Ünlü Alman düşünür Goethe, asıl işi piskopos danışmanlığı olan Polonyalı bilim insanı Kopernik’in (1473-1543) evrenle ilgili keşfi hakkında, “Bütün keşifler ve fikirler arasında hiçbiri insan zihni üzerinde Kopernik’in ki kadar etkili olmamıştır” tespitinde bulunur. Kopernik’in yaptığı şey, yaklaşık 2000 yıldır doğru bilinen bir yanlışı düzeltmekti. Fakat bunun ötesinde bir etkiye yol açmıştı.
Aristo, Batlamyus ve daha önceki bazı bilginlere göre dünyamız sabit, hareketsiz, durgun bir kitleden ibaretti. Bu kitle evrenin merkezinde bulunmakta ve güneş de dâhil bütün yıldızlar onun etrafında dönmekteydi. Bu teorinin insanın egosunu okşayan bir yanı vardı. Öyle ya insanoğlu evrenin merkezindeydi ve her şey onun etrafında dönüyordu. Kısacası her şey insan içindi.
Fakat Kopernik yeni bir teori ortaya attı. Üstelik bunu teleskopun icadından 100 sene önce basit bazı el aletleri kullanarak yapmıştı. Bu teoriye göre “Dünya sabit değildi ve günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de güneşin etrafında dönmekteydi”. Kopernik, bu keşfini dünyaya sunmadan önce 30 yıl beklemişti. İyice emin olmak istiyordu. Zira tepkilerden çekiniyordu.
1510’da Kopernik çalışmasını yayınladığında yoğun tepkilerle karşılaştı. Hatta çalışmanın basıldığı matbaa üniversite öğrencilerinin saldırısına uğramış, matbaacılar işi bitirmek için barikat kurmak zorunda kalmışlardı. Kopernik’in hararetli bir taraftarı olan Bruno, daha da ileri gitti ve uzayın sınırsız olduğunu, güneşin ve gezegenlerin pek çok sistemden sadece biri olduğunu ileri sürdü. Bu keşfi Bruno’ya pahalıya mal olacaktı. Engizisyon Mahkemesi Bruno’yu muhakeme etti ve yakılarak öldürülmesine hükmetti. Bruno, 1600 yılında, bugün anıtının olduğu meydanda direğe bağlanarak yakıldı. Galile’nin başına gelenler de trajikti. Galile, 1633 yılında işkence ve ölüm tehdidi altında Kopernik’in teorisinden vazgeçmeye zorlandı ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Bütün bunlara rağmen artık Pandora’nın kutusu açılmış ve cin lambadan çıkmıştı, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Kopernik tarafından Dünya merkezli evren tasavvurunun sonunun getirilmesi, dünya evren ilişkilerinde bir kozmolojik devrime yol açmıştı, tarih boyunca insan zihnini en fazla etkileyen olaylardan biri olan bu devrim, süreçte demokratik devrimi tetiklemiş ve toplumsal eşitlik arayışlarının önünü açmıştı. Zira evrende Dünya’nın yerinin yeniden tanımlanması, dünyada da kral ve hanedanların konumlarının yeniden tanımlanmasını getirmiş ve eşitlik arayışlarını başlatmıştır. Öyle ya! Dünya, evrenin efendisi değilse; o halde bu şahlar, sultanlar ve krallar da insanların efendisi değildi.
Bu süreçte ortaya çıkan, toplum sözleşmesi, anayasal devlet, erklerin bağımsızlığı, insan hakları, çoğulculuk ve hümanizma arayışları yönetim etkinliğini daha eşitlikçi ve katılımcı bir vasata taşımış, insanlar arası ilişkilerde savaş yerine müzakere tekniği öne çıkmış ve adeta demokratik bir devrime yol açmıştır.
Fakat ne yazık ki batıda yaşanan bu gelişmeler genelde Doğu’da özelde de İslam dünyasında karşılık bulamamıştır. Adeta bizim coğrafya, hala, dünyanın güneş etrafında değil, güneşin dünya etrafında döndüğüne inanılan bir coğrafyadır. Bu durumda da, nasıl ki evrende hala her şey dünyanın etrafında dönmeye devam ediyorsa, dünyanın içinde de her şey şahların, sultanların, kralların ve tek adamların etrafında dönmeye devam ediyor. Kısacası bu coğrafyada hala ne kozmolojik bir devrim, ne de demokratik bir devrim gerçekleşmiştir. Bunun ne zaman gerçekleşeceğine dair bir işaret de gözükmemektedir.
Çok sayıda çalışması Türkçeye de kazandırılmış önemli düşünürlerimizden Cevdet Said, Düşüncede Yenilenme adlı önemli eserinde gençlik yıllarında başından geçen bir olayı bizlere aktarır.
“Yıllar önce Arabistan’da iki yıl öğretmenlik yapmıştım. Zaman zaman İslami ve güncel meseleleri konuştuğumuz bir kadı vardı. Ezher mezunuydu. Kadı olarak mahkemede kimini öldürüyor, kimine mal taksim ediyor, kimini de ömür boyu hapse mahkûm ediyordu, yani yetki kendisindeydi… Bir sohbetimizde bir soruyla beni şaşırtmıştı. “Üstat, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden inançsızlar hakkında ne düşünüyorsun. Bunlar her gün güneşin bizim etrafımızda dönüp durduğunu görmüyorlar mı?” demişti… verecek cevap bulamamıştım. Ne diyebilirdim ki, dünyanın 500 yıldır bildiği bir gerçeği, insanlar hakkında hayati kararlar veren bizim Kadı Efendi bilmiyordu. Alması gereken mesafe o kadar büyüktü ki! Bu yüzden “o inançsızlardan her şey beklenir” deyip soruyu savuşturmuştum.”
Atasoy Müftüoğlu, BİLSAM’da verdiği bir konferansta sorulan bir soru üzerine “Umut gerçeğin görüldüğü yerde ortaya çıkar” şeklinde bir tespitte bulunmuştu. O halde diyebiliriz ki, asıl sorunun ne olduğunu anlamadıkça, neden bu halde olduğumuzu ve buradan nasıl çıkacağımızı kavramadıkça umuttan bahsetmekte anlamlı olmayacaktır.
Kanaatimiz odur ki “Kim yönetecek” ve “Nasıl yönetecek” sorularını gündemimize almadıkça, “Coğrafyamızdaki bu çağdışı ve insan onuruna aykırı rejimlerden nasıl kurtulabiliriz ve nasıl adaletli, çoğulcu ve özgürlükçü bir siyasal ve ekonomik sistem inşa edebiliriz?” sorusunu ana gündemimiz yapmadıkça yanlış öncelikler ve gündemler arasında savrulup duracağız.
Ünlü siyaset sosyoloğu M. Duverger, “Siyasi Rejimler” adlı eserinde Durkheim’ın, kendisinin de katıldığını belirttiği aşağıdaki görüşüne yer verir.
“Sağlıklı cemiyetler, siyasi meselelerle meşgul olmazlar. Zira bu meseleleri çoktan halletmişlerdir. Ama bir toplum hala siyasal sistem meselesini çözememiş ve bu yüzden kamplaşma yaşıyorsa, tereddütsüz o cemiyetin hasta olduğunu söyleyebiliriz”. Bizim coğrafyamızda yüzyıllardır yaşanan maalesef bundan başkası değildir. Zira kuralları olan adaletli ve katılımcı bir siyasal sistem kuramamış olmak, herkesi olumsuz etkilemekte, insanların yoksulluk, kaos, iç çatışma ve darbe gibi marazlarla karşı karşıya kalmasına ve sonuçta herkesin siyaset ya da sistem meselesiyle meşgul olmasına yol açmaktadır. Böyle bir ülkenin barış ve huzur içinde yaşaması ve bilim, sanat, teknoloji vb. şeylere yeterli vakti ve kaynağı aktarması elbette ki mümkün olmayacaktır.
Nietzsche, benzer bir yaklaşımı “Bir ülkede bilim ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.” sözüyle dile getirmiştir. Bu tespitler, siyaset ve yönetim sorununu çözmüş ve bununla ilgili sistemini kurmuş toplumlar için elbette ki doğru tespitlerdir. Zira kuralları konulmuş adaletli bir siyasal sistem var ve kendi kuralları içinde işliyorsa, orada herkes kendi işine bakar. Sanatçı sanatıyla, bilim insanı bilimiyle uğraşır. Fakat henüz bu başarılamamışsa, herkesin kendi işini yapması pek bir işe yaramayacaktır. Hatta bu durumda herkesin ülkede katılımcı ve çoğulcu bir siyasal sistem kurma meselesini diğer bütün meselelerin önüne alması gerekecektir.
Zira bir toplum yönetim sorununu çözemeden başka sorunlarını çözemez. Bu yüzdendir ki, Medine’ye hicret eden Hz. Peygamber’in ilk işlerinden biri, bölgede yaşayan herkesi içeren bir sözleşme imzalaması olmuştur. Açık ve net bir şekilde ifade etmek gerekirse, bizim bütün sorunlarımızın çözümü çok büyük bir oranda adaletli, katılımcı ve çoğulcu bir siyasal sistem kuramamaktan kaynaklanmaktadır. Bu sorun aşıldığında diğer tüm sorunlar ardı ardına çözüm sürecine girecektir.
Bu coğrafyada yaşanan bunca yoksulluğun, milyonlarca insanın akşam yatağına aç giriyor olmasının, özellikle kadınların ve çocukların yaşadığı çaresizliklerin, her alanda yaşanan tarihten ve dünyadan kopmuşluğun, sık sık yaşanan iç çatışmaların, terör ve darbelerin, bunca zulüm ve işkencenin asıl sebebinin bu olduğunu görememek ne kadar acıdır.
Günümüz şartlarında bu sorunları aşmanın tek yolu demokratik yönetimdir. Zira mevcut durumda insanlığın adalet, özgürlük, katılımcılık ve çoğulculuk talebine karşılık verecek başka bir mekanizma yoktur. Bu yüzden demokratikleşme meselesi, İslam dünyasının en temel meselesidir. Eğitim, ekonomi, tarım, sanayi, dış politika vs. alanlardaki bütün sorunların çözümü buna bağlıdır. Bu yüzden olsa gerek, değerli düşünür Cevdet Said, demokrasiyi, insanoğlunun son dönemlerde geliştirdiği en önemli değer olarak görür ve hem kendi ülkesine hem de İslam dünyasına hararetle tavsiye eder.
İslam dünyası olarak dinamiklerimizi ve potansiyelimizi harekete geçirmekte zorlanıyoruz. Medine sözleşmesine bakınca, İslam düşüncesinin “demokrasi ötesi” bir model geliştirme potansiyeline sahip olduğunu görüyor, fakat bunu ortaya çıkaramıyoruz. İslam’ın adalet, ehliyet ve meşveret ilkelerine bakınca bu topraklarda hanedanlığın, saltanatın, sultanlığın, otoriterliğin olmaması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların oluşmasına engel olamıyoruz, daha kötüsü kendi ellerimizle oluşturuyoruz. Hz. Peygamberden hemen sonra ortaya çıkan Mürcie, Kaderiye, Mutezile, Rey Ekolü ve Maturidilik gibi ekollere bakınca İslam düşüncesinde güçlü bir özgürlükçü ve çoğulcu damarın varlığını hissediyor, fakat bunu güncelleyemiyoruz. Durumumuz tam da M. A. Ersoy ve Ziya Paşa merhumların anlattıkları gibi…
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım (M. A. Ersoy).
Gezdim diyarı küfrü hep beldeler, kâşaneler gördüm.
Dolaştım mülkü İslam’ı hep viraneler gördüm (Ziya Paşa).
İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana, henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Bugün İslam dünyasının durumu, büyük bir meydanda (agora) toplanmış, akacağı mecrayı bulamayan, gideceği yeri/yönü kestiremeyen milyonlarca insandan oluşan bir topluluğun halini andırıyor. Müthiş bir enerji var, ancak bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak, yeni modeller, sistemler, ekoller, yaklaşımlar geliştirmek yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya yönelik çalışmalara odaklanıyorlar.
Rahmetli C. Meriç’in ifadesiyle “bizim tarihimiz çobanın etrafındaki sürünün tarihidir”. Her şey çobanın nasıl biri olduğuna bağlıdır. Baş başa, baş da padişaha bağlıdır. Değişmesi işlerine gelmediği için işbaşına gelen bütün iktidarlar bu toplumsal kültürü aynen korumaya çalışır, değiştirmeyi akıllarından bile geçirmezler. Aklından geçirenler ise insanlarla eşit olmayı ve sınırlı-süreli yönetimi içlerine sindiremedikleri için bir süre sonra bundan vazgeçerler. Zira bizim coğrafyada iktidara gelenler, bir süreliğine ülkeyi yönetip gitmeye değil, iktidarı ele geçirmeye ve mümkünse ölünceye kadar iktidarda kalmaya gelirler. Bunu mümkün kılmak içinde yapmadıkları hile, çevirmedikleri dolap kalmaz. İnsanlığın son yıllarda geliştirdiği sınırlı-süreli yönetim anlayışının yakınından dahi geçmezler. Ölünceye kadar iktidarda kalmak ister, hatta imkân bulurlarsa Muaviye gibi ölümlerinden sonrasını da dizayn etmeye çalışırlar.
Yukarıdan aşağıya şekillenmiş bir toplumsal kültürün olumlu yanı ise gerçekten ilkeli, iyi niyetli ve demokrat bir kadronun olası iktidarı durumunda toplumun başlatılacak bir değişim sürecine gönülden karşılık vermeye hazır olmasıdır. Bu coğrafyada iyi niyetli, demokrat, ilkeli ve sınırlı-süreli bir yönetimden yana bir iktidar, iyi bir programla orta vadede yeni bir toplumsal kültür oluşturabilir. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi, bütün coğrafyamız açısından önemli bir açılım ve çıkış olacaktır.
Bizim coğrafyanın insanı, kurulacak doğru bir sisteme çabucak uyum sağlar. Yeter ki bir sistem kurulsun ve istismara kapı aralamadan uygulansın. Söz gelimi kamuya personel alımında merkezi bir sınav getirilir ve düzgün şekilde uygulanırsa herkes hakkına razı olur ve bir tek kişi bile itiraz etmez. Fakat sınavsız ve kritersiz alım yapılır, nepotizmin ve torpilin önü açılırsa ister istemez kendisi de aynı şeyin peşine düşer. Yine, kapalı ortamlarda sigara yasağı geldiğinde itiraz etmez ve karara uyar, fakat ne zaman ki kuralların uygulanmadığını hissederse tekrar eski haline döner.
Açıktır ki bir ülkenin demokratikleşmesi o ülkedeki eğitim kurumlarının, cemaat ve cemiyetlerin gerçek demokratlar yetiştirmesine bağlıdır. Evinde, sokağında, arkadaşları arasında, derneğinde, sendikasında ve partisinde demokrat davranabilen insanları ise ancak aynı ideallere sahip bir eğitim sistemi yetiştirilebilir. Fakat böyle bir eğitim sistemi de ancak, bu idealleri benimsemiş bir siyasal iktidar tarafından hayata geçirilebilir. Demokratik değerleri içine sindirememiş bir siyasal iktidarın, demokratik bir eğitime kapı aralamasını beklemek, aşırı iyimserlik olacaktır.
Bir toplumun rüştünü ispat etmiş sayılması, ancak ve ancak, çevresine, ormanına, yeşiline, tarım arazilerine, ürünlerine ve en temelde şehrine ve ülkesine sahip çıkmasıyla mümkündür. Bunlara sahip çıkabilmesi ise öncelikle bireysel ve toplumsal siyasal iradesine sahip çıkabilmesine bağlıdır.
Sonuç olarak bir toplumun gelişmişliği, öncelikle siyasal açıdan gelişmişliğine, siyasal açıdan gelişmişliği ise müntesiplerine hukuk, hukukun üstünlüğü, adalet, özgürlük, çoğulculuk, katılımcılık, insan hakları ve demokrasi, erklerin bağımsızlığı vb. konularda farkındalık kazandırabilmiş olmasına bağlıdır.
Kaynak: hertaraf.com