Şankıti, Batılı değerler manzumesinin ödünç alınmasının yeterli olmayacağını, İslam dünyasının bu düşünce sistematiğinden yararlanarak yeni bir değerler manzumesi yaratması gerektiğini söylüyor. İslam dünyasını çepeçevre kuşatan imparatorlukların dayattığı otoriterliğin belirleyici olduğunu ifade eden Moritanyalı yazar, Roma-Yunan demokratik değerleriyle İslam’ın sözleşmeci çizgisinin bu koşullarda filizlenme imkanı bulamadığını kaydediyor.
Yazdığı kitaplar ve katıldığı sempozyumlarla İslam dünyasında haklı bir üne kavuşan Moritanyalı düşünür Muhammed Muhtar Şankıti, genelde İslam siyasi düşüncesinde netameli sayılan, Müslüman aklın son derece tedirgin yaklaştığı alanlara el atmaktan çekinmeyen bir yazar. Çağdaş İslam dünyasında sürekli olarak lanetlenen ve Müslüman toplumların yaşadığı sorunların baş müsebbibi olarak görülen Batılı değerlere ilişkin oldukça cesur çıkarımları var Şankıti’nin. Kendisiyle Türkçeye yakında Mana Yayınları’ndan çıkacak olan “İslam Medeniyeti’nde Anayasal Kriz” kitabı üzerine konuştuk.
Muhammed Muhtar Şankıti
‘İSLAM MEDENİYETİNİN ÖNCELİKLİ KRİZİ OTORİTERLİK VE ANAYASAL KRİZDİR’
İslami naslarla İslam medeniyeti arasındaki farkın/çelişkinin nedeni nedir? Neden bu siyasi krizi ya da yönetime ilişkin bu sorunu medeniyet krizi olarak isimlendirdiniz?
Öncelikli olarak bana, son çalışmam olan “İslam Medeniyetinde Anayasa Krizi” adli kitabım henüz yayınlanmadan okuyucularla etkileşime geçme fırsatını verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Röportajın başında değerli okuyucularıma, kitabın Türkçeye çevirisinin birkaç gün önce sona erdiğini ve yakında yayınlanacağını buradan bildirmenin beni mutlu ettiğini ifade etmek isterim. Sorunuza gelince her medeniyetin insanî tecrübe alanında zayıf noktası vardır. Bana göre İslam medeniyetinin krizi en başından beri iktidarın meşruiyeti ve tedavi ile ilgili olan anayasal krizdir. Bu kitabın beni yazmaya iten şey de budur. Ancak bu krizi, medeniyet krizi olarak değerlendirmenin nedeni, siyasetin hayatın bütün boyutlarına etki etmesinden kaynaklanıyor. Ben otoriterliği bir netice olarak değil bir neden olarak ele alıyorum. Bu noktada otoriterliğin dine, bilime, ahlaka, eğitime ve hayatın bütün yönlerine olan olumsuz etkilerini açıklamaya çalışan Abdurrahman el Kevakibi gibi düşünüyorum…
Peygamberin vefatından yaklaşık 50 yıl sonra Yezid b. Muaviye iktidara geldi ve üzüntü verici olaylar yaşandı. İslami kriterlerin hüküm sürdüğü Asrı Saadet olarak nitelenen dönemin ardından çok kısa bir süre sonra Yezid gibi birinin iktidara gelebilmesini neyle açıklıyorsunuz?
Bu soru İslam’ın ilk kez ortaya çıkmış olduğu tarihsel bağlamının analizini yapmayı gerektirir. Ben bunu kitabın üç ve dördüncü bölümlerinde yaptım. Bu bölümlerde İslam’ın ortaya koymuş olduğu muazzam siyasi ilkelerin iki nedenle hızla yitirildiğini açıkladım. Birincisi Arapların İslam’dan önce içerisinde bulundukları siyasi kaos ikincisi ise o dönemde Arap Yarımadası’nı çevreleyen imparatorluklarda egemen olan siyasi tiranlıktır (Sasani, Bizans ve Habeş imparatorluğu). Kaos ve tiranlık, siyaset felsefesi çalışan herkesin bildiği gibi sağlam bir siyasi inşa eyleminin en acımasız düşmanlarıdır. Sorun İslam’ın muazzam siyasi ilkelerinde değil İslam ortaya çıktığında Arap Yarımadası çevresinde egemen olan tarihsel bağlamdadır.
‘MÜSLÜMAN HUKUKÇULAR, İMPARATORLUKLARIN OTORİTER SİYASİ KÜLTÜRÜNDEN ETKİLENDİ’
Kitabınızda Mısırlı bir coğrafya bilgini Cemal Hamdan’dan ilham alarak Darul İslam’ı (İslam Yurdu’nu) Daru’s Selam (Barış Yurdu) yerine kullanıyorsunuz. Bu düşünceye nasıl vardınız? Bu yorumunuz, fıkıhçıların ortaya koymuş olduğu kriter ve yaklaşımla uyum içinde mi? Yoksa bu yorum tamamen sizin mi?
Bu düşünce benim anladığım kadarıyla Kur’an’ın metinleri ile uyumludur. Söylediklerimin geçmişte fıkıhçıların ölçütleriyle uyuşup uyuşmadığı beni çok fazla ilgilendirmiyor. Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi 208’inci ayette bütün inananların barışa girmesi çağrısında bulunuyor. “Ey iman edenler hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin çünkü o apaçık düşmanınızdır” buyuruyor. Kadim dönemlerde Müslüman hukukçuların uluslararası ilişkilere dair ortaya koymuş olduğu hükümlerin kendi çağlarındaki imparatorlukların çatışma ve mücadelelerinden büyük ölçüde etkilendiğini unutmayalım. Zira o dönemde uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler bulunmamaktaydı ve ülkelerin egemenlikleri diye bir durum da söz konusu değildi. Bugün biz, kamu hukukunu konuşmalıyız imparatorluklar hukukunu değil. Bu düşünceyi ayrı bir çalışmamda “İmparatorluk Hukuku ve Teritoryal Devlet” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde inceledim.
Kitabınızda dört temel ilkenin İslam dünyasında ya da düşünce tarihinde birbiriyle çatışma içerisinde olduğunu ifade ediyorsunuz: Siyasi bedevilik modeli, yöneticiyi kutsal olarak niteleyen Sasani İmparatorluk düşüncesi, İslami sözleşme modeli, Roma-Yunan demokrasi modeli. Peki sizce İslam medeniyetinde bu değerlerin birbiriyle çatışması ne gibi bir sonuç doğurdu?
Kitapta ele almış olduğum siyasi değerler manzumesi arasındaki çatışma, İslam tarihinin en başında siyasi Bedevilik modelinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu ise daha ilk yüzyılda meydana gelen savaşlara ve büyük fitneye (Sıffin Savaşı ve Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşı kastediliyor-İÖ) yol açmıştır. Bir sonraki dönem olan Abbasiler’de ise Müslüman aklı işgal etmiş olan Sasani değerleri zafere ulaşmıştır. Ama İslam’ın sözleşmeye dayalı siyasal değerlerine ve Yunan demokratik değerler manzumesine gelince bu ikisi, imparatorluklar evreninde kendine uygun tarihsel bir bağlam bulamamıştır. Ancak modern dönemde, İslam siyasi değerleri ve Yunan demokratik değerlerinin uygulamaya geçmesi için kapı aralanmıştır. İşte birçok ülkede gördüğümüz şey bugün budur.
‘SASANİ DÜŞÜNCESİ, DİNİ ARAÇSALLAŞTIRAN VE YÖNETİCİYİ İLAHLAŞTIRAN BİR DÜŞÜNCEYDİ’
Sasani düşüncesi İslam dünyasında nasıl bir etki bıraktı peki?
Bu meseleye kitabın dördüncü bölümünde açıklamaya çalıştım. Sasani siyasi değerleri İslam siyaset tarihine son derece olumsuz etkilerde bulunmuştur. Bu etkileri dört açıdan inceleyebiliriz: Siyasi paganlığın yaygınlaşması, toplumsal tabakalaşmanın derinleşmesi, siyasi tiranlığın oluşması, devletin dine hizmet etmesi gerektiği halde dini kullanmaya ya da araçsallaştırma ya çalışması. İşte bütün bu siyasi ve ahlaki hastalıklar, Sasani siyaset mirasından İslam kültür atmosferine geçiş yapmıştır maalesef.
Türkiye’de ve dünyada bazı seküler eğilimli düşünürler, İslam medeniyetinin çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumlarda adalet ve eşitliğin gerçekleştirilmesindeki başarısızlığı, sadece Müslümanların değil aynı zamanda İslam’ın da bir başarısızlığı olarak görüyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bunu dile getirenlerin tarihi bilinci yok demektir. Onların soyutlama düzeyindeki ilke ile gerçekleşme anındaki ilke arasındaki farkı kavradığından şüpheliyim. İslami terminoloji ile konuşursak vahiy ile tarih arasındaki farkı kavrayabilmeleri için başlangıç düzeyinde bir tarih felsefesi okuması yapmaya ihtiyaçları var. Alman filozof Hegel, bütün düşünürler içerisinde bu farkı anlatabilecek en iyi filozoflardan biridir. Hegel’de “Tarihsel İmkan” düşüncesini bu tarz bir yanlış anlamanın önüne geçmek için kitabımın başında açıkladım. Genel olarak herhangi bir ahlaki ya da etik ilkenin hayata geçirilmesinde yaşanan bir hata ya da eksiklik o ilkenin yanlış olduğu anlamına gelmez. Müslümanların siyasette ya da siyaset dışında herhangi bir İslami ilkenin hayata geçirilmesinde ortaya koymuş olduğu yanlışlıklar, İslam’a meydan okumak için bahane arayanlar dışında, bu ilkeye karşı çıkmak için bir gerekçe değildir.
.
‘İSLAM DÜNYASI, RÖNESANS’INI DOĞU’NUN KALBİ VE BATI’NIN AKLINI BİR ARAYA GETİREREK GERÇEKLEŞTİREBİLİR’
Kitabınızın son bölümünde, Batılı değerler manzumesini, İslam’ın siyasi imkanını açığa çıkarmak ve Batılı deneyimden yararlanmak istiyorlarsa Müslümanların Batılı siyasal değerlere kompleksten ve kibirden uzak bir şekilde yaklaşmaları gerektiğini söylüyorsunuz. Halbuki bahsettiğiniz bu Batılı değerlere karşı oldukça mesafeli yaklaşan, bu değerleri de, bu değerlerle ilişkiye geçenleri de aforoz ve din dışı ilan eden bir yaklaşım Müslümanlar arasında oldukça yaygın.
Fransız Belçikalı filozof Claud Levi Strauss, yaratıcılığın ancak kültürlerin sınırlarında gerçekleşeceğini söyler. Ben de bu görüşe katılıyorum bu yüzden Batılı demokratik kültürün, çağdaş Müslüman aklı kendi benliğine dönmesini sağlaması ve siyasi meselelere ilişkin yaratıcı bir düşünce geliştirmeye teşvik etmesi bakımından önemli görüyorum. Büyük şair ve filozof Muhammed İkbal “İslam dünyası Rönesans’ını ancak Doğu’nun kalbi ve Batı’nın aklını bir araya getirerek gerçekleştirebilir” demekte.
Bununla birlikte kitapta Muhammed İkbal’in, bir düşüncenin ödünç alınmasıyla o düşüncenin sahiplenilmesi arasındaki farka işaret ettiğini de hatırlattım. Batı’dan düşünceleri ödünç almamız yeterli değil, bu düşünceleri inançsal, kültürel ve ahlaki sistemimize yerleştirmemiz ve benliğimizin bir parçası haline getirmemiz gerekiyor.
‘DÜNYA ÜLKELERİNİN YÜZDE 80’İ RESMİ OLARAK BİR DİNE TARAF’
Demokrasi ile arasında ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Sizce bu ikisi birbirinden ayrılamaz, biri olmadan diğerinin varlığı söz konusu olamaz mı?
Ne rasyonel ne de tarihsel olarak demokrasiyle laiklik arasında herhangi bir bağlantı bulunmakta. Demokratik bir devlet laik de olabilir İslami kurallar çerçevesinde inşa edilmiş de olabilir. Laik bir devlet, demokratik de olabilir otoriter de olabilir. (Stalin’den daha otoriter ve daha seküler kimse var mı dünyada?). Dünya ülkelerinin anayasalarına kapsamlı bir şekilde baktığımızda bütün bu modellemeleri bulabiliriz. İslam ülkelerinde dinin siyaset ve kamu işlerindeki mevcudiyeti bazı seküler arkadaşların anladığı gibi değildir. Bütün dünya ülkelerinin anayasalarında dinle bağlantılı anayasa maddelerini bir araya getirdim ve bu gerçeği doğrulayan birçok örnek buldum. Devletin resmi dinini anayasasına sokmuş ya da devletin başındaki kişinin belirli bir dinden olmasını şart koşan o kadar çok Müslüman olmayan ülke var ki… Bunlar arasında bazı Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri ve hatta bunların arasında kadim bir demokratik geleneğe sahip ülkeler dahi var. Anayasasına devletin resmi dilinin ve hatta mezhebinin Katoliklik olduğunu sokan ülkeleri sıralamak gerekirse bunlar Arjantin, Meksika, Honduras, el Salvador, Malta, Monaco, Uruguay, Lihtenştayn, Peru, Kostarika ve Panama’dır. Arjantin anayasası, merkezî hükümetin Katolik kilisesini desteklemesini öngörürken Panama anayasası ise Katolikliğin resmi okullarda müfredata dahil edilmesini zorunlu kılar.
Anayasalarında Ortodoksluğu resmi din olarak ilan eden ülkeler ise Yunanistan, Gürcistan ve Bulgaristan’dır. Öte yandan Danimarka, İzlanda ve Norveç gibi ülkeler, Protestanlığı anayasanın bir parçası haline getirirken, Danimarka ve İzlanda anayasaları, Protestan mezheplerini temsil eden kiliselerin korunması ve desteklenmesini zorunlu kılmıştır. İsveç anayasası ise kilise ile devlet arasındaki ilişkilerin belirlenmesini vatandaşlarına bırakmış öte yandan Ermenistan anayasası Ermeni kilisesine “ülkenin ulusal kilisesi” nitelemesinde bulunmuştur. Aynı şekilde bazı Asya ülkeleri de Budizm’i devletin resmi dini olarak benimsemiş durumda. Bu ülkeler Sri Lanka, Bhutan ve Mayanmar’dır. Hindistan anayasası ise Hindu dini kurumlarını destekleme zorunluluğu getirmiştir.
Danimarka ve Norveç anayasaları ise bu iki ülkedeki Kral’ın Lutherci kilisenin üyesi olması gerektiğini şart koşarken İsveç anayasası, Kral’ın saf Protestan inancına sahip olmasını, Tayland anayasası kralın Budist olmasını şart koşar. İngiltere Kraliçesi’nin anayasal sıfatlarından biri de “inancın hamisi” sıfatıdır. İngiltere ve İskoçya’da Kral, aynı zamanda anayasal olarak Anglikan Kilisesi’nin başıdır.
Bu saydıklarım laiklik olgusu ile sınırlı olmayan örneklerdir. Amerikan PEW Araştırma Merkezi, devletin başındaki kişinin belirli bir dine ait olması zorunluluğunu şart koşan ülkelerde dinin kamusal alana etkisine dair araştırma yapmıştır. Aynı merkez, yaptığı daha kapsamlı başka bir araştırmada ise dünyada 80 ülkenin anayasa sisteminde açık ya da gizli bir şekilde belirli bir dine taraf olduğunu ortaya koymuştur.
‘LAİKLİK, MÜSLÜMAN TOPLUMLARA UYGUN BİR KAVRAM DEĞİL’
Mısırlı düşünür Abdulvehhab el Mesiri, bildiğiniz gibi laikliği, kapsamlı ve kısmî laiklik şeklinde ikiye ayırıyor ve kısmî laikliği makul görürken, totaliter ya da kapsamlı laikliğin ise kabul edilebilir sınırların dışında kaldığını ifade ediyor. Siz bu ayrıma ve bu ayrımın beraberinde getirdiği sonuçlara katılıyor musunuz?
Ben şahsen, ister Mesirî’nin kısmî laiklik isterse Oliver Roy’un yumuşak laiklik şeklinde terminolojiye kazandırdığı bu kavramların, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumlarda laiklik teriminin kullanılmasının kültürel açıdan belirsizliğe, siyasi açıdan ise dağılma ve parçalanmaya yol açacağını düşünüyorum. Belki de ihtisas alanımın dinler tarihi olması nedeniyle ben daha çok Aliya İzzetbegoviç’in “eski dönemin gerçekçiliği ve yeni dönemin idealizmini bir araya getiren” düşüncesini kendime daha yakın buluyorum. İslam’ın tevhit düşüncesi, doğası gereği insan hayatında bölünme kabul etmiyor ve laiklik gibi, Hıristiyanlık bağlamında ortaya çıkmış terimlerin çoğu, İslam kültürünü yansıtmıyor ve İslam toplumları için çözüm olmuyor. O yüzden ben bu kavramdan kurtulmak gerektiğini düşünüyorum. Bunun yerine demokrasi ve rasyonalizm kavramlarının yerleştirilmesini öneren Faslı filozof Muhammed Abid el Cabiri’nin düşüncesine, kendimi daha yakın buluyorum.
Son yıllarda Türkiye’nin AK Parti iktidarında ilk yıllarda yaşanan eğilimin tam tersine otoriterliğe doğru gittiğini düşünüyor musunuz? İslamcıların demokrasi yerine otoriterliğe bu kadar eğilimli olmasının nedeni nedir?
Türkiye’deki demokrasinin henüz daha ergen olduğunu, istikrar ve olgunlaşma için zamana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Demokrasinin ilk şartı, ordunun sonsuza kadar siyasetten uzaklaşmasıdır. Ben Türkiye’deki iktidarı yerden yere vuran ve Türkiye yönetimini diktatörlük olarak niteleyen ancak öte taraftan da Abdulfettah Sisi, Muhammed Bin Zayed ve Muhammed Bin Selman’ı öven Batı medyası gibi düşünmüyorum. İslamcıları demokrasinin önünde engel olarak gören karşı devrim propagandistlerinin düşüncelerini de desteklemiyorum. Çünkü Türkiye demokrasisinin bir takım sıkıntılarının olduğunu biliyorum ve Türkiye’nin bunlardan kurtulmasını temenni etmekle birlikte Türkiye’nin iktidar üzerinde kanlı mücadelelerin ve iç savaşların parçaladığı bölgede öncü bir deneyim olduğunu düşünüyorum. İslamcıların demokratik kültürünü derinleştirmeye ihtiyaçları var. Ama İslamcılar, onlarca yıl ülkelerimize ateş ve demirle hükmeden laiklerden çok daha demokratlar. Genel olarak demokrasinin kusurlarının tedavisi, ancak daha fazla demokrasi ile mümkün olur.
Muhammet Muhtar Şankıti kimdir?
Katar, Hamad bin Halife Üniversitesi’nde Dinler Tarihi ve Siyaset Etiği alanlarında dersler veriyor. Doktorasını ABD Teksas Üniversitesi’nde dinler tarihi alanında yaptı. Din felsefesi, dini yenilenme, siyaset felsefesi ve Arap dünyasında yaygın bir sorun olan taifecilik ve mezhepçilik meselesi üzerine çalışmalar yapıyor. On kitabı bulunan Şankıti, eserlerinin bir kısmını Arapça bir kısmını da İngilizce olarak kaleme almıştır. Kitaplarının büyük bir kısmı Türkçeye, Kürtçeye, Urducaya, İngilizceye, Fransızcaya, Arnavutçaya, Boşnakçaya, Tamilceye ve Peştuncaya tercüme edilmiştir. El Cezire kanalında periyodik olarak yayınlanan belirli siyasi ve düşünsel programlara katılmaktadır.
İslam Özkan kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.