Allah’a ve Resulüne inanmak, Ahirete, ölümden sonra diriltileceğimize inanmak, Allah’ın kitaplarına inanmak, meleklere inanmak…
Buralarda önemli bir ihtilaf yok.
Ayrıntılara girdiğiniz zaman ihtilaf bulabilirsiniz. Ama kim bilecek, kim soracak o ayrıntıları?
Bilenler, soranlar olmuş.
Mesela, Allahu Te’ala ahirette görülecek mi, görülmeyecek mi?
Ne kadar zor soruymuş?
Kelamcılar ihtilaf ediyorlar.
Görülecek ama dünyadaki gözümüzle değil.
Aslında ahiretteki gözümüzle de değil.
Mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde.
Hayır görülecek. “İla Rabbiha nazıra” Rablerine bakarlar demektir. Bakılınca görülür.
İyi de… O zaman Allah’a cisim isnat etmiş olmaz mısın? Nereye bakacaklar? Ne tarafa? Eğer bakacakları bir istikamet varsa yön isnat etmiş olmaz mısın?
Böyle derin, kuvvetli, hararetli tartışmalar.
Bu tartışmalara girmeden de Müslüman olarak hayatını sürdürebilirsin.
Nasıl olsa Allahu Teala’nın “Ala külli şey’in kadir” (Her şeye gücü yeter) olduğuna iman ediyorsun.
Fakat bazı inanma şekilleri siyasi sonuç doğurabiliyor.
Tersi de mümkün. Bazı siyasi durumlar da bir ‘inanma’ şekli ya da bir itikat maddesi doğurabiliyor.
Mustafa Akyol kitabının başlarında ‘kader’ ve ‘özgür irade’ üzerinde durmuş.
Emeviler döneminde kaderciliğin ‘devlet destekli ortodoksluğun’ bir parçası olduğunu söylemiş.
‘Kader’ gibi kelami bir mesele Emevi hanedanı için neden bu kadar önemli olsun?
“Bu kelami sorunun siyasi anlamlar içeren imaları var. İktidara bir ölçüde toplumun istişaresi sonucu gelen ilk dört halifeden farklı olarak Emeviler kuvvet kullanarak geldiler. Hanedanın kurucusu Muaviye ilk fitnede dördüncü halife Ali’yle savaştı. Muaviye’nin oğlu Yezid Kerbela’daki korkunç katliamda Ali’nin oğlu Hüseyin’i aile üyeleriyle birlikte vahşice öldürdü. Yolsuzluklarının, akrabacılıklarının, kibirlerinin, Arapçılıklarının yanı sıra bu şiddetleriyle de Emeviler çok düşman kazandılar.”
“Bu yüzden yanlarına alabilecekleri her türlü desteğe muhtaçtılar. Hiç kimse Allah’tan daha iyi destekçi olamazdı. Önce kendilerini daha yaygın kullanılan “Halife-i Rasulullah” yerine “Halifetullah” olarak adlandırdılar. Cebriye’yi yani kendi iktidarlarının Allah’ın kaderi olduğu düşüncesine yöneldiler. Kurbanları el-Cüheni’nin itham ettiği gibi “Ümeyye kralları mü’minlerin kanını döktüler, paralarını aldılar sonra da bizim fiillerimiz Allah tarafından takdir edilmiştir” dediler. Krallarından biri bir masumu öldürse “Kaderinde böyle yazıyordu” demeleri yetiyordu. Kadercilik, yani fiillerin Allah’ın yazgısıyla gerçekleştiği inancı yaptıkları kötülükleri mükemmel bir şekilde örtüyordu.”
Bu cümleler Mustafa Akyol’un cümleleri.
Ana fikrine iştirak ediyorum.
Cüheni’nin acımasızca idam edilmesinde İbnü’l Eş’as’ın Halife Abdülmelik ve veziri Haccac’a karşı giriştiği isyan hareketine katılmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Akyol’un da kitapta değindiği gibi, Cüheni, Hasenü’l Basri ile insanların fiillerinden mesul oldukları konusunda hemen hemen aynı fikirdeydi.
Cüheni’nin, dönemin siyasi şartlarının da etkisiyle fikrini fikir olarak bırakmayıp tatbik etmesi tarihin büyük zalimlerinden olan Haccac’ın (ve Beni Ümeyye’nin) bir zulmüne daha sebep oldu.
‘Kader’e bu kadar girdikten sonra şunu da ekleme ihtiyacı duyuyorum.
İmam Matüridi’nin Tevhid’indeki “Kader ve Kaza” bahsini bugünlerde okudum. İmam, özetle, kaderin, yani Allah’ın bilmesinin, insanın fiillerinden mesul olmasına mâni olmadığını tabii ki daha tafsilatlı ve daha vakıf bir lisanla anlatıyor.
Evet, fiilleri Allah yaratıyor. Ama biz tercih ediyoruz.
Özgürüz ve yaptıklarımızdan mesulüz.
Şu halde, sultanlar da mesul.
‘Kelam’dan bahsederken tarihe girdik.
Kötü de olmadı.
Tarihi hadiselerin, siyasetin, birtakım itikat maddelerinin teşekkülündeki etkisine dair bir misal göstermiş olduk.
Kitabın asıl çekişmeli bölümleri bundan sonra başlıyor.