Toplantı salonunu dolduran kalabalık, “Kim onlar? İsimlerini söyleyin! Türkiye! Türkiye!” sloganları atarak ayağa kalktı…
Madem başladım anlatmaya, devam edeyim. Bölüğümde ve görebildiğim kadarıyla diğer bölüklerde benim gibi “yurtiçi bedelli” kimse yoktu. “Yurtiçi bedelli” olduğum, “Nereden geldin?” sohbetlerinde ortaya çıkıyordu ister istemez, ben kimseyle paylaşmak istemesem de. “E niye geç geldin?” türü soruları ise, “Mazeretim vardı ancak gelebildim” diyerek geçiştiriyordum. Bu cevaptan genellikle sağlık sorunlarım olduğu sanılıyor, ben de düzeltmeye çalışmıyordum.
Girişte maruz kaldığım uyarılar bir yana, gerçekten de niyetim herhangi bir “vukuat” yaşanmadan 28 günlük bu mecburi eziyeti tamamlayıp çıkıp gitmekti.
Askerlerin çoğu Avrupa ülkelerinden gelmişti. Sene 2003, Nisan ayı, gündemde tezkere ve Irak’a askeri harekât vardı. Birkaç istisna hariç hepsinin gayet milliyetçi oluşlarına şaşırmıştım. Hem o kadar milliyetçi olacaksın, orduya hayran olacaksın, hem de askerliğini bedelli yapacaksın; tuhaftı.
Asıl tuhaf olan ise, bu gayet milliyetçi ve bedelli asker çoğunluğunun sıradan hareketlerin, yürüyüşlerin filan öğretildiği eğitimlerden kaytarmak için değme artistlere taş çıkartacak numaralara başvurmasıydı. Revirden 3-5 gün istirahat izni almak için “çok hastayım, kolumu bile kaldıramıyorum” numaraları yapmak hayli yaygındı.
Gerçekten de grip salgını vardı, bu arada. Ama revirdeki doktor da kaçın kurası, hastayım numarası yapanlara ilaç verip yolluyor, “istirahat” raporu vermiyordu. Gerçekten ve çok hasta olanlara ise 2 veya 3 gün istirahat raporu veriyordu. İnsanların bu sayılı günlerle sınırlı askerliği koğuşta yatarak geçirmek için birbiriyle yarışmasını hayretle izlerken ben de grip oldum.
Revire gittim ve doktor bana birkaç ilacın yanı sıra tam 15 gün “istirahat raporu” verdi. “Sakıncalı” olmak bu işe yaramıştı hiç değilse… Millet 3-5 gün rapor peşinde koşarken ben 15 gün yatacaktım koğuşta…
“Şansın yaver gitmiş işte, askerliği yatarak geçirmişsin” demeyin hemen. Çünkü o günlerde tesadüfen karşılaştığım, benim gibi hapisten çıkıp askere gelmiş bir arkadaşımla karşılaştım komşu bölükten ve bana ilk sözü, “Bizi öldürecekler” oldu… Üstüne de bir konferansta tabur komutanı binbaşı, “Aranızda terörden yatıp çıkmış olanlar var” dedi ve toplantı salonunu dolduran kalabalık, “Kim onlar? İsimlerini söyleyin! Türkiye! Türkiye!” sloganları atarak ayağa kalktı…
***
Rapor aldım, ilaçlarımı aldım. Biraz halsizlik, kırıklık var ama durumum çok da ağır değildi doğrusu. 15 gün rapor vermelerinin sebebi de zaten hastalık filan değil, gözlerden ırak olmam, diğer askerlerle fazla iletişim halinde olmamam ve “disiplini” ihlal etme ihtimalini önlemek içindi.
Disiplini filan ihlal etmek gibi bir niyetim de, çabam da yoktu aslında. Ama işte sabah sporlarında, rahat-hazır ol eğitimlerinde bazı hareketleri yapamıyordum. Mesela, eğitimleri veren bir başçavuş vardı, hazır ol duruşunu istediği gibi yapamayışıma kızmış, ama “boynum sakat, o yüzden” dediğimde de verecek cevap bulamamıştı.
Tahmin edeceğiniz üzere çok sıkılıyordum. Okuyacak bir şey yok, doğru dürüst konuşacak kimse yok, TV dersen bomboş, çevreyi, insan hallerini gözlemlemek de bir yere kadar…
Hafta sonu “çarşı izni” de manasızdı. Asker arkadaşlarım kahvelerde oturup kâğıt veya okey oynayarak değerlendiriyorlardı bu izni. Ben şehri dolaşmayı tercih ediyordum. Malum, Burdur, ekonomisi bedelli askerler üzerinden dönen küçük bir esnaf şehri. Bir daha yolum düşmedi, herhalde hâlâ öyledir.
“Aranızda terörden yatıp çıkmış olanlar var!”
O ara konferanslar başladı. Bazı emekli ve muvazzaf generaller memleket meselelerini konu ettikleri konferanslar verdiler; işim ne, mecburi olmamasına rağmen dinlemeye gidiyordum. Birine o dönemin Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon gelmişti. Adam orgeneral ve MGK üyesiydi…
Bu konferanslarda mesnetsiz bir milliyetçilik, hatta düpedüz anti-Amerikancılık ve anti Avrupacılık propagandaları yapılıyordu. Ordu bir NATO ordusu, Amerika “stratejik müttefik”, Avrupa Birliği’ne girmek isteyen de biziz ama bu güçler ve yedi düvel bir araya gelmiş bizi bölüp parçalamaya çalışıyor… Enteresan ve tutarlı olmaktan uzak, eklektik bir ideolojik bulamaç bombardımanı… Konuşmaların “örtülü” mesajı, askerlere AKP’ye karşı “ordu tetikte” izlenimi vermekti.
AKP sözcülerinin “AB temel önceliğimiz”, “YÖK’ü, Diyanet’i özerkleştireceğiz”, “demokrasi standartlarını yükselteceğiz” türü açıklamalar yaptıkları bir dönemdi. “Milli Görüş” geleneğinden gelmiş olmalarına ilişkin tereddütlere verdikleri cevap da, “Biz gömlek değiştirdik” şeklinde oluyordu. “Merkez” denilen medyanın gözleri Genelkurmay Karargahı ve MGK toplantılarındaydı. Recep Tayyip Erdoğan’ın “siyasi yasaklı” durumu TBMM’de kabul edilen bir yasa değişikliği ile aşılmış, Erdoğan partisinin başına ve başbakanlık koltuğuna resmen oturmuştu (2003 Mart).
Perinçek kafasında olduğunu biraz da hayretle gözlemlediğim ordunun Erdoğan ve AKP iktidarından çok da hoşnut olmadığı, apaçık görülebiliyordu. Askerde, askeri vesayet nizamının ülkenin “normale” dönüşü önündeki en önemli engel olduğunu bir kez daha idrak ettim. AKP iktidara ve daha yerinde bir deyişle devlete “tam anlamıyla” intibak edemeden ordunun yeni bir müdahalesi olur muydu? Yaşayıp görecektik ve bu kritik dengenin şu veya bu şekilde sınanacağı sorun ise, Kürt sorunu olacaktı…
Ordunun “kurucu ve korucu” misyonunun altını kalınca çizen bu milliyetçi propagandaya maruz kalan insanların genellikle Avrupa’da yaşayan insanlar olması, durumu daha da ilginç kılıyordu. Gayet “milliyetçi” bir havada idiler. Komutanların ajitatif konuşmalarını “huşu” içinde dinliyor ve “vatan sana canım feda” psikolojisine kapılıyorlardı hemen. Irak’a asker yollama tezkeresi meclisten geçmişti ve “Girelim!” diye bağrışıyorlardı. Kısa süre sonra bir aylığına geldikleri askerlik hizmetini “ifa” edip geldikleri yere dönecek olanlar onlar değildi sanki…
Bu konferanslardan birinde tabur komutanı binbaşı konuşmacıydı. Bu binbaşı ile akşam yapılan konferanstan önce, gün içinde tabur bahçesinde birkaç kişiyle dolaşırken karşılaştım. Bizi bir banka oturttu ve isimlerimizi, nereden geldiğimizi sordu. Beraber olduğum arkadaşlardan birinin adı, Ulaş idi.
Ulaş, o bir ay içinde Burdur’da yakınlık kurduğum, sohbet ettiğim tek kişiydi. Anne ve babası 71 devrimcilerindenmiş, hatta yargılanmışlar, mahpus yatmışlar. Soyadı lazım değil, Ulaş Fransa’da eğitim görmüş ve Paris Operasında sanatçı olan biriydi. “Bas” sesliydi. Bunu bana bir “sır” gibi söylemişti. Korkusu, sabah talimlerinde koşarken kendisini başa alıp “yaylalar” türküsünü söyletmeleriydi. O yüzden sorana, “Paris Operasında elektrikçi olarak çalışıyorum” diyordu.
Binbaşı, Ulaş’ın adının manasını sorunca, o da “bilmiyorum” dedi. Binbaşının cevabı, “Mahir, Hüseyin, Ulaş! Kurtuluşa kadar savaş!” oldu. “Siz bilmezsiniz” dedi, “eskilerden ünlü bir teröristtir.”
Sonra bana döndü, “Seni biliyorum” dedi ve diğerleriyle devam etti; “Senin adın ne? Nereden geldin?” İyi bari diye düşünmüştüm sanırım, adama hesap vermek, açıklama yapmak durumunda kalmadığım için. Akşam konferansa gelmemizi söyledi ve kalkıp gitti.
Konferans salonu doluydu. Binbaşı Türk ordusunun yüceliğinden, büyüklüğünden, vatanın, milletin, devletin teminatı oluşundan bahsettiği uzun bir konuşma yaptı. Karamsar düşünceler kapladı kafamı; “Bunlar yine darbe yapmaya mı hazırlanıyorlar yahu?” Ordunun yüceliğine dair konuşma uzadıkça, millet uyuklamaya başladı. Tam da o anda, binbaşı, “Biliyor musunuz!” diye gürledi, “Aranızda terörden yatmış çıkmış olanlar var!”
Koca salon ve yüzlerce bedelli asker o anda “uyandı” ve ayaklandı… “Kim onlar? İsimlerini söyleyin!”
Adam bir süre ayaklandırdığı askerleri izledi keyifle, slogan seslerinin dinmesini bekledi. Sonra da, “Türk ordusu işte böyle büyük bir ordudur! Onların isimlerini vermeyeceğim. Belki burada nedamet getirir, doğru yolu bulurlar. Ama bir yanlış yaparlarsa o zaman öğrenirsiniz kim olduklarını ve cezalarını görürler!” dedi.
Bir an adamın bizi oracıkta linç ettireceğini düşünmedim değil doğrusu.
“Bunlar bizi öldürecek”
Bu konferansın birkaç gün sonrasındaydı eski mahpus arkadaşımla karşılaşmam. Adı diyelim Ahmet olsun. Diyarbakır’dan sürüldüğüm Adıyaman hapishanesinden arkadaşımdı (oradan da 4-5 ay sonra Antep’e sürüldüm). Ahmet, daha doğru düzgün hal hatır soramadan, “Bunlar bizi öldürecek” dedi korkuyla. Hapisteyken de hep böyle endişeli, kaygılı ruh hali içinde olan biriydi. Ara sıra kaldığım koğuşun kapısına gelir ve bazı koğuş sorumlularının “ajan” olduğunu söyler, kendince uyarırdı beni. “Nereden biliyorsun?” diye sorduğumda kendine göre uyduruk bir sürü gerekçe sıralardı. Ben de, “Bakarız, rahat ol sen” filan diye yanıtlardım, ne diyeyim. (Bahsettiği kişilerin “ajan” olmakla alakası yoktu bu arada.)
Tamam, binbaşının sözleri beni de ürkütmüştü ama bu bizi “öldürecekleri” demek de değildi. Belli ki ordunun büyüklüğüne kanıt olsun diye etmişti o lafları. “Dikkat edelim, bir şey olmaz, kaç günümüz kaldı ki” filan diyerek yatıştırmaya çalıştım onu. Sonraki günlerde bahçede beni her gördüğünde yolunu değiştirdi. Ben de peşine düşmedim doğrusu, zaten canım sıkkın, bir de üstüne bunalıma girmeye gerek yoktu yani…
“Amma uzattın” demeyecekseniz eğer, haftaya enteresan bir “atış talimi” ve “yemin töreni” hikâyesi var, sonra da terhis olacağım J
—–
Kapak Görseli: Ylanite Koppens (Pixabay)
Kaynak: Farklı Bakış