İki bin altı yılında üç yıllık yurtdışı görevinden dönüşümde, havaalanından başlayarak yüzüme çarpan gerçek şuydu: Birden, soğuk, gergin ve mutsuz insanların yaşadığı bir ülkeye gelmiştim. İnsan mahşeri Kızılay’da yürüdükçe endişem arttı. Sanki birine kazârâ elim kolum dokunsa sert bir bakış göreceğimi, kötü bir söz duyacağımı hissettiren bir insan kalabalığı içine düşmüştüm. Daha kötüsü de olabilirdi: Kavga için sebep arayan bakışlar ve yüzler görüyordum. Etrafta tedirginlik ve huysuzluk yüklü, tatsız bir hava geziniyordu. Şaşırmıştım: Sıcaklığı, misafirperverliği ile şöhretli memleketim, bana üç yıl ayrılıktan sonra bu halde göründü. Dehşetli bir üzüntü içimi yaktı. Üzüntümü artıran buna bağlı çok şey vardı. Biri belki en fazla yakıcı olandı. Üç yıl, dünyanın huzurlu, mutlu ülkelerinde vazife gördükten sonra dönmüş değildim. İskandinav, Orta Avrupa veya Güney Asya ülkelerinden gelmiyordum. İki yıl Türkmenistan’da, bir yıl da Özbekistan’da TRT Temsilciliği etmiştim. Her iki ülkemiz de Sovyetlerden ayrılanlar arasında şartları en ağır olanlardı. Açık söyleyeyim: Her ikisi de tam bir diktatörlüktü. Tek adam rejimlerinin iki tipik örneği o ülkelerde yaşanıyordu. İnsanlar korku içindeydiler. Devlete bulaşmaktan çekiniyorlardı. Resmî işler ancak ilgili memurları görerek halloluyordu. İmkânınız yoksa sürünmeye mahkûm oluyordunuz. Fakirlik had safhadaydı. Günlük yaşamak ve bir türlü halletmek derdindeydiler. Buna da alışmışlardı.
ÇALIŞMAK ÇETİN İŞTİ
Bizim işimiz ayrıca zordu. Sokakta rastgele çekim yapamazdınız. İnsanlar konuşamazlardı. Bakanları konuşturmak bile Cumhurbaşkanlığının iznine tabi idi. Sorularınızı da görmek isterlerdi. Dostluk edebildiğinizi sandığınız insanlar bile sizinle konuşmaktan çekinirlerdi. Türkiye’ye geldiklerinde yakınlaştığım kimseler, profesörler, bürokratlar, bakanlar ofisime gelemezlerdi. Ziyaret için de onları sıkıntıya sokmamak için zorlamazdım. Mazurdular. Çünkü Sovyet zamanının anlayışına göre ben bir ajandım. Evet televizyoncu, gazeteci iseniz o dünyada siz açık ajansınız. Onlara göre gazeteci devletin özel adamıydı, öyle bilirlerdi. aşmayınız, Sovyet zihniyetiyle yetişmişler tamamen farklı, kurgu bir dünyada yaşarlar. Algıları dediğim gibi kesin çizgilerle ayrılmış kompartımanlarla çalışır. Üstelik ben devlet radyo televizyonun temsilcisiydim. Ekibim ve gördüklerimizi kayıt altına almak için âlet edevâtım vardı. Diğer devlet görevlilerinden daha önde istihbaratçıydım. Mutlaka böyle bir haber alma görevim vardı. Türkiye’nin çok itibarlı ve yüksek rütbeli ajanı olmalıydım. Böyle bakılan bir mesleği icra etmek zorundaydım. Bu şartlarda çalıştık. Bu şartlarda yaşadık. Fakat yine de insanlar bizdekilerden daha mutsuz görünmezlerdi. İnsan ilişkileri acımasız seyretse de böyleydi. Hangi durumda ne olacağı, neler yaşanabileceği belliydi. Bu belli alanların dışına çıkmamaya çalışıyor, kendilerini ona göre ayarlıyorlardı. Belki avantajları buydu. Hayatları çok zordu. Bu zorluklara rağmen insanların yüzü gülerdi. Selam verirler ve alırlardı. Sokakta kavga gürültü olmazdı ve insanlar herşeye rağmen gergin değillerdi. O ülkelerden gelip de Türkiye’yi böyle patlamaya hazır insanların yaşadığı bir memleket gibi görmek gerçekten ağırdı.
BU GERGİNLİK NEDEN?
İlk gördüğüm yakınımdan başlayarak her karşılaştığıma bu üzüntüden bahsettim. Çare aranacak bir derdimizle burun buruna gelmiştim. O gün bugündür üzerinde duruyorum. Adım adım bu havanın ağırlaşmasını izlediğim yıllardan sonra konu etrafında epeyce düşündüm. Neden böyleyiz? Türkiye’de insanlar çoğunlukla aç açık değil. Yarın aç kalacaklarına dair yakın bir görüntü ve ihtimal de yok. Çeşitli endişeler var. Belirsizlikler var. Geçim standardı, değişen ihtiyaçlar ve çocuklarının yarınından emin olamama belki bunların en önemlilerinden. Bitmeyen terör de belki bunlardan biri. Başka başka sebepler de eksik değil. Fakat bunların çoğu her yerde yaşayanlar için geçerli. Dünya ve hayat bu endişelerle örülmüş, insanlığın ortak derdi. Kat be kat fazlası geldiğim kardeş ülkelerde var. Ama onlar niçin bu kadar mutsuz değil? Çözülmesi zor denkleme bakar mısınız?
BU TOPLUM NEDEN MUTSUZ?
Neden bu haldeyiz, anlamak zorundayız. Kendimce bulduğum sebepleri belki uzun uzun bir yerlerde yazmalıyım. Burada bazı satırbaşlarını vermek ve tartışmaya açmakla yetineceğim. Sanırım bizde devlet hayatındaki değişkenlik gibi insan ilişkilerinde de değişiklik ve değişkenlikler büyük problem. Bu da yeni değil. Her derdimizi tarih içindeki köklerde aramak doğrudur. Onun için hep “iki asırdır böyle” dediğim durumlar yaşıyoruz. Yalnız şimdi geldiğimiz yer iki asırlık değişme maceramızın dibe vurmuş hâlidir. Bunu bilmek zorundayız. Problem şuradan başlıyor: Bunca değişiklik bizi sersemletti ve nasıl bir insan yetiştireceğimize karar veremez haldeyiz. Eskinin bütün alışkanlıklarını, yüzyılların âdet ve göreneklerini attık. Aile, çocuk yetiştirme, okul, toplum ve devlet hayatındaki gelenekler tuz buz oldu. Çocuklarımız, eski terbiyenin kaybolduğu bu yeni dünyamızda, yeni terbiye oluşmayan, neredeyse değerleri altüst bir yaşama rejimine doğuyorlar. Evet yeni bir terbiye ve yaşama üslubumuz yok. Yeni hayatın ölçüsü ölçüsüzlüktür. Kendilerine benzemeye çalıştığımız batı kendince bir terbiye ve ahlâk geliştirdi. Modern yaşayışın onlarda bir ölçüsü var. Bizde yok. Dünkü yaşama örneklerimizle beraber hayatımızı şekillendirme becerisi kayboldu. Yeni yaşama şekilleri yaratamıyoruz. Bunu günlük yaşayışın kelimelerinde, kavramlarında bile görüyoruz. Dikkat edin hepsi Frenkçe. İletişim çağında iletişemeyenler, iletişenleri taklid için onların sözlerini ve o sözlerle kurdukları hayat şekillerini alıyorlar. Bu da tam tutmuyor. Yavan ve hatta sahte bir hayat görüntüsü çıkıyor. Onların “lansman”ı bize “yaldızlı-frapan bir sahtelik” ve “banal bir görüntü” halinde yansıyor.
TEMEL PROBLEM AHLAKSIZLIK
Din dinlikten çıkmış vaziyette. O da sahici yaşama şekilleri sunmaktan uzak bir gösterişçilik ve sahtelik halinde hayatımıza iyilikler sunamıyor. Dîni de bu hale getirdik. İnsanı anlamıyoruz. Onun ihtiyaçlarını düzenleyen ölçülerden bile bile kaçıyoruz. Tabiî hukuk ve tabiî ahlâk da bize uzak. Bütün dinlerin ve sistemlerin özü o tabiî ahlâkın içinde. Din demeden de bunu yaşamak mümkün. Pozitivist ahlâktan bahsetmiyorum. Düpedüz ahlâk. Ölçüleri açık ahlâk. Şu din bu din olmaksızın, -hadi isterseniz yine öyle diyelim- ilâhî kanunlara bağlı ahlâk. Ahlâkı olmayanın hiçbir değeri olmaz. Apış arasını ahlâk saymaktan bahsetmiyorum. Dilimize gelen inşallah maşallahların bizi iyiye götürmek yerine yaptığımız kaçamaklara tutamak olduğu açık. Dindar görünme modasının tam bir sahtelik halinde hayatımızı sardığı bir dönemden geçiyoruz. Belki bunun için mutsuzuz. “Belki” değil muhakkak öyle. Bir çok kök sebebe bağlı huzursuzluğumuzda bu yapmacık sözlerin ve yaşayışların rolü büyük.
Bu gerginlik, mutsuzluk ve huzursuzluk hali geçmeyen hastalığımızdır. Sonuçları az çok belli. Kısadan en ağır olanını söyleyeyim: Birbirimizi sevmiyoruz. Birbirini sevmeyenlerin yaşadığı toplumda her türlü bozgunculuk yeşerir. “Kötülüklerin anası” budur. Son yıllarda sıkça tekrarladığım bir fikri burada söylemek yanlış olmayacak: Dünya bir araya gelse bize bu kötülüğü edemezlerdi. Trilyon dolarlarla elde edilebilecek bir sonuç değildir. Bunu enerjimizi heba ederek biz yaptık. Son yıllarda bu gerginlik, bu mutsuzluk kat kat arttı. Özel sebepleri de yukarda söylediğim hususlardaki azgınlıktır.
‘GÖRGÜSÜZLÜK’ BAŞA GEÇTİ
Şunu açıklıkla bilecek ve konuşacağız: Ölçüleri kaybolmuş bir toplumuz. İnsan topluluklarının ve devletlerin hayatı belli kuralların özü demek olan herkesçe kabul edilmiş, her davranışta gözetilen yaşama kanunlarıyla yürür. Ölçü dediğimiz bunlardır. Biz artık bunlardan mahrumuz. Göreceğimiz ve çare arayacağımız bir meseledir. ”Ölçü”den ne anladığımızı, toplum ölçülerinden ne anlayacağımızı uzun uzun konuşmak ve mutlaka anlamak zorundayız.Şu var ki ne kadar konuşsak yine de anlaşılacağını düşünemeyecek duruma geldik. Çünkü adı üstünde “ölçü” alacağımız temelleri kaybettik. “O halde ne diyorsun?” derseniz, kendimce başlayacağımız yeri söyleyebilirim. Yaşama kurallarının yeniden yerleşmesi, oluşması ve yerleşmesi bu diyeceğim hususa bağlı. Yekûn alacak olursak görgüsüz bir toplum olduk. Görgülü olmanın yollarını arayacağız. “Muâşeret” denen ölçüler bütünü hayatımıza yerleşecek. Birbirimize nasıl davranacağımız, nasıl teşekkür edeceğimiz, nasıl özür dileyeceğimiz, nasıl oturup kalkacağımız, nasıl sevişeceğimiz veya nasıl küseceğimiz, nasıl evleneceğimiz, nasıl çocuk yetiştireceğimiz.. hâsılı herşey bu görgü bütünü içindedir.
“Görgü”den hareket ederek ölçülü, dengeli, güleryüzlü, mutlu.. yeni bir hayat kurabiliriz.