Kadına yönelik şiddette yıllara göre çok belirgin bir artış var. Bunun istatistiğine girecek değilim. Böyle söylerken eskiden olmayıp da şimdi olan bir şeyden de bahsetmek gibi bir niyetim de yok. Eski eş, koca, baba ya da akrabaların tasallutuna maruz kalıp çaresizlik yaşayan o kadar çok kadın var ki etrafımızda.
Birçoğumuz kadına yönelik şiddetin ayak seslerini çok yakından hissettiği halde müdahale edemiyor. Çünkü dışarıdan meseleye dahil olmak ailenin özel alanına girmek gibi algılanıyor. Gelenek ve göreneklerimiz “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla hareket edip kadın ile yakın ilişkide olduğu kişi arasına girmeyi neredeyse hadsizlik olarak görüyor.
Erkek merkezli din anlayışını da işin içerisine katarsak durum kadınlar için daha bir korunaksız hale dönüşmektedir. Güçlü olmak ile gücü kendinde görmek arasında salınan bir mazeretle işin içinden kolayca sıyrılıveriyoruz ne yazık ki. Güç denilince bilek ve adale kuvvetini anlayan insanlara uzun boylu anlatacak fazla bir şeyimiz yok elbette.
Hayata yön verme, tanımlama inisiyatifini elinde bulundurma, kaleme ve kâğıda hükmetme gibi iktidar alanlarını eline geçiren birisi için “erkek olma avantajı” doğuştan bahşedilmiş bir lütuf sayılır. Bu durumda kadın, kendisi ile ilgili her türlü inisiyatif hakkı erkek tarafından elinde bulundurulan kişidir. Kız evlat ile erkek evlat arasındaki töresel ayırım böyle bir yanlış ezberin sonucudur.
Töresel anlayış kadının karşısında erkeği yanlış konuşlandırmıştır. Çok uzaklara gitmenize gerek yok, sadece televizyon dizilerine göz atmanız bile kadına şiddetin nasıl olağanlaştırıldığını görmenize yetecektir. Kadın ve erkeğin izdivacı ortak bir hayata hükümet etmek içindir. Birinin diğerini egemenliği altına alması için değil. Zira kimse kimsenin ne mülkiyeti ne de sahibidir. Sahiplik mülkiyet için geçerli olan bir ilişki biçimidir.
Erkekle kadının evliliği ile oluşan bağ sahiplik değil aitliktir. İyelik bağı, hükmedip her türlü tasarrufta bulunmayı, aitlik bağı ise hukuki sınırları ifade eder. Kadına yaptıkları zulüm ve şiddet konusunda dinde mesnet aramaya kalkanlar boşuna uğraşıp elleri boş döneceklerdir. Bu durumda geriye tek bir şey kalıyor, töresel kültürü yardıma çağırmak. Kocanın karısını dövmesinden hocanın talebesini falakaya yatırmasına kadar daha bir sürü fıtrat dışı alışkanlıklar kadın karşısında erkek zorbalığını cesaretlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Kadına şiddete sonuna kadar karşı çıkmalıyız, lakin bundan da önce insanın insana, insanın tabiata ve kendisine karşı direkt ya da dolaylı şiddetine dur dememiz şarttır. İnsanı biyolojik varlık-beşer- olmaktan insan olma derecesine çıkartan şey; şiddet, kan dökücülük ve fesat sarmalından kendini kurtarabilmesidir.
Beşer bidayette bu evsafta yaratılmıştır. Onu insan kılan etrafını tahrif ve tahrip etmesi değil, onarıp tedavi etmesidir. (“Bir işe koyuldu mu yeryüzünde çalışır çabalar, orayı bozmak, ekini, soyu sopu helak etmek için uğraşır. Allah’sa fesadı sevmez.”-Bakara 205) İnsan eliyle şiddetten pay alan sadece insan nesli değil, tohumdan ekine kadar bütün kâinatta bundan nasibini almaktadır.
İnsan şiddet gördüğü kişi ya da mekanizmaya karşı koyamadığında aynı muameleyi güç yetirebileceği kendinden zayıf bir beden üzerinde denemeye çalışır. Kadına şiddet uygulayan erkeklerin önemli bir kısmında ne yazık ki bu şartlarla baş edememe sıkıntısı öne çıkmaktadır. Öfkesini evindeki karısından ya da çocuklarından çıkarmak gibi.
Yine şiddet mekânı olarak evlerin ön sıralarda yer aldığını düşünürsek karı-koca ilişkilerinde saadet yuvası olması gereken evlerin sosyoekonomik ve kültürel kırılmalar neticesi eşler için nasıl zindana dönüştüğünü görürüz. Tüketim toplumlarında en zor şey sosyal adalet dengesini kurmak ve korumak olsa gerektir. Bu tesis edilmediği zaman aile içi huzursuzluk kendine bahane bulmakta hiç zorlanmayacaktır.
Diğer taraftan değerler eğitimi dediğimiz eğitimin sadece orta dereceli okullara değil bütün topluma verilmesi gerekir. Yetişkin insanların eşlerine nasıl davranması gerektiği, öfke kontrolü, sabır eğitimi, kanaat bilinci gibi hasletler halk eğitim mantığı içerisinde verilebilir.
Kim ne derse desin Türkiye’nin sosyoekonomik, sosyokültürel ve asayiş meselelerinin özünde göç olgusu yatmaktadır. Şehirde yaşayıp da şehir standartlarını tutturamayan ve şehirli olamayan insanların çatışması sadece sosyologları değil bütün sorumluluk sahiplerini de ilgilendirmektedir.