Modern dünyada dinin değişen konumu ve anlamı, sekülerlik konusundaki tartışmalara yeni bir canlılık kazandırıyor. Sekülerleşme tezi, ortaya atıldığı günden bu yana akademik çevrelerde tartışılmaz bir görüş haline geldi. Sekülerlik ile laikliğin hala birbirine karıştırıldığı ülkemizde ise bunlar birbirlerinin yerine geçen eş anlamlı kavramlar gibi kullanılıyor. Oysa laiklik bir siyasetbilim kavramı, sekülerlik de bir sosyoloji kavramıdır. Laiklik, siyasal alanda kilisenin geri çekilmesini ve kilise-devlet ayrılığı ilkesini ifade eder. Buna karşın sekülerlik, dinin bireysel ve toplumsal yaşamda rolünün azalmasına işaret eder. Batı dünyasında laiklik ve sekülerlik, önemli oranda eş zamanlı olarak gelişmiştir. Evet, laiklik Fransız Devrimi’yle gelmiş ve Avrupa’ya yayılmıştır, ama şunu da çok iyi biliyoruz ki her Avrupa ülkesinde laiklik farklı biçimler kazanarak kurumsallaşmıştır.
Batı dünyasında dini problematik hale getiren şey, kilise ile devlet arasındaki gerginliktir. Uzun Ortaçağ boyunca kilise, tüm toplumsal kurumlara nizam veren merkez-kurum olmuştur. İlk kez Rönesans’la birlikte kilise ve devlet ilişkisi yavaş yavaş değişmeye başlamış ve Fransız Devrimi’yle birlikte zirveye ulaşmıştır. Daha önce kilise ve devlet arasında farklı ilişki biçimlerinin denendiği Avrupa’da, en sonunda bu iki temel kurumun birbirinden ayrılması gerektiği kanaatine varılmıştır.
Türkiye’de çok az bilinen bir mesele, laiklik kelimesinin tarihiyle ilgilidir. Sanıldığı gibi devlet ve kilise arasındaki ayrılık fikrini ilk ifade edenler Fransızlar olmamıştır. Bu konuda öncü olan isim İngiliz John Locke (1632-1704) olmuştur. Daha laiklik kavramının olmadığı bir zaman diliminde John Locke, Hollanda’da yaşamak zorunda olduğu yıllarda yazdığı mektuplarında “Tolerans” kelimesini laiklik anlamında kullanmıştır. Daha sonra “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” adlı kitapçıkta toplanacak olan mektuplarında tolerans kelimesini kilise ve devlet ayrılığı olarak tanımlamıştır. Locke’a göre devlet “sivil çıkarları” korumalı ve ruhsal kurtuluşla (selamet) uğraşmamalıdır. Selamet kilisenin meselesi olmalı ve sadece cemaatin ruhsal sorunlarına odaklanmalıdır. Bunun için de elini siyasetten ve güç mekanizmalarından çekmelidir.
Fransız Devrimi, siyasal alanı kilisenin etkisinden kurtarmakla, önemli ölçüde dini etkileri de siyasal alandan dışlamıştır. Ne var ki Fransa’ya özgü bu durum, diğer Avrupa ülkeleri için pek geçerli değildir. Pek çok Avrupa ülkesinde din, muhafazakâr ve Hristiyan demokrat partiler kanalıyla siyaset üzerinde etkisini sürdürürken, kiliseler de mensuplarını etkileyerek uzaktan siyaseti yönlendirmeye devam etmişlerdir. Hatta bazı Avrupa ülkelerinde doğrudan teokratik bir devlet kurmak isteyen fundamentalist partiler de olagelmiştir. Hollanda’da ülkesel siyasete katılan bu kategoride iki küçük parti bulunmaktadır. Büyük Hristiyan Demokratik parti karşısında bunlara “küçük Hristiyan partiler” denilmektedir. Kısa adı SGP ve CU olan bu partiler parlamentoda bir veya iki milletvekiliyle temsil edilmektedir. Bazı yerel belediyeler de ise önemli bir temsil gücüne sahiptirler.
Laiklikle ilgili bu kısa notları verdikten sonra, sekülerlik konusuna geçelim. Avrupa toplumlarının sekülerleşme süreci Sanayi Devrimi’nden sonra, geleneksel toplumsal yapının yerine modern toplumsal yapının geçmesiyle başlamış ve gelişmiştir. Sanayi Devrimi bu bakımdan Fransız Devrimi’nden daha etkili olmuştur. Önce siyasal alanda, sonra da toplumsal yaşamın diğer alanlarında dinin rolü giderek azalmıştır. Ekonomi, başlangıçta “Protestan ahlak”tan destek almışsa da, zamanla dinden bağımsız hale gelen ikinci sektör olmuştur. Bunun ardından eğitimden toplumsal ilişkiler ve tutumlara kadar din önemini giderek yitirmiştir. Gerçek bir seküler toplumdan bahsetmek için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda meydana gelecek gelişmeleri beklemek gerekecektir. Bu tarihten sonra kilise üyeliklerine olan ilgi giderek düşmüştür. Birer birer insanlar önce kiliseden bağlarını koparmışlar ve daha sonra tüm dünyada büyük değişimlerin olduğu altmışlı yıllarla birlikte de dinle olan bağlarını koparmaya yönelmişlerdir.
Bugün gelinen noktada kilise merkezli Hristiyanlık (yani kurumsal din) bir azınlık konumuna düşmüştür. Avrupa, İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde Hristiyanlık sadece seküler zihniyet tarafından tehdit edilmiyor, aynı zamanda göç hareketleriyle birlikte gelen “yeni” dinlerle de rekabet etmek zorunda kalmaktadır. Yine Doğu öğretilerine ve gizemli tarikatlara artan ilgi, bir başka tehdit kaynağıdır.
Günümüzde Batı toplumlarını dinin etkileri açısından yorumlayan iki önemli teori bulunmaktadır:
- Sekülerlik teorisi;
- Soyut din teorisi.
Sekülerlik teorisi, Batı toplumlarında dinin yerinin ve öneminin azaldığını ileri süren ve bunu araştırma verileriyle desteklemeye çalışan bir teoridir. Kiliseye üyelik başta olmak üzere dine olan ilgi azalmaktadır. Hristiyan olduğu söyleyen insanların bir kısmı, Hristiyanlığın olmazsa olmaz inanç akidelerine inanmadıklarını söylemektedir. Sekülerlik teorisi, sosyolojik verilere dayanarak bir adım daha ileri gidip geleceğin toplumunda dine yer olmayacağını ve bunun yerine bilimin geçeceğini iddia etmektedir.
Büyük değişimlerin olduğu altmışlı yıllarda Amerika’da bazı din sosyologları sekülerlik tezine karşı yeni bir teori geliştirmeye başladılar. Aralarında Peter Berger, Thomas Luckmann ve Anton Zijderveld gibi sosyologların olduğu, bu bilim insanlarına göre sekülerlik teorisi, değişen din olgularını gözardı etmekte ve kurumsal din üzerinden araştırmalar yaparak modern toplumdaki yeni oluşumları karartmaktadır. Bu eleştirilerin ardından onlar kendi tezlerini şöyle formüle ediyorlar: Modern toplumda din kurumlar üzerinden görünür olmaktan çıkmakta ve başka kılıklara girmektedir. Bir başka deyişle din kaybolmuyor, sadece başkalaşım geçiriyor. Bu başkalaşım geçiren din, “görünmez din” (invisible religion) ya da “soyut din” (abstract religion) adlandırılmaktadır.