojik kimlik aidiyetleri arasında bu şekilde bir karşılıklı ilişki ve etkileşim mevcuttur. Türkiye’de çok uzun yıllardır bir resmi ideolojik tarih anlayışı eleştirisi yapılagelmiştir. Bu eleştiri İslamcı, Sosyalist, Türkçü hareket ve ayrıca Aleviler ve Kürt hareketine kadar her kesim tarafından yapılmıştır; neredeyse devletin resmi ideolojisini eleştirmeyen siyasal, ideolojik, kültürel bir küme yok gibidir. Ama ilginç olan bu siyasal, sosyal, kültürel kümelerin de bu eleştiri sürecinde, kendilerinin bir resmi ideolojik tarih inşa etmiş olmalarıdır. Kendileri sahip oldukları ideolojilerin marifetiyle, böyle bir ideolojik tarih anlayışı inşa etmişler ve böyle bir kurgusal tarih anlayışına sahip olmuşlardır. Hatta bu sosyal ve siyasal kümelerden bazılarının, eleştirdikleri devletin resmi ideolojisini çok geride bırakan, garip, anlaşılmaz ve hatta saçma bir kurgusal tarih anlayışına sahip olduğu gözlemlenebilir. Yani Türkiye toplumunun belli başlı ideolojik, siyasal, etnik kümelerinin yani İslamcıların, Sosyalistlerin, Türkçülerin, Kürtçülerin, Liberallerin, Alevilerin de kendilerine mahsus bir tarih anlayışları olduğu bir vakıadır. Ve neticede Türkiye tarihinin belli başlı anları hakkında ortaklaşma ve asgari mutabakat, çok zaman neredeyse hiç mümkün olamamaktadır. Bu, bu grupların bir araya gelip ortak bir gelecek tahayyülü etrafında birleşmelerinin önünde engeldir.
Bu, Türkiye’nin belli başlı çatışmalardan kurtulamamasının en temel nedenlerindendir. Bu tarih anlayışının Türkiye’deki mevcut siyasi, sosyal, kültürel kamplaşmaların sürdürülmesinde ve daim kılınmasında, yeni kamplar icat edilmesi ve icab-ı halinde bunların çatıştırılmasında önemli bir rolü vardır.