1- Sorun
Sayın Cumhurbaşkanımız, sarayda muhtarlara yaptığı bir konuşmada şöyle dedi: “Değerli kardeşlerim, çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım. Sevgililer sevgilisi peygamberimiz: “Küllüküm râin ve küllüküm mesulün an raiyyetihi (Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinden mesulsünüz)” buyuruyor. Mesele bu. Bunu, anlayan anlar; anlamayan anlamaz. Anlamayanların geldiği yer belli. Biz, işimize bakarız.”
Sünnilerce “Sahih” kabul edilen Buhari, Neseî, Ebu Davut ve Ahmet b. Hanbel’in Hadis kitaplarında geçen bu Hadis, İslam toplumlarının 1400 yıllık ve hâlâ devam eden siyasal kodudur. Bu kodun, Türk siyasal hayatında etkin bir tarihi vardır: “Türk siyasal iktidarında başka bir şeyi ifade etmek üzere kullanılsa da “Çoban Sülü” diye bir deyim var; ama çobanlık, yapılan işin niteliği anlamak için yerinde. Yerinde, çünkü sağ muhafazakârlığın “lider imgesi” ve liderin yapıp ettikleri kitle ile ilişkileri ile çobanın “kendi” sürüsüyle kurduğu ilişki neredeyse benzeştir. Sürüdeki her ferdin adını, meselesini, ilişkilerini, akrabalık bağlarını bilir; bunu önemser ve hissettirir. Sürü, ilgilenildiğini bilir; kendisine uzatılan elin dönemlik değil, sürekli olduğunun farkındadır. Burada Greklerin aksine, çatışma ve çelişkileri önlemek üzere “norm ve kuralları” geliştirmek değil; sorunun ortaya çıkmasını baştan engellemek üzere koşulan bir enerjinin varlığı söz konusudur. (Ahmet Çiğdem, Mucizenin Etik Uğrağı. Ank. 2019. S 97) Siyasal atmosfer ve iklim, islam dünyasında olduğu gibi, Türkiye’de de bu kod altında çalışmaktadır.
2- Sorunun Kaynağı,
- Âbid Cabiri, “İslam’da Siyasal Akıl” adlı çalışmasında Fransız siyaset felsefesi düşünürü M. Foucault’dan esinlenerek Yunan-Batı ve Doğu-Ortadoğu toplumlarında siyasal kodun farklılığı üzerinde durur. Câbiri, şöyle diyor: “Foucault, hükümdar veya başkandan “sürü”yü güden “çoban” üreten tasavvurun, Yunan veya Roma düşüncesindeki yaygın tasavvurlardan olmadığını belirtiyor. O, Fransızca metninde koyun, sığır ve sürü terimlerini kullanıyor. Biz ise, Arapçada aslında hayvan güden anlamında “Ra’î” ve güdülen hayvan anlamında “Ra’iyye” sözcüklerini kullanıyoruz. Bununla birlikte, Homeros’a nispet edilen bazı metinlerde bu tasavvurun bazı izleri bulunuyor. Ancak, siyasetle ilgili temel Yunan ve Roma metinlerinde kesinlikle yoktur. Öte yandan bu tasavvuru, eski Doğu uygarlıklarında, Mısır, Asur, Filistin’de çok yaygın olarak görüyoruz. Sözgelimi Firavun bir çoban olarak görülüyordu: Taç giyme törenlerindeki özel kutsamalar çerçevesinde “çoban” sopasını kuşanırdı. Babil hükümdarı ise, çeşitli sanlar arasında “insanların çobanı” sanını da kullanırdı. ”Çoban” sanı, sadece Hükümdarlara özgü değildi; Tanrı için de kullanılırdı. Babil’iler, Tanrılarını, insanları otlağa götüren ve beslenmesini sağlayan bir çoban olarak görüyorlardı. Firavun Mısırında, tanrıya yaptıkları dualardan biri de şuydu: “Ey bütün insanlar uyurken uyanık kalan tanrı, sürünün en iyisi ile doyuran sensin.” Foucault, şu eklemeyi yapıyor: “Burada hükümdar ile tanrının her ikisine de “çoban” sözcüğünün kullanılarak birlikte söz konusu edilişi, zorunlu bir şeydir. Çünkü ikisi de aynı işi yapıyordu; güttükleri sürü aynıydı. Hükümdar, en büyük çoban olan tanrının yaratıklarının işlerini yürütmek üzere uykusuz kalan bir çobandır. Bunun için dualarında tanrılarına şöyle sesleniyorlardı: “En büyük koruyucu! Yeryüzünün korunmasını ve beslenmesini sağlayan sensin! Bizi otlağa götüren sensin. Her iyiliği sağlayan sensin.” (M. A. Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl. çev: V. Akyüz. İst. 1997. S.75)
a- Câbiri, M. Foucault’nun Doğu toplumlarında siyaset alanında işleyen “çoban-sürü ilişkisi” ile Yunandaki siyaset düşüncesinin arasındaki farkı dört madde halinde aşağıdaki gibi özetlediğini söyler:
b- Öncelikle eski Doğu düşüncesindeki çobanın otoritesini, bir sürüye uygulandığı halde; eski Yunan düşüncesinde ise, “sürü”ye uygulanmamakta; yeryüzüne uygulanmaktadır. Böylece, Tanrılar ile insanlar arasındaki ilişki iki coğrafyada birbirinden ayrılıyor. Yunan düşüncesinde tanrılar, yeryüzüne maliktirler ve bunun sayesinde insanların kaderlerine hükmederler; oysa eski Doğu düşüncesinde tanrı, kullara maliktir, onlara yeryüzünü verir veya vadeder.
c- Çobanın görevi, sürüyü toplamak ve yönetmektir. Hiç kuşkusuz, Yunan düşüncesindeki siyasi başkanın görevi, “kent” içinde barış ve güvenliğin yürürlükte olmasını sağlamak, birlik ve uzlaşmayı sağlamaktır.
d- Doğu düşüncesindeki çoban, sürünün esenliğini sağlar; Yunanlılar ise, tanrıların kenti kurtardığını söyler. Çoğu kez, erdemli başkanı, gemiyi kayalardan uzakta tutup karaya oturmaktan kurtaran kaptanla karşılaştırırlar.
Greklerdeki kent başkanının kararları herkesin yararı için olmalıdır. Başkan olarak görevi, ona bunu zorunlu kılıyor. Görevinden sapıp, kendi çıkarlarını gözetirse, kötü bir başkan oluyor. Kamu çıkarlarını gözetmesinin sonucu olarak eriştiği karşılık, halkın onu ölümsüzleştirmesidir (kahraman-hero). Çoban ise, sürü için, “görev” düşüncesinden değil; “içtenlik (bağlılık-sorumluluk)” dürtüsüyle hareket eder. Sürüsüne bağlıdır. Onun için uykusuz kalır; sürekli işi budur.
Foucault, Hristiyan ortaçağ Avrupa’sında Kilise kontrolündeki devletin ve ona başkaldırarak kurulan modern “Ulus-Devlet” mantığının, -Hristiyanlık ve Kilise aracılığı ile (İG)- Doğu düşüncesindeki “çoban-sürü ilişkisi”ne hâlâ derinden bağlı kaldığını belirtir. (Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl. S. 76-80). Nitekim bu kodun genel hegemonyası altında olan Hz. İsa’da: “Ben, yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim” (Matta.15. Bölüm. 24. Cümle/ayet.) demiştir. Peygamberimizin mezkûr hadisi de, aynı kodun dile gelmiş halidir.
3- Sorunun Çözümü
Arap yarımadasının derin tarihi olan Güney Arabistan’da, Yemen bölgesinde Yunan koduna yakın siyasal bir kod daha mevcuttu. M.Ö II veya III. bin yıllara dayandığı rivayet edilen ve Sebe Krallığından da önce gelen “Main Krallığı”nda siyasal yönetim tarzı Yunan site yönetimlerine ve Roma devlet yapısına yakındı: Kur’an’da Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara tavsiye edilen “Şura” ilkesi, bu geçmişten geliyor olmalı: “Krallık yönetiminde şehirlerin özel bir yeri vardı. Bu sistemde her bir şehir küçük bir krallık gibidir. Kendine has ilahları ile anılan bu şehirler, merkezi yönetime bağlı olarak işlerini “istişare” meclisleri aracılığı ile yürütmekte idiler. Başkent Main dışında Berakış, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harîm, Lûk, Kumne, Beydâ, Nesca, Nestum, Magusum, Yemendeki önemli şehirlerden sayılmaktadır. Bunların dışında “Kebir” unvanını taşıyan ve doğrudan kralı temsil yetkisine sahip yöneticilerin yer aldığı “Eyalet” vardır. Bu kimseler, siyasete doğrudan müdahale etmeyip, yetkilerini sadece krallığın ve halkın hukuki meselelerinin çözümünde kullanmaktadırlar. Ayrıca devlet yöneticilerinin katıldığı ve siyasi mali ve hukuki işlerin görüldüğü “Müseddet” adı verilen “Senato” meclisleri vardı. Nitekim ortaya çıkarılan kitabeler, ülkede kralın otoritesi yanında, halk ve kabile meclislerine temsil gücü tanıyan bir düzenin geçerli olduğu görülmektedir.” (Mehmet Kelpeten, İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan. İst. 2016. S. 33)
Main krallığından sonra kurulan “Sebe Krallığı”nda da benzer bir yapının olduğu Kur’an’dan anlaşılıyor. Bir Yahudi Kralı olan Hz. Süleyman’ın mektup yazarak tehdit ettiği Sebe Melikesi, tipik Doğu despot krallarının neler yapabileceğini tahmin ederek (27-Neml/34), “senato”yu toplantıya çağırmış ve onlara şöyle demiştir: “Ey yetkililer, durum hakkında bana görüşlerinizi söyleyin. Sizler olmadan, sizlere danışmadan ben bir karar veremem.” (27-Neml/32).
Kur’an’da Hz Muhammed’e kamu işlerinde “istişare” yapmasının tavsiye edilmesi (3-Âl-i İmran/159) ve Müslümanların bütününe kamusal işleri aralarında “Şura” ile çözmelerinin emredilmesi (Şûra-42/38), kamusal/politik işlerin (emr) ehline/uzmanına, liyakatlisine (Nisa-4/58) verilmesi, böyle bir politik atmosfer ve geçmişten geliyor olmalı. Ayrıca Bakara suresinin 104. ayetinde müminlerin Hz. Muhammed’e “Bizi güt (ra’inâ)” deme yerine, “Bize ihtimam göster, gözet, bak (unzurna)” demelerinin tavsiye edilmesi, yine bu politik atmosferin ve geçmişin yansımasıdır. Ancak, Müslümanlar, Pers ve Bizans’ın etkisi ile Muaviye ihtilalinden sonra Doğu’nun ve Ortadoğu’nun kadim ve etkin “çoban-sürü ilişkisi”ne (saltanat) tekrar geri dönmüşlerdir: “Bizde “çoban”ın bir tek olduğuna pek az dikkat edilir. Sayıları az bile olsa, bir tek sürüye karşı çobanların sayısının artması, çoğunlukla tanrıların çoğalması gibi algılanır. Dolayısıyla, din alanındaki “şirk”in kabul edilebilir ve makul olmayışı gibi; yönetici de, yönetilen de, yönetimde “ortaklık”a siyaset alanındaki küfür ve ilhad olarak bakarlar.” (Cabiri, İslamda Siyasal Akıl,81). 1400 yıl boyunca İslam toplumlarında ve yakın Osmanlı tarihinde bu kod etkinliğini sürdürmüştür.
Cumhuriyet döneminde de Saltanat ve Hilafeti lağv ettikten sonra geçtiğimiz “Tek-Parti” dönemi, arkasından gelen “Askeri Vesayet” ve onu illegal yollardan yıkıp yerine geçmek isteyen bir “Korsan Çoban(mehdi(fetullah)” olayı, hep bu kodun değişik tecellileridir. Oysa Kurumsal-Hukuki “norm” geliştirme olarak ortak akla dayanan Anayasal Demokrasi, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik ve Hukuk Devleti, Avrupa’nın ve ABD’nin, uzun süren ve acılı deneyimlerden sonra geliştirdikleri, toplumsal maslahata uygun siyasal aparatlardır. Yönetimin kültürel ruhu ise, yönetenlerin ve yönetilenlerin kimliğine göre değişebilir. Örneğin, eğer Müslüman iseler, “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” olur. “Makasidu’ş-Şeria/Şeriatın maksatları” (Malın, Canın, Din özgürlüğünün, Aklın/düşüncenin, Onurun korunması) ile “Devlet”in meşruiyeti (rejön de ta) aynileşir.