İnsan, kendisine bir yol haritası çizerek yaşamını sürdürme çabalarına anlamlı bir istikamet belirleyebilir. Bu yol haritası onun yaşamını sürdürürken hangi değerler manzumesi ile birlikte hareket etmesi gerektiğinin şuurunu da içinde taşımalıdır. İnsan kendi başına yaşayan bir varlık değildir. Birlikte var olduğu varlık kategorileri ile sağlıklı ve sahici bir ilişki zemini kurduğu zaman kendisinin de sağlıklı ve sahici bir yaşamı inşa etme istidadını geliştirmiş olur. İnsan, salt kendisi için yaşamaya başladığı andan itibaren varlık ile bir çatışma zemini doğurur. Çünkü çatışma salt kendi yararını öncelemekle başlar.
İnsanlık tarihi boyunca anlam arayışı ve insanın kendi yaşamına yönelik beklentisi hep var ola gelmiştir. Fakat bu beklenti ara kesitler dışında tarihsel sürekliliği içinde anlamlı bir karşılık bulamamıştır. İnsanlığın tarihsel sürekliliğinde ara kesitlerde sürekli bir uyarıcı/elçi gönderilmiş ve insanlar sahici ve sağlıklı bir zemine davet edilmişlerdir. Ancak çok kısa bir zaman sonra insanlar kendi nefislerinin ve şeytanın ayartıcılığı karşısında yenik düşerek çatışmaya bıraktığı yerden devam etmişlerdir. Vahyin geride bıraktığı izlerden hareketle kurgulanan felsefi yaklaşımlar, bakışlar, yöntemler ise insanlığın hem kendi iç çatışmasını, hem kendi türleri ve cinsler ile yaşadıkları çatışmayı ve hem de kendi türlerinin dışında kalan türler ve cinslerle çatışmayı çözüme kavuşturamamışlardır. Çok tekil örneklemler dışında bir örneklik dahi ortaya konamamıştır. Bu çatışma zemini bilimsel çalışmalara yönelmeyi öne çıkarmıştır. Madem bir çatışma var; o zaman bu çatışmayı kazanmayı öncelemek gereklilik olarak öne çıkmıştır. Fakat bilimsel gelişmeler ve hatta modern dönemi dikkate aldığımızda teknolojik üstünlük; hem sosyal zeminde hem doğada yeterli bir üstünlüğü sağlamasına rağmen barışı ikame edememiş ve çatışmayı ise zorunlu bir kategori olarak yaşamın parçası haline dönüştürmüştür. Bu sefer hem iç çatışma ve yabancılaşma hem de dış varlık ile çatışma ve yabancılaşma ağırlık kazanmıştır. Bugün bu çatışma ve yabancılaşmanın her türlü örneğini gözlemleme imkânını bulabilmekteyiz. Yaşadığımız her örnek bize bu çatışmanın ve yabancılaşmanın bir imgesi olarak sunulabilinmektedir. Modern bilgi sadece bu çatışmayı ve yabancılaşmayı derinleştirmekten fazla bir işlevselliğe sahip olmaktan öteye geçememektedir. Bütün bu fesada karşı dindarların/Müslümanların doğru bir örneklik ortaya çıkarmalarının zemini katmerli bir karanlık ile örtülmüştür. Bu durumu değiştirme çabaları ise sadece karanlığın artışına neden olmaktadır. Arayış ise bitip tükenmeden sürdürülmeye devam ederken, yeni arayışların sahih ve sahici bir karşılık bulma yöntemleri ise hala kapalı kapılar ardında saklı bulunduğu yerde bulunmayı beklemektedir.
İnsanlık tecrübesi, insanın kendi arayışının anlamını keşfetmek için kendisine yeterli bir yol göstericiliğe sahiptir. Mesele, bu tecrübenin neye tekabül ettiği konusunda açık bir yüreklilikle değerlendirmeye almak ve doğru sorular sorarak hakikate yönelik beklentiyi saf bir yaklaşım ve bakış ile desteklemeyi irade edebilmektir.
İçinde var olduğumuz olgu insanı sürekli kirleten bir özellik taşımaktadır. Bu kirlenmeyi arınmaya dönüştürmek ve kirlilikten azade kalarak arınık bir şekilde insanın anlamını ve tecrübî birikimini dikkate alarak yeniden bir anlam arayışına çıkmayı sağlayacak şey; bir sıçrama becerisidir. Bu sıçrama ile kirlilikten azade kılınarak yeni bir duygu durum üzerinden anlam arayışını temellendirmek ve insanın kendisini bulabileceği, kendisiyle barışık olabileceği bir zemine sıçramak mümkün olacaktır. Hem insanın ve her şeyin kirletici pozisyonunu idrak ederek yola çıkmak çok önemlidir. Çünkü arınmadan/tövbe etmeden hakikate açıklık kazanılamaz! Hakikate açıklık kazanılmadan ise doğruya ve iyiye ulaşmak imkânsızdır. Çatışmayı ise ancak hakikate açık bir gönül üzerinden gidermek mümkün olacaktır.
İnsan, başkasına yaslanmadan kendisi olarak var olduğunda kendisi olur. Böylece varlık skalasındaki asli yerini alır. Kendi özneliğini başka öznelikler uğruna heba etmeden yaşamını sürdürürken, kendi asli öznelliğini ise başkalarının özne oluşu için feragat ve fedakârlık yaparken sadece kendisi olma hüviyetini eksene alır. Bu kişinin kendisi olarak var oluşunu tamamlayana kadar sürdürülmesi gereken bir konumu ihtiva eder ve insanın kemale yürüyüşündeki en başat öğe olarak yerini alır. Başkası için yaşamak insanın kendisi için yaşamasının kapısıdır. Ego çukurundan çıkmanın yolu, kendi benliğini hakikatin işareti olarak başkaları için sere serpe sermek ve egosunu onların yola revan olmalarının imkânına dönüştürmesidir. Kirlenmenin ayyuka çıktığı bir zeminde başkasına yaslanmak yerine kendi iman/güvenine ve öz güvenine dayanmak en temel çıkış noktasıdır. Bu başkalarını göz ardı etmek veya onları dikkate almamak değil! Bilakis, dışarıdan kendisini kirletmeye matuf her şeyden sakınmanın bir yöntemi olarak ele almaktır.
İnsanın kendisini tekmil etmesi için gerek şart: şikâyetçi olmaktan kurtularak yapılması gerekeni öncelikle kendisinin yaptığı bir zemine sıçramasıdır. Sürekli başkalarının yanlışları üzerine kurulu olacak bir bakış olumsuz psikoloji dediğimiz şeye duçar kılarak insanı zaafa uğratır. Sürekli yakınma hali, yapılması gerekeni yapmamayı beraberinde taşır. Bu durumdan kurtulmanın yolu, şikâyet yerine yapılması gerekeni bizzat kişinin kendisinin yapma iradesine sahip çıkmasıdır. İnsan, insanların toplamının taşıdığı özü içinde taşıyan bir var olma hüviyetine sahip olandır. Bu yüzden kendi hüviyeti içinde ‘gönderilmiş elçilerin’ dün yaptığını bugün yapma istidadını idrak ederek yola revan olmalıdır. Bu onu örneklik düzeyine çıkartarak her şeyi kendisine destek olmaya yöneltecek bir vasatın kurulmasına zemin olur.
Sürekli kendisine bir başkasını dayanak kılmak insanı zaafa uğratan bir durumu inşa eder. Bu da insanı en zayıf varlık halkasına taşır. İnsan, özü itibarı ile varlığın kendisine musahhar kılındığı bir varlık olmakla birlikte, özünden uzaklaştıkça varlığa mahkûm olarak kendi özünden uzaklaşarak yabancılaşmaktadır. Bu durum ciddi bir sorun olarak önümüze düşmektedir. İnsanın Allah’a dayanması ise insanın kendi dışındaki varlıktan uzak durmasına ve onlara güvenerek varlığını idame etmesine bir itiraz olarak görülmelidir. İnsanın tek dayanağı; kendisini var eden Allah/Yaratıcı kudrettir…
Dayanağını Allah (cc) olarak belirleyen insan, kendi varlığını sahih ve sahici bir zeminde inşa ederken, başkalarına yönelik yaptığı iyilik ve güzellikler ile de kendi varlığının sahih ve sahici zeminini güçlendirmeye devam ederek şahitlik konumunu elde ederek başkalarının da bu sahih ve sahici zemine yönelmelerine bir imkân oluşturur. İşte çıkış noktası buradan başlar. Ama bu noktanın öne çıkartılması için gerekli bir şey daha vardır: o da insanın içine yönelmeyi başarabilmesidir.
İnsan, dışa dönük konuştuğu kadar içine dönük konuşmaya başladığı andan itibaren olgunluğun basamaklarını tırmanmaya başlar. Dışa konuşmak insanı indirgemeye tabi kılan ve sürekli farklı etkenlerin devrede olduğu bir zeminde kirlenmeye matuf bir arzuyu da dışa vurur. O yüzden dışa konuşmak yerine önceliği içe konuşmaya verdiği andan itibaren insan kendisine gelme ve meselenin neliğini doğru anlama konusunda bir adım atmış olacaktır. Bu aynı zamanda kişiyi konuşmaktan öte işitmeye ve dolayısı ile dinlemeye yöneltecektir. Bu önemli bir aşamadır.
İşte insanın dışa konuşmasından içe doğru konuşmaya yönelmesi ile kendisinde bir farkındalık oluştuğu zaman işitme/dinleme zamanı gelir. İşitmeye açık ve sözü dinlemeye başladığı zaman kendisini bulur, kendisi olur. Neyin doğru ve neyin yanlış olacağına dair içsel bir tecrübe ile itminana erer. Ki bu da kişiyi tam istenen kıvama getirir. İçe konuşmaktan kastın dışa konuşurken ikili bir yapıyı dikkate alarak içe dönük ikili konuşmayı da içermelidir Yani içe dönük konuşmada hem kendi nefsime konuştuğum gibi hem ruhumun bana konuşmasını da bir anlam olarak içerecek şekilde düşünmekteyim. Tıpkı bir insan dışa konuşurken muhatabına konuştuğunda aynı zamanda kendisine de konuştuğu zaman hakiki bir şey yapmış olacağı gibi…