Evet, ben de askerlik yaptım. 40 yaşımı geçmiş, hapisten yeni çıkmıştım askere gittiğimde.
Geçen yıl parlamentoda kabul edilen tezkerelerden ve bu vesileyle Mart 2003 tezkeresinden bahsettiğim bir yazımın ardından bazı okurlarım merak etti; “Sen askerlik yaptın mı? Nerede, ne zaman?” diye. O sene (2003) askerlik yaptığımı bilen arkadaşlarımdan da, “Askerlik hatıralarını neden anlatmıyorsun?” diye soranlar oldu. Ancak öne çıkan gündemler nedeniyle yazamadım, anlatamadım bugüne değin.
Yazdır madem, sıcak ve olağan gündem konularından farklı olarak daha “rahat” okunabilir yazılar yazmak âdetine sığınarak, askerlik hatıralarımı anlatayım size. Arka fonda siyaset olacak biraz ister istemez, AKP de diyebilirsiniz.
Evet, ben de askerlik yaptım. 20 yaşındaki her Türkiyeli delikanlı gibi diyemeyeceğim, zira 40 yaşımı geçmiş, hapisten yeni çıkmıştım askere gittiğimde.
Askerlik hatıralarını anlatmak, öteden beri en revaçta kahvehane muhabbetlerinden biridir, malum. Genellikle bire bin katarak, renklendirerek anlatmak da bu muhabbetlerin adeta doğası gereğidir ve bir türlü de bitmez. Mevzu her açıldığında duruma göre revize edilmiş olarak tekrarlanıp durulur. Benim öyle bitmez tükenmez askerlik hatıralarım yok, peşinen söylemiş olayım; çünkü hepi topu 2 gün keyfi şekilde uzatılmış olarak 30 gün askerlik yaptım, yani “bedelli” askerlik. Normalde 28 gün iken ben 30 gün yaptım. O fazladan 2 günü de bölük komutanından tabur komutanına kadar ulaşabildiğim her rütbeli şahsa itiraz ederek geçirdim. Keyfi bir uygulamaya maruz kalmıştım çünkü.
Dikkatli okur fark edecektir, normalde 2003 yılında “yurtiçi bedelli askerlik” uygulaması yoktu. Sadece yurtdışında yaşayan yurttaşları kapsayan bir uygulama idi bu. Ben nasıl buna “hak” kazandım? Oradan başlayayım…
“Askerlik” kâbusu
Hapiste geçmeyecek gibi görünen yıllar birbiri peşi sıra geçip de tahliye olacağım zaman görünür bir gelecek haline gelince, “askerlik” meselesi de giderek büyüyen bir “kâbus” olarak gündemime girmiş oldu. Bursa Özel Tip Cezaevindeydim o zaman. Oradan oraya sürülerek geçen hapis yıllarımın son durağı, Bursa idi.
Daha önce iki kez askere gitmenin “kıyısından” dönmüştüm. İlkinde, 4 Ağustos 1987 günü Metris’ten tahliye olduğumda. Diğer tahliyeci 9 arkadaşımla birlikte hapishaneden çıktığımız gibi cezaevi arabasına (“ring”) konulmuştuk. Ellerimize kelepçe de takacaklardı, itirazımız üzerine saçmalığına ikna olup kelepçe takmaktan vazgeçtiler neyse ki. Doğrudan, Fatih’teki (hâlâ orada mı, bilmiyorum) askerlik şubesine…
Tahliye heyecanının yerini, “yahu bunlar bizi askere mi postalayacaklar?” kaygısı almıştı. İşlemlerin ardından, “15 gün sonra gelin, teslim olun” uyarısıyla birlikte serbest bırakıldık neyse ki. Bu 15 günlük izinde orada beklerken arkadaşlarımızdan birinin çalışan memur kadınlardan biriyle ayaküstü ahbaplık etmesinin rolü oldu mu, bilmiyorum. (O arkadaş Musa idi, uzun zamandır İsveç’te. Okuyorsan ses ver Musa.) Arada söylemiş olayım, biz yargılandığımız 1253 sanıklı toplu davada tahliye edilen ilk “direnenler” kategorisindeki siyasiler idik. Neyse ki “son” olmadık, sonrasında başka tahliye edilen arkadaşlarımız da oldu. Öncesinde tahliye edilenler, “bağımsız” veya “itirafçı” durumdaki tutuklulardı. 1991 şartlı tahliye uygulamasıyla geride kalanlar da bırakıldı. Tabii o 15 günün ardından bildiğim kadarıyla askerlik yapmak için kendisi gidip teslim olan, olmadı.
Askerliğin kıyısından döndüğüm ikinci olay, 1988 yılı sonlarında Ankara’da gözaltına alındığım zaman oldu. Ankara DAL’da işkenceli bir sorgunun ardından beraberimdeki diğer arkadaşlarla beraber DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in önüne çıkarıldık. Serbest bırakıldık. Gazeteciliğimden (sosyalist bir derginin yayın yönetmeniydim) “suç” çıkaramayan polisler, adliyeye götürülürken “serbest bırakılsan da askere yollayacağız seni” diye tehdit etmişlerdi. Savcıya ifade verirken aklımı meşgul eden de buydu. Ama unuttular mı, bürokrasi bir işe mi yaradı, artık ne olduysa, öyle bir şey olmadı ve adliyede günlerdir yolumuzu gözleyen yakınlarımızla kucaklaştık…
Meslek olarak sevenler kızacaktır belki ama askerlik mevzuu son hapishane sürecimin son demlerinde cidden rüyalarıma giriyordu, askerliği sevmiyordum çünkü. Hele ki o kadar hapis yattıktan sonra 18 ay asker olmak, olacak şey değildi benim için. “Asker kaçağı” olurdum büyük ihtimal, askere gitmeyerek; ama o zaman da bu “normal” bir vatandaş ve “normal” bir yaşamın üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallanan bir tedirginlik konusu olur çıkardı hayatımda.
Tam da o günlerde, 17 Ağustos (1999) depremi oldu. (Hapishanede depreme yakalanmış olmak nasıl bir şeydir, o konuya girmeyeyim hiç.) Peşi sıra devlet ek bir gelir elde etmek için “yurtiçi bedelli askerlik” uygulaması getirdi, sınırlı bir süre için. Sanırım sanatçı Tarkan’ın o günlerde askere gitmemek için yurtdışına yerleşmeye karar vermesi, askerliği sevmediğini beyan etmesinin de dolaylı bir etkisi oldu hükümetin bu kararı vermesinde (Bravo Tarkan!). Bu uygulamadan yararlanmak için gerekli para da, az değil, tam 15 bin Mark idi.
Benim gibi tahliyesi yaklaşmış, ailesinin maddi durumu iyi olan bazı mahpus arkadaşlarım, bu uygulamadan yararlanmak için başvurdu ve üç taksit halinde ödemelerini peşinen yapmaları şartıyla başvuruları kabul edildi; çıktıkları zaman hakları “baki” olacak, askerliklerini “bedelli” olarak yapabileceklerdi…
Bu iş benim de aklıma yattı, 28 gün katlanılabilir bir süreydi ama bende nerede o para? Aile efradım da çalışan, ay sonunu güçlükle getiren, dar gelirli insanlar. Fakat işte hayatında iyi arkadaşlar, dostlar edinmiş olmak, iyilik biriktirmiş olmak, kıymetli ve bir gün “lazım” olan bir şey. Yengemin girişimiyle üç arkadaşım (aslında onlar da çalışan insanlar, zengin filan değiller yani) bedelli askerlik için gerekli parayı denkleştirdiler… Sağolsun, var olsunlar. Yaşadığım sürece unutamayacağım, minnet duyacağım iyiliklerden biridir bu. (Buradan da en azından isimlerini anarak teşekkür edeyim; iyi ki varsınız Ayşe, Fadime ve Yusuf.)
Haftalık olağan ziyarette bu haberi öğrendiğimde çok sevindim elbette.
Arada olup bitenleri geçip sadede geliyorum.
28 gün dediğin nedir ki…
Askerlik şubesi, Burdur ve nihayetinde Burdur’daki kışlaya gidip teslim oldum, Nisan 2003’te. (Öyle deniyor askerlik jargonunda, askere gitmiyor, teslim oluyorsun.) Benim askerlik “olayım” da o andan itibaren başladı.
Masadan masaya, odadan, pardon makamdan makama dolaştırıldım bir süre ve işlemlerimi yapan her subay, önüne konulan dosyama şöyle bir göz attıktan sonra, “Burada yanlış yapma!” diye uyardı beni. Biraz da heyecanlı olduğum için ve saflık bu ya, herhalde askerlik yapmaya gelen herkese bu laf ediliyor diye düşündüğüm için sessiz kaldım. Ne diyeceğimi de bilemedim doğrusu. Oysa bedelli de olsa “sakıncalı piyade” idim ve bu uyarı da boşuna yapılıyor değildi, oldukça anlamlıydı.
Üniformamı giyip beraberimdeki hepsi yurtdışından gelmiş diğer insanlarla beraber askeri olacağım bölüğe vardığımda, “gazinoda” otururken, daha ne nedir anlama fırsatı bulamadan bir asker adımı seslendi ve beni alıp bölük komutanı yüzbaşının huzuruna çıkardı. Kalınca dosyam bu kez de adamın önündeydi. Kafasını kaldırıp süzdü beni bir süre. Sonra o da “Burada yanlış yapma sakın!” dedi sert, emreden bir ses tonuyla.
Bir şey demem gerekiyordu herhalde, çünkü adam öncekilerin aksine gözlerini dikmiş benden cevap bekliyordu.
“Buraya adım attığım andan beri bana bu söyleniyor. Yanlış yapmaktan kastınız nedir yüzbaşım?” dedim.
“Yüzbaşım değil! Komutanım diyeceksin! Gördüğün her rütbeliye komutanım diyeceksin!”
Metris’teki mahpus yıllarında uymadığımız için dayak yediğimiz kurallardan biriydi bu. İnsan kendini biraz tuhaf hissediyor ister istemez.
“28 gün dediğin nedir ki” diye düşündüm. Zaten günlerdir içimden bu cümleyi tekrar edip durarak kendimi ikna etmeye çalışıyordum. “Peki” dedim. Sorumu tekrarladım, bu kez “komutanım” diye bitirerek.
“Anladın sen onu” dedi.
“Anlamadım?” dedim.
“Sen niye bu yaşta askere geldin?”
“Mazeretim vardı.”
“Ne mazeretin vardı?”
“Hapisteydim.”
“Niye?”
“Siyasi.”
“Siyasi. Yani terör!” dedi, önünde duran dosyaya elinin tersiyle vurarak.
O kadar yıl haksız yere yat, çık. Parasını verdiğin 28 günlük askerlikte de adeta bir “mahkeme” karşısına çık, bir de burada “hesap” ver… Ya sabır… 28 gün sonuçta. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer gider. Geçer gider mi sahiden?
Adama bir cevap vermeliydim. “Öyle düşünebilirsiniz ama terörle filan alakam yoktu” dedim.
“Nasıl yok? Devlet seni boşuna mı hapse attı yani?”
“Bana sorarsanız evet, boşuna ve haksız yere.”
Yine önündeki dosyaya elinin tersiyle vurarak, “Burada öyle demiyor ama!” dedi.
“Orada ne diyor, bilmiyorum. Nereden bileyim.”
Adam bir süre durduktan sonra, “Neyse” dedi, “burada yanlış yapma, gözüm üzerinde, o kadar!”
“Ben buraya 28 gün mecburi ve bedelli askerlik yapmaya geldim. Yanlıştan kastınızı hâlâ anlamış değilim.”
“Tuncelilisin, Alevisin, solcusun, terörden hapis yatmışsın. Doğru mu?”
28 gün… Geçer… Elbet geçer… İşimiz var burada anlaşılan… Ama 28 gün işte, sıkacaksın dişini…
“Eee?” dedim, gayriihtiyarî.
“Eee nedir ya? Askersin! Önce doğru dürüst konuşmayı öğreneceksin!”
“Pardon. Ne diyeceğimi bilemedim de. Kürdüm, Aleviyim, solcuyum, hapisten yeni çıktım. Parasını yatırdım ve bedelli askerlik yapmaya geldim. Yanlış olan nedir yani?”
“Yahu siyaset yapma işte! Siyasi şeyler konuşma kimseyle. Tamam mı?”
Nihayet anlamıştım. “Valla istesem de 28 günde orduda isyan filan çıkaramam. Yok öyle bir niyetim de, yeteneğim de” dedim.
“Sen bilirsin!” dedi tehditkar bir üslupla. Eliyle çıkmamı işaret etti. Çıktım.
28 gün dediğin nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider diye düşünmekle hata mı etmiştim acaba?
Devam edeceğim.
—–
Kapak Görseli: Michael Gaida (Pixabay)
Kaynak: Farklı Bakış