Müslümanlar olarak bu yeniden uyanış ve yeniden kendine gelme döneminde acı tecrübeler yaşıyoruz. Uzun bir uyku, uyuşukluk ve kelimenin tam anlamıyla miskinlik döneminden sonra uyanmamız için ha bire tokat yiyoruz, tekmeleniyoruz. Bu halimize bir bakıma geçmişimizin cezasını çekmek olarak bakılabilir, ama başka bir açıdan bu ceza değil belki nimet olarak da görülebilir. Çünkü kimse kimsenin cezasını çekmez. İfakat bulmak isteyen hastaya acı iğneler yapılması onun lehinedir.
Uzun zamandır İslam dünyası fırkalara ayrılıp kendisiyle didişmesinin tarihteki en büyük ıstırabını yaşıyor. Düşmanları ise bunu görüp tahrik ediyor ve Müslümanlara bu cepheden vuruyorlar. Fırkacılığı ve mezhepçiliği körüklüyorlar. Böylece kendileri hiçbir zayiat vermeden düşman ve ‘öteki’ gördükleri Müslümanları parçalayıp yutuyorlar. Sadece bizim ülkemizde birbirleriyle didişen grupları/fırkaları saymaya kalksanız sayamazsınız.
Ama Allah’a hamdolsun ki, meselenin farkına varan önemli bir okumuş kesim ve ilmi bir birikim de oluşuyor. Onlar inisiyatifi ellerine almak ve hakim rengi oluşturmak üzereler. Fırkalar ise gittikçe marjinalleşiyor ve mozaikteki renklerini kaybediyorlar. Bu okumuşlarda da dengeyi tuttaramayıp aşırı gidenler, sahih gelenekle alakasını koparanlar ve adeta yeni bir İslam oluşturmak isteyenler yok değil. Ama onların da samimi olanları belli bir fikri türbülans sonunda rotayı düzeltiyorlar. Bir de okçular tepesini bırakıp ikbal ve ganimet peşinde koşanlar var. Onlar da az zarar vermiyorlar. Ama görünen o ki, genel hatlarıyla gidiş iyiye doğrudur ve Allah (cc) nurunu yeniden tamamlayacaktır.
Bunları son yazılarıma aldığım tepkiler sebebiyle yazıyorum. Fırkacılık yapmayalım, kitaplar ve kişiler üzerinden yeni İslamlar (!) oluşturmayalım dediğimiz için topa tutulabiliyoruz. Ama insaflı olanlar meselenin farkındalar.
Şöyle düşünelim: İslam tarihinde nice allameler, müçtehitler, dehalar, hüccetülislamlar ve bediuzzamanlar var. Her birinin ilmi varlığında, hizmetinde ve etkisinde kendi zamanının sosyolojisi, bilgisi ve tarihi etkili olmuş. Onların yazdıkları kitaplar merkeze alınıp mutlaklaştırılsaydı ve onlar üzerinden İslam her defasından yeniden kurulmuş olsaydı nasıl bir manzara ile karşılaşırdık? Onları doğru anlayanlar onlara mı yoksa onları hayırla yad ederek onların çağırdıkları hakikate mi davet ettiler.
Günümüze gelince, mesela Said Nursi o zor günlerde insanları neye davet etti? İmana ve Kuran’a değil mi? Süleyman Efendi ve diğer zevat-ı kiram aynı şeyi yapmadılar mı? Peki bugün onları merkeze alanlar onlar gibi imana ve Kuran’a mı, yoksa onlara mı çağırıyorlar? Ya da onlardan geçinip, onları sürekli tüketip fırkacılık mı yapıyorlar. Sadece Risale-i nur okudukları için kendilerine ‘Nurcu’ denenler arasında bugün kendi kendilerini bile dalalet ve hıyanetle suçlayan kaç fırka var? Süleyman Efendi’nin (Allah hepsinden razı olsun, taksiratlarını affeylesin) yazdığı kitaplar olmadığı için onların bağlılarının işi daha kolay.
Bizim dediğimiz şu. Saldırmadan, fırkacılık yapmadan işi bilen Müslümanlar oturup bu hali tartışmalı değil midir? Buna değmez mi? Yoksa Kuranıkerim ifadesiyle, ‘herkes elindeki kitapla memnun ve mesrur, herkes kendi şakulüne göre hareket ediyor’ olmasını kabullenmeli miyiz?
Mesela Bediuzzaman’ın şu muhteşem tespitlerine bugün kendi bağlıları itibar ediyor mu? Ona göre Kuran’ı anlayıp yaşamanın üç muhtemel yolu olabilir (özetle):
‘Ya geçmiş alimlerin yazdıkları eserlere olan ilgiyi kırıp, böylece insanları sadece Kuran’a çevirirsiniz. Bu yolun tehlikeleri vardır ve insafa da sığmaz.
Ya Şeriatı anlatan kitapların her birini birer tefsir gibi düşünüp onları Kuran’ı anlatıyorlar nazarıyla okur ve böylece onu anlamaya çalışırsınız. Bu yol da uzundur ve zordur. (Bu yolla da maksuda ulaşılmaz).
Ya da halkın nazarını, mevcut perdelerin üstüne çıkararak onları doğrudan Kuran’la muhatap kılar ve onun halis malı olanı yalnız ondan istersiniz. Muhtaç olunan başka bilgileri ise o bilgilerin kaynaklarından ararsınız. İşte ancak bu takdirde dağılmış ilgilerin hepsini birden Kuran’a yöneltebilirsiniz. En kestirme ve sağlıklı yol budur’. Ümmetin vahdetini de ancak bu sağlar.
Peki, Bediuzzaman’ın söylediğine göre onun şeriatı anlatan Risalelerini Kuran’ın mutlak tefsiri gibi görüp merkeze alma onun söylediklerinin hangisine dahildir?
O halde bu zevata saygılı olmak, nasıl iseler onları öyle bilmek değil midir?