Yeni siyasi partilerin, baş gösteren yönetim krizinin bir neticesi ve dolayısıyla ilgili krize cevap olma arzusundan doğduğu söylenebilir. Mevcut durumda Türkiye’de de aynı neden ve amaçla kuruluşunu ilan edip teşkilatlanmaya giden benzer siyasi yapılar görüyoruz. Bunlar arasında en çok ismini duyduklarımızdan biri de, geçmiş dönemlerde Ekonomi ve Dışişleri bakanlıkları yapmış Ali Babacan’ın liderliğinde kurulan Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA).
DEVA Partisi, neredeyse tüm il ve ilçelerdeki teşkilatlanmasını tamamlamış durumda. Bu iller arasında Şanlıurfa da var. Parti, Urfa’daki örgütlenme çalışmalarını eski Şanlıurfa Baro Başkanı Ahmet Tüysüz başkanlığında sürdürüyor. Biz de hem partinin Urfa’daki durumunu, hem ülkenin ve yönetimin genel sorunlarını, hem de Urfa’nın sorunlarına DEVA’nın ne dediğini İl Başkanı Av. Ahmet Tüysüz ile konuştuk.
‘İL YÖNETİMİMİZİN DÖRTTE ÜÇÜ HERHANGİ BİR PARTİDE SİYASET YAPMAMIŞ İSİMLERDEN OLUŞUYOR’
Siz, DEVA Partisi’nin Şanlıurfa Kurucu İl Başkanı olarak vazifeye geldiniz ve en son birçok ilçe de dahil, Urfa il teşkilatınızın yönetim kurulunu belirlediniz. Artık DEVA Partisi Şanlıurfa İl Başkanı’sınız. Urfa’da partinize olan ilgi nasıl bir seviyede ve yönetim kurulunuz ile ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Tüm Türkiye’de olduğu gibi Şanlıurfa’da da insanlar bir değişim arayışı içerisindeler. Çünkü gerek başını alıp giden liyakatsizlikler, yönetimsel ve siyasi sorunlar, gerekse sürüklendiğimiz ekonomik kriz insanlarda artık bir değişimin gerekliliği düşüncesini pekiştiriyor. Şanlıurfa’da partimize karşı çok olumlu bir izlenim ve yoğun bir ilgi var. Ben genel başkanımız sayın Ali Babacan’ın bu ülke için çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Bunu genel başkanımız olduğu için değil, siyasi geçmişindeki başarılı çalışmaları, baz aldığı referanslar, siyasete getirdiği yeni dil ve bakış açısı, istişare ve liyakata verdiği değer, oluşturduğu ekip, ekip ruhuna duyduğu güven ve hakkını teslim etme adına çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bu ekip ruhu ve bu yeni tarzın da bu ilgide çok ciddi payı var. Bu durum insanlarda güven duygusu uyandırıyor. Yeni kurulan ve herhangi bir partinin devamı niteliğinde olmayan farklı siyasi düşüncelerden oluşan, geçmişte de farklı siyasi partilerde siyaset yapmış ancak çoğunlukla da daha önce hiçbir partiye üye dahi olmadığını gördüğümüz kişilerden oluşan bir hareketiz. Bu tablo Türkiye genelinde de, Şanlıurfa özelinde de bu şekilde. Bizi bir araya getiren ortak endişelerimiz ve geleceğe beraber bakabilmemizdir. Her siyasi hareket belli bir ihtiyaçtan doğuyor, bu hareketlerin bir kısmı daha baştan ölü doğuyor ve hayat bulamıyor. Doğması, büyümesi daha çok halkta bir karşılığının olmasına bağlı olarak değişiyor. Gerek Türkiye genelindeki yapılanma gerekse de Şanlıurfa açısından oluşturmaya çalıştığımız tablo her bir kentin dinamikleri farklı da olsa bu yönüyle benzerlik göstermekte. Biz de il kurucu heyetindeki arkadaşlarımızla mesaimizi her kademede görevi en doğru kişiye verebilmek için harcıyoruz, istişare ile ortak akılla en doğru insanları seçmeye çalıştık, bundan sonra da aynı şekilde çalışmaya devam edeceğiz.
‘DÜĞMEYİ DOĞRU İLİKLEYECEĞİZ’
Bu işin ilk basamağı ve ilk düğmenin doğru iliklenmesine büyük özen göstereceğiz. Kriterlerimiz çok sade ve net: İyi insan olmak, ne iş yaparsa yapsın işini iyi yapmak, üretmek ve kendinden farklı olanın da hakkını savunabilmek. İlçe başkanlarımız da il yönetimimiz de bu çerçevede belirlendi. Mümkün mertebe Urfa’mızın tüm kesimlerini, tüm renklerini, belli başlı meslek gruplarını, ilçelerini, merkezi, kadınları, gençleri buraya taşımaya çalıştık. Bu nedenle aramızda milyonluk cirosu olan iş insanları da, pazar esnafı da var. Ziraat mühendisi de, çiftçi de var. Pedagog, eğitimci, gazeteci, muhasebeci, mali müşavir, avukat, emekli, asgari ücretle çalışan, endüstri mühendisi, tercüman, mimar, işletmeci, inşaat mühendisi ve ev hanımları da var. Bu listenin bir özeliği de 41 kişinin 29’unun yani 3/4’ünün daha önce herhangi bir siyasi partide siyaset yapmamış ve herhangi bir siyasi partiye üye olmamış kişilerden oluşması. Geri kalan 1/4’lik birim ise geçmişte HDP, ANAP, Yeni Parti ve AK Parti gibi farklı siyasi eğilimlere mensup arkadaşlarımızdan oluşuyor. Farklılıklarımızı birer zenginlik olarak görüyoruz, geçmişi de önemsiyoruz. Çünkü “Geleceğin geçmişte, geçmişin gelecekte saklı olduğuna” inanıyoruz. Ama ortak bir geleceğe birlikte bakabilmeyi daha çok önemsemiyoruz ve daha kıymetli buluyoruz. Geri bildirimlerimiz de gayet iyi çünkü kuşatıcı bir dil ve niyetle hazırlanmış bir liste.
Tepkilerse daha çok “neden ben de listede yokum” yönünde, bunu da olumlu bir referans olarak algılıyorum. İnsanların bu harekette yer almak istemesi bizi daha da heyecanlandırıyor. Başkan olarak başladığım, hatta henüz başlamadan gazetelerin yazması ile başlayan çok yoğun bir ilgi var. Ben günün neredeyse 15-16 saatini ya telefonla ya mesajla ya bana gelen misafirlerimle ya da benim gittiğim ziyaretlerle geçirmekteyim. Sabahın erken saatlerinden başlayarak gecenin geç saatlerine kadar süren çok yoğun bir ilgi var. Bu ilgi her geçen gün katlanarak devam ediyor. İl başkanlığı için yer ararken esnafımızın seferber oluşunu hiç unutamıyorum. Her gün onlarca esnaftan telefon geldi, “size uygun şöyle bir yer var ve biz komisyon ücreti istemiyoruz” diye, bakın bu çok önemli, bu ekonomik darboğaz ve krizde insanların üstelik çoğu siftah yapamadığı halde bir hizmeti partimize sunarken ücret dahi istememesini, asgari ücretle çalışan ve hiç tanımadığım insanların sokakta bize olan ilgilerini, “partinizin 1 yıllık su, çay ve şekeri benden” deyip desteklerini sunanların ilgisini gördükçe heyecanımız artıyor. İl binamızın tabelalarını asmak üzere iken tabelaları gören trafikteki araç sürücülerinin kornaları ile bize desteklerine bizzat şahit oldum ve bu çok hoşuma gitti. Tüm bunlar Urfa’da partimize olan ilgiyi gösteriyor. Diğer illerde de durumun bundan farklı olmadığını gözlemleyebiliyorum. Sosyal medyadaki desteğin de bunu teyit ettiğini görebiliyorum. Atmış olduğum bir tweet’in 80-90 bin kez görüntülenmiş olmasını da bu ilginin bir başka ölçüt olarak değerlendiriyorum.
‘URFA’NIN MUHAFAZAKÂR KİMLİĞİ DEĞİŞİME KAPALI OLDUĞU ANLAMINA GELMEZ’
Malum, Urfa kültürel ve dini muhafazakarlığın güçlü olduğu bir kent. Bilhassa 1980’lerden sonra, söz konusu muhafazakarlık üzerinden siyaset yapanların Urfa’da çoğunluğu elde ettiği görülüyor. Bunun en son örneği de mevcut iktidar partisi. Bu da Urfa’nın, şehircilik ve kentleşme, sosyal, kültürel, ekonomik, bireysel ve toplumsal özgürlük ve haklar, toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitim ve turizm gibi alanlarda ilerlemesi ve gelişmesi önünde handikaplar oluşturuyor gibi. Hem bir hukukçu hem de bir siyasetçi olarak siz de, böylesi bir durumu müşahede ettiğinizi söyleyebilir misiniz?
Kültürel ve dini muhafazakarlık, aslında bu değerlerin muhafaza edilmesi anlamına gelir ki, kültür ve inanç söz konusu olduğunda bu anlamlı ve gereklidir. Aslında bu değerlerin korunması, bu değerlere saygılı olunması ve sahip çıkılması ile saydığınız bütün alanlarda, şehircilikte ve kentleşmede, insan hak ve özgürlüklerinde gerek bireysel, gerek kolektif haklarda, toplumsal cinsiyet eşitliğinde ve her tür ayrımcılıkla mücadelede, eğitimden turizme toplumu kalkındıracak her tür alanda ilerleme kaydetmek arasında bir çelişki yoktur. Handikap oluşturan muhafazakarlıkla açıklanan politikalardır. Hukukçu olduğum için bunu daha rahat görüyorum. Hukuk muhafazakar bir disiplindir. Belli değerlere, sıkı sıkıya bağlıdır ama bu onun toplumu geleceğe taşıma rolünü engellemez. Tam tersine sağlam zeminler üzerine oturmasını sağlar. Urfa, çok önemli kültürel ve dinsel değerlere sahip. Sahip olduğumuz bu değerlerin öğretilerinden samimi ve burada yaşayan insanlar başta olmak üzere bütün insanlığın yararına kullanacak biçimde değerlendirmeliyiz. Bu bizim elimizde. Beceriksizliğe, popülizme, kayırmacılığa, sömürüye mazeret olarak kullanmayı bıraktığımız anda değerlerimiz hiçbir alanda ilerlememizin önünde engel olmaz. Tam tersine ilerlememizin itici gücünü oluşturur. Toplumsal cinsiyet eşitliği demişken ve yeri gelmişken benim çok önemsediğim kadının toplumdaki yeri önemli bir konu. UNICEF’in “Haydi Kızlar Okula” projesine gönüllü olarak çok ciddi katkı sunmuş bir kişi olarak ifade etmeliyim ki, toplumumuzda kadın her dönem geri planda bırakılmış, maalesef eşitlik hep sözde kalmıştır. Oysa toplumun yarısı kadınlardan oluşuyor ama en önemlisi de toplumun tamamını kadınlar yetiştiriyor. Biz partimizde yüzde 35 kadın kontenjanına yer veriyoruz. Sosyal medya hesaplarımızda da sık bir şekilde yer vererek davetimizin tüm kadınlara ulaşmasını istiyoruz. Çünkü birçok kadın “yer bulamam veya zaten ismim göstermelik yer alır” düşüncesiyle ekibe katılmaktan çekiniyor. Sizin aracılığınızla kadınlara tekrar sesleneyim. Biz parti teşkilatımızda etkili, aktif ve toplumun her kesiminden kadınlara kapımızı açıyor ve onları gerçek anlamda söz sahibi olmaya davet ediyoruz. Siyasete kadın eli değmezse, bu kirliliği biz erkekler maalesef temizleyemeyeceğiz ve genel başkanımızın tabiri ile “siyaset erkeklere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir”… Gelin yerinizi alın, sizin yerinize erkekler oturmasın. Kadın politikasına yönelik bu kötü tabloyu hep beraber değiştirelim. Kadınlar bu alanda olmazsa biz yarım ve eksik kalacağız, başarı şansımız hiç olmayacak.
‘MUHAFAZAKAR PARTİYE OY VERMEKLE SORUMLULUK BİTMİYOR’
Doğrudur, Urfa muhafazakar kimliğinin baskın olduğu bir kent. Ayrıca devletin 80’lerden bu yana çeşitli siyasi nedenlerle Urfa’da bir muhafazakarlık inşa ettiği de doğrudur. Urfa’nın muhafazakar oluşu bizce bir tehdit değildir. Örneğin liberal oluşu da tehdit olmadığı gibi. Devletin muhafazakarlaştırma politikasının nedenleri uzun bir hikayedir şimdi burada buna uzun uzun girmek niyetinde değilim. Sadece şunun bilinmesi lazım devletin işi, halkının en üst düzeyde bireysel hak ve özgürlüklerini teminat altına almaktır. Diğer yandan devlet projeli bir muhafazakarlaştırmanın dinle de bir ilgisi yoktur. Devletin bir amaca matuf sınırlarını çizdiği bir toplum mühendisliğidir. Bu yönüyle de bu değirmene su taşımak adına da Şanlıurfa daha çok bir “peygamberler şehri” olması hasebiyle muhafazakarlıkla özdeşleştiriliyor. Bu vesileyle de maalesef en çok burada kutsal olgular günlük siyasete alet ediliyor. Kaldı ki peygamberler toplumsal değişime öncülük etmiş insanlar, bu yönüyle de bana göre onlar esasında en radikal, en devrimci, en değişimden yana insanlar. Genel başkanımızın da daha önce ifade ettiği gibi, biz insanların dini duygularının sömürülerek siyasi çıkarlar için kullanılmasına toptan karşıyız. Düşünsenize bir çok kişi tamamen muhafazakar olduğunu düşündüğü bir partiye oy vererek dini vecibesini yerine getirdiğini ve üzerine düşeni yaptığını düşünüyor. Başka alanlardaki yetersizliklerini, başkasının hakkına girmeyi, hak ve hukuka riayet etmemiş olmayı, yolsuzluk yapmayı, adam kayırmayı artık önemsemiyor. Bir muhafazakar partiye oy vermiş olmakla tüm bireysel sorumluluklarından kurtulduğunu düşünüyor. Bu çok büyük bir yanılgı.
Bugüne dönersek Urfa’nın muhafazakar kimliği Urfa’nın değişime kapalı ya da değişime direnen bir kent olduğu anlamına gelmemektedir. Teorik olarak yaygın yapılan bir hata şudur; zannediliyor ki muhafazakarlık ya da muhafazakar insanlar değişime tamamıyla karşı çıkmaktadır. Muhafazakarlık değişime karşı çıkmaktan çok değişimin nasıl olacağı ile ilgilenir. Ayrıca, Urfa Kürt, Arap ve Türklerin bir arada yaşadığı çok kimlikli bir kenttir. Farklı kimlikler, çok kültürlülük sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü besleyen faktörlerdir. Bu açıdan bakıldığında Urfa “farklılığa saygı” potansiyeli hayli yüksek bir kenttir aslında. Muhafazakarlığı yaşamın, zamanın ve toplumsal beklentinin dayattığı değişimin önünde bir engel olarak görmemekteyiz. Her şehrin bir kimliği var. Nasıl her kimlikten insanın kimliğini aşındırmadan prensipler etrafında siyasi partimizde yeri varsa, siyaset anlayışımız da farklı kimlikteki şehirlere gerçekliğine ve ihtiyaçlarına göre atıf yaptığımız prensipler ışığında ulaşabilecek bir siyaset anlayışına sahiptir. Siyasetçiye düşen buradan yürümektir. Biz DEVA Partisi olarak Avrupa Birliği’nde vücut bulan çağdaş değerlere inanan bir partiyiz. Halkın din, düşünce ve vicdan özgürlüğü kadar ifade ve tercihlerine de saygı duyan bir partiyiz. Bize göre en makbul devlet hayatın işleyişine karışmayan devlettir. Başka bir deyişle devlet ne kadar görünmezse o kadar iyidir.
Her gün onlarca esnaftan telefon geldi, “size uygun şöyle bir yer var ve biz komisyon ücreti istemiyoruz” diye, bakın bu çok önemli, bu ekonomik darboğaz ve krizde insanların üstelik çoğu siftah yapamadığı halde bir hizmeti partimize sunarken ücret dahi istememesini, asgari ücretle çalışan ve hiç tanımadığım insanların sokakta bize olan ilgilerini, “partinizin 1 yıllık su, çay ve şekeri benden” deyip desteklerini sunanların ilgisini gördükçe heyecanımız artıyor.
‘LİYAKAT VE ADALET BİRBİRİNDEN AYRILMAZ İKİ PARÇADIR’
Bahsettiğimiz alanlarla ilgili sorunlara DEVA nasıl deva olmayı düşünmektedir?
Öncelikle, biz dünyaya tek tipçi, ne varsa bizde var, en doğrusunu biz biliriz diyerek bakmıyoruz. Çünkü kendimize ve toplumumuzun sahip olduğu değerlere çok güveniyoruz. Değerlerimizi, handikap gibi görülmesinden kurtarmamız gerekir. Bunun için de iletişim çok önemli. Gençlerle yaşlılar arasında, çocuklar ile yetişkinler arasında, kadınlar ile erkekler arasında, buralılar ile buralı olmayanlar arasında diyaloğu artırmamız gerek. Biz her şeyi kendimiz yapacağız demiyoruz. Hep birlikte yapabiliriz diyoruz. Onun için önce diyalog kapılarını açacağız, birlikte çalışmak ve üretmek için zemin oluşturacağız. Turizm, şehircilik, çevrecilik, kentleşme bunlar hem birbirinin içine geçmiş hem de yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi sorunlar ile iç içe geçmiş konular. Biz bunları bütün toplumsal kesimlerle birlikte çözmek üzere katılımcı mekanizmalar oluşturacağız. Örneğin, kadınların planlama süreçlerine katılımı hem toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile mücadelede hem yoksulluk ile mücadelede hem turizmde gelişme kaydetmek için önemli bir araçtır. Bunun yanında şu an yaşamakta olduğumuz her türlü ekonomik ve hukuki darboğazdan siyasetin bu daraltıcı, ötekileştirici, dışlayıcı tarzından kurtulmanın yolunun hukukun temel prensiplerinin ve tüm kurumlarının işlevsel hale getirilmesinden geçtiğini düşünüyorum. O zaman en büyük sorun olan özgür düşünme, düşündüğünü özgürce ifade edebilme, özgürce tartışabilme önündeki engeller kalkacak, hukuki bir güvencenin oluştuğuna inanan insanlar ortak bir mutabakatta buluşabilecektir. Günümüzde kötü yönetimin sebeplerinden biri olarak da görevi ehline vermemenin, liyakata göre hareket etmemenin çok önemli bir eksiklik olduğunu görüyoruz. Ben liyakat ve adaletin birbirinden ayrılmaz iki parça olduğuna inanırım. Adil olduğumuzda liyakatli olana görev vermemiz gerekir, aynı şekilde liyakatli olana görev verdiğimizde de zaten adil davranmış oluruz. Ancak günümüzde maalesef bu iki önemli özelliğin de tamamen yitik olduğunu görüyoruz. Tüm konularda tek kişinin tek başına karar vermesi, bir ekibin olmaması, istişareye ihtiyaç duyulmaması beraberinde yanlış karar alma sonucunu getirmektedir. Oysa en basit bir şirketin dahi kendi alanında pek çok farklı uzmanlıklardan oluşan departmanlarla idare edildiği bir zamanda çok büyük bir ülkenin çok eski bir usulle idare edilmesi, oluşturulan bir kısım kurullarda pek çok değerli uzmanların ise göstermelik bir şekilde bir arada bulunması, bir arada bulunanların ise özgür bir tartışma ortamı bulamaması, düşüncelerini ifade edecek bir zeminin yokluğu çok ciddi bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun en bariz örneği, pandemi dönemindeki bilim kurulunun içine düştüğü pozisyondur. Belli uzmanlık alanlarında çok yetkin insanlar bir araya gelmekte, düşüncelerini bilimsel verilere dayandırarak yol göstermekte, ancak bu bilim insanlarının düşüncelerine yeterince değer verilmemekte, onların yerine her şeyi en iyi ben bilirim tavrıyla karar vericiler, yine hiçbir uzmanlığı olmayan kişiler olmaktadır. Yine aynı örneğe benzer bir diğer yapı ise nicelik olarak sayısı 600’e çıkartılan ancak işlevselliği tamamen yok edilen TBMM’dir. Bu haliyle parlamenter sayısının artırılması ülkeye ekonomik bir yük getirmekten başka bir işe hizmet etmiş değildir. Tamamen işlevsiz bir mecliste parlamenter sayısını artırmaktansa azaltmak daha makul olacaktır.
‘KÜRT MESELESİ, YEREL YÖNETİMLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ İLE ÇÖZÜLÜR’
Urfa’da hemen her dönem HDP şahsında, “Kürt siyaseti” olarak anılan tarafın ikinci parti, diğer bir ifadeyle, ana muhalefet olma niteliğini koruduğunu görüyoruz. Hem bu siyasi yapının tabanı hem de tabanı ve destekçisi olmayan başka birçok Kürt, Kürt kimliği adına bazı siyasi, sosyal, kültürel, hukuki, iktisadi ve açık bir şekilde söylemek gerekirse, teritoryal yönetim anlamında “özerklik” gibi politik-idari haklar talep ediyor. Partinizin bu taleplere yönelik bir plan ve programı var mı? Varsa nedir ve hepsini karşılayacak bir nitelikte midir? Ayrıca bir Kürt olarak siz konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Adını doğru koyarak başlayalım; Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır. Bu konuda herkesin farklı fikirleri farklı çözüm önerileri olabilir. Mevcut iktidar bu sorunu çözmek adına “açılım süreci” ile bir süreç başlatmış, belli bir aşama kaydetmiş, sonradan içi sulandırılıp ‘milli birlik ve kardeşlik projesi’ne evrilerek eskisinden daha kötü bir noktaya getirilerek çözümsüzlüğe terk etmeyi tercih etmiştir. Özellikle ceza dosyalarında çok sıkça karşılaştığım bir pratik, açılım sürecinde insanlar fikirlerini açıkça beyan etmiş, sosyal medyada görüşlerini dile getirmiş ancak aradan uzun yıllar geçtikten sonra adeta devlet kendi vatandaşına tuzak kurmuş bir refleksle ve tamamen güvenlikçi bir politika ile o demokratik ve özgür ortamda beyan ettiği fikirleri soruşturma dosyalarına dönüştürerek insanları cezalandırma yoluna gidilmiştir. O dönem suç oluşturmayan bir eylem, yasada herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen evrensel bir ilke olan suç ve cezaların geriye yürümezliği prensibi yerle bir edilerek suçmuş gibi işlem görmüştür. İnsanların neredeyse yarısı örgüt propagandası suçundan sabıkalı durumdadır. Demokrasi açısından farklı fikirlerin oluşu demokratik zenginliktir. Parti programımızın girişini oluşturan temel hak ve hürriyetlerin, merkezi ve yerel yönetimlerle, eğitim ve kültür sanat bölümleriyle, Kürt meselesinin de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ile büyük ölçüde çözüleceğine inanıyorum. Programımızda yer aldığı haliyle, “Ülke kaynaklarının yerinde, verimli ve etkin kullanılabilmesi, demokratik temsilin geliştirilmesi ve demokratik kültürün derinleştirilmesi için yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bir zorunluluktur”. Parti programımız; anadil, anayasal vatandaşlık ve güçlü yerel yönetimler hususunda çok net önerilerde bulunmaktadır. Meselenin tanımlanması, içeriğinin doldurulması ve çözümünde yukarıdan aşağıya bir devletçi refleks yerine yatay düzlemde toplumla birlikte yapılması önemli. Siyaset kurumu gerek meselenin çözümü sürecinde gerekse de sonunda bireysel ve toplumsal özgürlükleri güvence altına alacak bir yaklaşımla pozisyon almalıdır. Sayın Genel Başkanımız da hak ve özgürlüklerin bir pazarlık konusu yapılmadan “tanınması gerektiği” hususunu daha önce defalarca dile getirmiştir. Diğer yandan güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüşü vaat ediyoruz. Demokratik bir olgunluk içerisinde her fikri, her ortamda tartışabilmeliyiz. Sayın cumhurbaşkanı defalarca Türkiye’de valilerin seçimle gelmesi gerektiğini ifade etti. Ancak şu an geldiği nokta, halkın iradesini hiçe sayarak seçilmiş belediye başkanları yerine kayyum atamak oldu. Bu bağlamda bir Kürt olarak Kürt sorununun benim için temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan liberal bir anayasanın yanı sıra yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ile çözüleceğini düşünüyorum.
‘DİNLEYECEĞİZ, İRDELEYECEĞİZ, ANALİZ EDECEĞİZ’
En son izlediğim bir sosyal deneyde çoğu Urfalının neredeyse kendi mevcut siyasi temsilcilerinin, yani milletvekillerinin isimlerini bilmediklerini gördüm. Siyasi temsilcilerin halktan bu kadar kopuk ve uzak oluşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Nitekim bunun doğurduğu en temel olumsuz sonuç, halkta siyasete dair bir güvensizlik, itibarsızlık ve vurdumduymazlık yaratmasıdır. Belki de diyebiliriz ki, “halksızlaştırılan bir siyaset” ortaya çıkmaktadır. Siz DEVA olarak bu güvensizliği, itibarsızlığı ve vurdumduymazlığı bertaraf etmek için neler yapmayı düşünüyorsunuz? Halkla ilişki ve iletişim kurma konusunda neler vaat ediyorsunuz?
Biz halkla birlikte olmayı, sadece bir halkla ilişkiler ihtiyacı olarak görmüyoruz. Bu bizim siyaset aracılığı ile halkın sorunlarının çözülmesi, ihtiyaçlarının karşılanması için vazgeçilmez olarak kabul ettiğimiz bir yöntemdir. Biz halkın kendi kendini yönetmesini sağlamak için aracılar olmaya talibiz. Dolayısıyla, esas yapmak istediğimiz onları ve iradelerini yönetim organlarına taşımak. Evet, şu sonuç çıkıyor sanırım. Halk maalesef birilerini bir yerlere getirmek için kullanılmış. Bir şeyleri değiştirmek için siyasete katılmamış, adaylar vekil veya belediye başkanı olabilmek için gerekli oyu alma çabasından öte bir çalışma sergilememişler. Bu sosyal deneyin en çarpıcı sebebi bu görünüyor. Urfa metropol, mega bir şehir değil, şehrin menfaati için çalışmayı dert edinmişseniz insanlara kendinizi tanıtabilirsiniz. Ama maalesef hepsi demesek de çoğu aday kişisel menfaatlerini ön plana alıp, seçildikten sonra şehre ciddi bir katkı sağlamamıştır. Bu da dediğiniz gibi halkta siyasete dair güvensizlik, irtibatsızlık ve vurdumduymazlık yaratmıştır. Biz bu durumu kırmak için her zaman sahadayız. Gün 24 saat. Çok net ifade etmeliyim ki, bu sürenin en az 15-16 saatinde halkımızla iletişim halindeyim. İşimiz belirli zümrelerle değil, ben ve ekibim halkın arasındayız. Onlara bize her durumda ulaşabileceklerini vaat ediyoruz, hiçbir mecrada hiç kimseyi engellemiyoruz. İlimizin sorunlarını onlardan dinliyoruz. Şu an için pandeminin çok yüksek seyri nedeniyle kısmen yüz yüzelik kesintiye uğramış olsa da temas halindeyiz, toplumsal olayların takipçisiyiz, hassasiyet gerektiren konularda sessiz kalmıyoruz. Bu sebeple il yönetim kurulu ekibimiz ve ilçe teşkilatlarımızda her meslek grubu ve her sosyokültürel alandan ekip arkadaşlarımız var. Dinleyeceğiz, irdeleyeceğiz, analiz edeceğiz. Bugün bir ev hanımının, mimarın, işsiz bir gencin, öğretmenin, altı çocukla ev geçindirmeye çalışan işçinin, turizmcinin, mühendisin, sağlık çalışanının, çiftçinin, mevsimlik tarım işçisinin sıkıntısı nedir, sorunu ilk ağızdan direkt muhatabından dinleyelim diye yönetimleri oluştururken geniş bir mutabakatla oluşturmaya çalıştık.
‘ŞANLIURFA’DA YOKSULLUK EN ÖNEMLİ SORUNLARIMIZDAN BİRİ”
Son dönemlerde yerel seçimlerin ve belediye gibi yereldeki idari ve temsil kurumlarının gittikçe daha fazla önem kazandığını görüyoruz. Bu önemin, üç merkez ilçeye sahip bir büyükşehir olan Urfa için de kayda değer büyüklükte olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Urfa halkından belediyelerin hem belediye içi hem de hizmet işleyişi konusunda ciddi şikayetler var. Mesela, en temel sorunun, liyakatı esas almayan nepotist yani kayırmacı bir anlayışın hakim olması olduğu söyleniyor. Yanı sıra yolsuzluk iddiaları sıradanlaşan bir hal aldı. Siz DEVA olarak yerel yönetim konusunda nasıl bir projeye sahipsiniz?
Yerel yönetimler, bir yandan yetkilerini ve sorumlulukları budanarak güçsüzleştirilmekte, diğer yandan da bahsettiğiniz gibi nepotizm ve yolsuzluklar ile değersizleştirilmekte. Bunu değiştirmemiz gerekir. Biz yerel yönetimleri, devletin en önemli organı olarak görüyoruz. Demokrasinin en güçlü araçları. Parti ile teşkilatlanmalarımız ve onların çalışmaları ile başladık yerel yönetim anlayışımızı göstermeye.
Biz bütün sorunların çözümünü toplumun farklı kesimleri arasında diyalog ve işbirliğinde görüyoruz. Bunun olabilmesi için yerel yönetimler önemli bir olanaktır. Ancak katılımcı bir yönetim biçimi, iyi bir planlama ve şeffaflık ile olabilir. Böylece yöneticiler akıllarına eseni estiği gibi yapamazlar. Plansız olunursa ihtiyaç çıktıkça çözüm bulunmaya çalışıldığı için katılımcı mekanizmaları işletmek zorlaşır. Bu nedenle biz her alanda köyün, beldenin, ilçenin, ilin ihtiyaçlarını ve bunların karşılanma yollarını gösterir planlar hazırlayacağız ve bunları hem hazırlarken hem uygularken katılımcı mekanizmaları en gelişmiş hali ile uygulayacağız. Daha önce de belirttiğim gibi, bu aslında ilin yoksulluktan, eşitsizliğe bir çok sorunu için de en önemli değişim aracı olacak. Bir çok insan hakları savunucusunun söylediği gibi, “eşitlik olmadan özgürlük olmaz.” Bunlar olmadan yoksulluk ile de mücadele edilemez. Bu yaklaşımı önemsiyoruz. Örneğin, yoksulluk en önemli sorunlarımızdan biri Şanlıurfa’da. Göçle gelen nüfus ile bu sorun daha da katlanarak büyüyor. Yoksulu ve göçmeni çok olan bir kentte sosyal belediyecilik daha da önem arz etmekte. Yoksulluk ile mücadeleyi adam kayırmacılıkla da geçici ve günübirlik yardımlarla da çözemeyiz. Kalıcı çözüm, çalışma hakkına ve çalışan herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir gelir elde etme hakkına saygı ile mümkün olacağını biliyoruz. Bu sonuca bir günde ve bir politika ile ulaşamayız. Ancak herkesi söz sahibi yaptığımızda, kaynakların nasıl kullanıldığının halk tarafından denetlenmesini mümkün kıldığımızda önlenen kaynak israfı bir çok kişi için istihdam olanağı yaratır, bundan gerçekten ihtiyacı olan yararlanır.
‘MEVSİMLİK TARIM İŞÇİLİĞİ YANLIŞ TARIM POLİTİKALARI İLE YARATILDI’
Mevsimlik tarım işçiliği klişe bir deyimle, “Urfa’nın kanayan yarası” olmaya devam ediyor. Fakat her nedense hiç kimse bu yaraya çare olmaya çalışmıyor. Her yıl binlerce aile kadın-çocuk, yaşlı-yetişkin demeden farklı şehirlere gidip kötü koşullarda çalışıyorlar. Çalışma ve ücret koşulları kötü olduğu gibi, barınma ve temel ihtiyaçları giderme koşulları da çok kötü. Hiçbir sağlık ve sosyal güvenceleri olmadığı gibi, çocukları ya tamamen ya da eğitim-öğretim yılının önemli bir sürecinde eğitimlerinden mahrum kalıyor. Daha önemlisi her yıl onlarca kaza meydan geliyor ve yüzlerce insan hayatını kaybediyor. Hatta o işçilerden birinin öfkeli bir şekilde, “paralı kölelik yapıyoruz” dediğini hatırlıyorum. Tahmin edeceğiniz üzere, ben de DEVA’nın bu yaraya gerçekten deva olup olamayacağını sormak istiyorum. Konuyla ilgili ne tür bir plan ve programınız var?
Mevsimlik tarım işçiliği yapısal bir sorun. Tarım ve toprak politikaları ile yaratıldı. Sonra da tarım iş sektörü düzenlenmeyerek yaratılan işçi nüfus doğanın ve işverenin insafına terk edildi. Çok ağır koşullarda çalışan ve yaşayan çok büyük bir nüfustan söz ediyoruz. Mevsimlik tarım işçileri sorunu Şanlıurfa için sürekli kanayan bir yaradır. Bu alanda yapılan çalışma maalesef istatistikleri tutup, bir grup karşısında sunum yapmaktan ileri gidememiştir. Bugün bizim şehrimizin varlıklı insanları yatırımını emlak ve inşaat gibi devamlılık arz etmeyen kısa süreli günlük veya haftalık yevmiye ile istihdam sağlamaktan uzak işlere yönelmektedir. İstihdam sağlanmayınca insanlar doğduğu yerde aç kalmakta, doyabileceği illere gurbete gitmek zorunda kalmaktadır. Bütün ayrıntıları ile sorunu biliyoruz. Bu alandaki çalışmaları takip ediyoruz. İşçinin söylediği doğru. Literatürde de, ‘kölelik’ olarak kabul ediliyor bazı mevsimlik tarım işçilerinin çalışma koşulları. İş akdinin serbest irade ile yapılması esastır. Serbest irade için tarafların eşit koşullarda olması ve birbirleri ile iletişimlerinin olması gerekir. Oysa mevsimlik tarım işçilerinin çoğu kışın hayatta kalmak için borç aldıkları dayıbaşının söylediği yerde ve onun belirlediği ücretle çalışmak zorundalar. Çalışmaları karşılığında aldıkları ücret, asgari ücret bile etmiyor. Her gün ve günde 10 saatten fazla çalışıyorlar. Elde ettikleri gelir, yoksulluk sınırının altında. Bu, en çok da çocukları etkiliyor ve yoksulluk döngüsünden çıkmalarını engelliyor. Yetersiz besleniyorlar. Sadece fiziksel olarak değil, duygusal olarak da. Çünkü bütün bir gün ve devamlı anne baba ilgisinden uzak kalıyorlar. Çalışma şartları sebebiyle çocukluklarını dahi yaşayamıyorlar. Bütün bunların farkındayız. Bu alanda üretilen stratejiler de soruna çözüm bulmaktan uzak. Örneğin, tarım işçileri için bulundukları illerde istihdam alanı yaratmak ve meslek kursları açmak gibi ilk bakışta çözümmüş gibi görünen önerilerden oluşuyor. Bunlar samimi de değil, gerçekçi de. Bir kere burada çalışan yoksulluğu var. Yani bu insanların işleri var ama anayasanın koruduğu asgari ücret hakkından bile yararlanamıyorlar, o nedenle yoksullar. Tarım devam edecekse, tarımda ücret ve çalışma koşullarını düzeltmeyi konuşmamız gerekir. Başka alanlarda iş yaratmayı ondan sonra konuşabiliriz. Yüzyıllardır Çukurova’da mevsimlik tarım işçiliği var. Artık orada yıllardır yaşayan aileler var. Yüzyıl önceki koşulların hüküm sürmesi kabul edilemez. Tarımın sürdürülebilir olması gerekiyor ama bu insan sömürüsüne dayalı olmamalı, olamaz da zaten. Bu şekilde hem insanımızı hem tarımımızı bitiriyoruz. Bu nedenle çok acil olarak tarım iş sektörünü düzenleyen bir yasa çıkarmalıyız. Çalışma ve yaşama koşullarının ve ücretin insan onuruna yaraşır hale gelmesinin bir maliyeti var, bu maliyet sorumlulukları ve elde ettikleri faydaya göre ilgili kurumlar arasında üstlenilmeli. Bunu sağlayacak bir yasal düzenleme ve planlama yapacağız. Herkes taşın altına elini koyacak. Şanlıurfa ülkenin en devasa topraklarına sahip. Bununla beraber yaş ortalaması 19,3 ile Türkiye’nin en genç nüfus sıralamasında birinci sırada yer alıyor. Tarımda asıl çalışacak olan da bu genç nüfus çünkü tarımdaki işçilik fiziki güce dayanıyor, yaşlıların bu işi yapması zaten mümkün değil. Hem en devasa topraklara sahip olmak hem de en verimli şekilde çalışabilecek kesim olan en genç nüfusa sahip olmak ama bu ikisini bir türlü bir araya getirememek ve buluşturamamak ayrı bir meziyet. Oysa bir kesişim noktası oluşturmak çok zor olmasa gerek. Ama kesiştiğimiz şey maalesef yollarda ekmek parası uğruna can veren insanımız…
Bir parantez açmasam eksik kalacak olan yanlış tarım politikalarının bir yönünü daha belirtmeliyim. Özellikle pandemi döneminde açık bir şekilde ortaya çıktı ki esasında altın, döviz, mal, mülk, para, petrol, lüks araçlar pek de önemli değilmiş. En önemli şey sağlıkmış, beslenmeymiş ve üretimmiş. Dışarı çıkamadığınız için paranız olsa da işe yaramıyor, lüks araçlarda depo ful olsa da çıkamıyorsunuz. Asıl kıymetli olan buğdaymış, mısırmış. Herkes kendi evinde ekmek yapmaya başladı. Yani vazgeçemeyeceğimiz şey tarımdaki üretim. Aslında pandemi gösterdi ki bu şekilde devam ederse belki de ileride tüm savaşlar artık petrol üzerinden değil, verimli topraklar için, buğday ve mısır için olacak dünyada… Hal böyle iken ülkemizin dörtte biri de çiftçilikle geçinmekte ve bu kesim de geri kalanları beslemekte iken tarımsal sektör neden bu kadar sahipsiz bırakılır? Şanlıurfa özelinde daha açık bir şekilde söyleyeyim tarım, neden DEDAŞ gibi bir kurumun insafına terk edilir? Bu kadar insanın ve ülkenin kaderi nasıl bir özel şirketin tahsilatından ve cirosundan daha kıymetsiz olabilir? Yasal olarak haczi kabul olmayan desteklemelere özel bir şirket, devletin kendi alacağı için bile yapamadığını yaparak kaynağında bloke koyuyor. Oysa o blokeli destekleme alacağı daha gelmeden çiftçinin gübre, yakıt, tohum ve ilaç gideri olarak zaten harcanmış bir alacak kalemi, yani çiftçinin cebine bile girmeden harcanmış aslında. Kendim avukat olarak açtığım davalardan biliyorum, DEDAŞ’tan hiçbir hizmet almamış, yağmur sularının toplandığı göletten kendi yakıtı ve su motoru ile kendi imkanları ile tarlasını sulayan bir çiftçinin alacağı desteğe hangi gerekçe ile el koyuyorsun? Ve en önemlisi ülkenin can damarı olan tarım sektörü neden bir özel şirketin çıkarına feda edilir? Bunu anlamak mümkün değil. Bunların tamamı kötü yönetmenin sonuçları, ülke olarak da şehir olarak da bu tabloyu hiç hak etmiyoruz ve daha iyisine layık olduğumuzu düşünüyorum. Bu çözülemez bir sorun değil.
‘CİDDİ BİR MUHALEFET SORUNU DA VAR’
Son olarak Urfalı seçmenlere neler söylemek istersiniz? Bilhassa son dönemlerde maruz kaldığımız siyasi, ekonomik ve sağlık krizlerle ilgili olarak, Urfalılar nasıl bir tavır almalı?
Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Bir öğretmen 2005 senesinde maaşıyla 6,8 tane cumhuriyet altını alabiliyor iken bugün maalesef 2 tane alamamaktadır. Bir espri ile kuyumcuya yürüyerek gitme ile koşarak gitme arasında 3-4 TL zarar farkı oluşuyor. Bu örnek kafi aslında. Esnaf, çiftçi hiç kimse halinden memnun değil, mutsuz ve umutsuz bir insan topluluğuna dönüştük. Tüm ahlaki ve insani değerlerden yoksun bir haldeyiz. Esasında bir insanda olmadığında çok ciddi bir eksiklik olarak görülmesi gereken en temel özellikler olan; dürüstlük gibi günlük ilişkilerde ve ticarette sözüne itibar edilen, verdiği sözü tutan, yalan söylemeyen insanları gördüğümüzde şaşırabildiğimiz günlere geldik. İnsanlar bir yandan çöplükten beslenmekte iken diğer tarafta israfın en doruk noktası yaşanmakta bunun için de ‘itibarda tasarruf olmaz’ denilerek insanlar uyutulmaya çalışılmaktadır. Tüm bu marazi ve hastalıklı yapıdan kurtulmak için siyasetin de yeni bir olguya yeni bir dile yeni bir oluşuma ve rehabilitasyona ihtiyacının olduğunu düşünüyoruz, bu nedenle de yola çıktık. Genel başkanımızın tabiri ile keşke tüm bunlar olmasaydı ülke iyi yönetilseydi, biz de hiç rahatımızı bozmasaydık. Ama maalesef öyle olmadı.
‘ŞEHİR HASTANESİ ŞEHİR EFSANESİNE DÖNÜŞTÜ’
Mesela pandemiyle mücadele konusunda kentte “Urfa’nın ve Urfalıların kaderine terk edildiği” eğilimi ve düşüncesi yaygın. Buna dair yakınmalara sokağın nabzını tutarken rastlamak şaşırtıcı değil. Aynı şekilde benzer yansımalara yerel medya ve sosyal medya mecralarında rastlamak da mümkün. Yıllardır söz verilmesine rağmen başka yerlerde şehir hastaneleri inşa edilirken, 2014 yılında ihalesi yapılan ve 2015 yılında temeli atıldı denilmesine rağmen Şanlıurfa Şehir Hastanesi için bir adım atılmış değil, anlayacağınız şehir hastanesi halk arasında bir “şehir efsanesine” dönüşmüş durumda.
Şanlıurfa’da 2 tane özel hastanemiz hâlâ atıl ve kapalı durumda. Bunu daha pandemi ilk çıktığında, aylar önce siyasete de girmezden önce bir tweet’le ifade etmiştim. Her şeyi kötü yönetime bağlamayalım ama hastanede bir yolsuzluk yapan varsa onu cezalandırın, suç ve cezaların bireysellik prensibini gözardı etmeden yapın. O hastanelerde görev yapan 30’a yakın doktoru ben şahsen tanıyorum şu anda devlet hastanelerinde kamu personeli olarak çalışıyorlar bunlar suçlu ise neden işe alındı? Bunlar suçsuz ise o zaman suçlu olan o binalar mıydı? Orada istihdam edilmiş olan ve evine ekmek götüren onca yardımcı personel miydi suçlu? O hastaneler kapalı kalınca diğer hastaneler ihtiyaca cevap veremez duruma düşüyor, yığılmalar oluyor. Aynı şekilde eski üniversite hastanesi de şehrin göbeğinde ve kocaman birkaç bloktan oluşan bina kaderine terk edilmiş durumda… Bu kadar israf çok lüks değil mi? Sağlık sorunu siyasete malzeme ve alet edilmeyecek kadar ve asla ötelenemeyecek ciddi bir sorun. Genel eğilim Urfa’da sadece seçimden seçime meydanlarda verilen sözlerle yetinildiği, hali hazırda hastanelerin doluluk oranının had safhada olduğu, Suriye’deki acımasız savaştan kaçarak ilimizde konaklayan yaklaşık 400-500 bin sığınmacının hizmet almasıyla birlikte, artan hizmet talebini karşılamaktan uzak sağlık sisteminin çökmek üzere olduğu yönünde.
Siyasi krizler zaten ayrı bir boyutta. Maalesef bugüne kadarki sorunları etkili ve nitelikli bir muhalefeti ne bulunmayışına bağlıyorum. Ciddi bir iktidar sorununun yanında çok ciddi bir muhalefet sorunu da var ortada. Genel Başkanımız sayın Ali Babacan’ın bu ülke için çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Ülkemiz ve insanlarımız daha iyi bir şekilde yönetilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Ahmet Tüysüz kimdir?
.
1999 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Avukatlık stajını İstanbul Barosu’nda yaptıktan sonra Urfa Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaya başladı. 2006-2014 yılları arasında Şanlıurfa Barosu Yönetim Kurulu üyeliği, 2008-2012 yılları arasında Şanlıurfa Barosu Genel Sekreterliği yaptı. 2016-2018 yılları arasında ise Şanlıurfa Barosu Başkanı olarak görev yaptı. Tüysüz, başta çocuk hakları ve eğitimi olmak üzere, Avrupa Birliği, UNICEF gibi uluslararası kurumların işbirliği ile yürütülen birçok projede yer alarak çalışmalarda bulundu. DEVA Partisi ile aktif siyasi hayata dahil olan Tüysüz, partinin Urfa Kurucu İl Başkanlığı vazifesini üstelenerek çalışmalarını sürdürüyor.