Bilebildiğimiz kadarı ile sadece insan düşünme gücüne ve istidadına sahiptir. Bu da insanın varlık, ilişkiler ve sorumluluklar karşısında tavır alışını belirgin kılarak onun özgürlük alanını belirgin kılar. Her özgürlük belirli bir özgülüğü içerik olarak taşır. Bu özgülüğü aynı zamanda ilişkiler ağı içinde anlamlandırarak sorumluluğu temellendirir. Düşünme, özgürlük ve sorumluluğu kuşatan bir özelliği insana yükleyerek varlık alanında biricikliğini ilan etmesine de zemin olur.
İnsan, kendisinden önce varolan düşünme biçimlerine yönelik bir ilgiyi hesaba katarak; olan, olması gereken ve olmuş olan üzerine düşünceler geliştirir. Yani insanın salt kendi yetisi üzerinden bir düşünme ameliyesi gerçekleştirmesi imkânı bulunmaz. Çünkü insan, ancak başkaları ile birlikte var olabilir. Bu yüzden sadece dünyada kendisi varmış gibi davranamaz, davransa bile bir karşılığı olmayacaktır. İnsan, oluş süreci içinde kendi varlığının anlamını, bu oluşun düşünsel zeminine yönelik verdiği tepki üzerinden oluşturur. Bu tepkiyi de kendi bağımsız ilgisi bağlamında değil, kendisinden önce benzer tavırlar geliştiren ve benimsediği yaklaşımların önceliğini dikkate alarak gerçekleştirir. Yani ezcümle; insan, kendi başına düşünebilme yetisini diğer düşünme yetileri ile birleştirerek oluşan yeni düşünme yetisi üzerinden hareket eder. O zaman hiçbir düşünme biricik değil, bir birlikteliğin sonucudur. Bu sonuca dair yaklaşımlar, eleştiriler ve yenilemeler, yine benzer durumlardan hareketle gerçekleştirilebilir unsurlar olacaktır.
Şunu açık bir şekilde söylemek elzem: hiçbir insan, kendi başına hiçbir yardım almadan, görmeden ve haber almadan ve tevarüs edilene dayanmadan, kendi içinden hareketle bir düşünme gerçekleştiremez! Gerçekleştirse dahi herhangi anlamlı bir şey üretme imkânı bulamaz! Yani herhangi bir konuda tek bir kişinin söylediği bir şeyin doğrulanması açısından kendi dışından birilerinin de aynı anlamı dile getirmesi ve desteklemesi üzerine oluşan mutabakat ile anlamlı yerini bulabilir. Bu da kişinin, kendisi dışındaki düşünme ameliyesine dikkat kesilmesini elzem hale getiriyor. Özellikle anlam ve değer eksenli bir düşünme için insanın kendi dışından elde ettiği habere ittiba etmesi kaçınılmaz görünüyor. Yoksa her insanın kendi başına anlam ve değer üretmesini doğru kabul edersek, o zaman insan adedince anlam ve değer ortaya çıkar ki bu kabul edilebilir bir olgu değildir. Bu yüzden insanların aşkın bir Varlığın/Yaratıcının gönderdiği bilgi üzerinden düşünme ameliyesi gerçekleştirmesi zorunluluk addediyor. Bu da bize düşünmenin kaynağının ilahi tabiatını gösterir. Böylece felsefe olarak dile getirilen şeyler de dâhil olmak üzere bütün kültür ve medeniyetlerde öne çıkartılan temel değerlerin ortak karakterinin kaynağını açıklığa kavuşturmuş oluruz…
Düşünmenin içsel ve dışsal iki boyutu olduğunu biliyoruz. Dışsal düşünmenin imkânlarının aşkınsal boyutu ve dış varlığa yönelik gözlemimiz bize kaynak oluşturur. İçsel imkânlarımız/yetilerimiz ise dışsal boyutun bize sunduğu bilgiyi kendi enfüsi derunumuzda tecrübeye dönüştürerek ortak bir karakterin varlığının temelini kurmaya imkân tanır. İçsel tecrübeye dönüşmeyen dışsal bilgi sathi kalmaya maruz kalır. Ve süreç içinde başkalaşıma uğrar. Dolayısıyla içsel ve dışsal faktörler bütünlüğü açısından kişinin düşünme ameliyesi bağlamında önem kazanır. İçine gömülmüş birinin dışsal faktörleri doğru okuma imkânı olmayacağı gibi dışsal faktörleri dikkate alan kişinin de belirli bir yabancılığı oluşturacağı tarihsel bir gözlem olarak önümüzde durmaktadır. O yüzden içsel ve dışsal faktörleri belirli bir yöntem üzerinden düşünmeye konu edindiği zaman kişi, oluşturacağı değer ve anlamın bir çıkış yolu bulması ve çözüm üretebilecek bir potansiyeli taşıması mümkünleşir.
Tarihsel seyir içinde var olan düşünme zeminine yönelik yapılan her önemli katkı tarihsel bir kırılma anı olarak tarihe nakşolmuştur. Düşünce tarihi bu kırılma anlarının tarihi olarak kayıtlara geçmektedir. Her gönderilmiş Peygamber, kendisinden önce gönderilen peygamberin getirdiklerini yeni bir yoruma veya yaptığı yeni bir katkı ile kendine has bir düşünce ve ümmet varlığına zemin oluşturmaktadır. Bu yüzden gönderilmiş her peygamber, kendi ümmetinin temel dinamiklerine uygun düşünme zeminleri oluşturarak onları kurtuluşa ve anlama davet etmişlerdir. Son Nebi, Hazreti Muhammed ise; kendisini, İbrahim (as) a nispet ederek kendi tarihsel zeminini aşan tarihsel ve gelecek tarihi de içine alan büyük bir değer ve anlamı inşa etmiştir. Bu inşa edici pozisyonu kendisinden menkul değil, bilakis, Yaratıcı olan Allah’ın dilemesi ile gerçekleştiği açıkça belirtilmiştir.
Bu temel gerçeğin tabii tezahürü olarak Müslümanlar daha sonra kendilerinin dışında var olan bütün kültür ve düşünme zeminlerini ele almış, geliştirmiş, yenilemiş ve yeniden sunulmasına aracılık etmiştir. Bu da bize bir müslüman olarak düşünme istidatlarının birbirlerinin tenakuzu değil bilakis, birbirinin tamamlayıcısı olarak anlaşılması gerektiğini ilzam eder.
Müslümanlar kendi aralarında farklı düşünme zeminlerine sahip olagelmişlerdir. Bunun önemli bir sebebinin farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerle yüzleşmelerde, farklı siyasal iktidar biçimlerinde bulunmaları ve yaşadıkları sorunları çözüme kavuşturmada önceliğe sahip oluşlarında yatmaktadır.
Kadim dönemde düşünme, ‘gönderilmiş bilgi ve ortaya konulan değerler/ilkeler’ üzerinden gerçekleştirilirdi. Modern dönemde ise bu temel düşünme yapısı değişime uğradı. Özne/insanın kendisinin içsel düşünme yetisinin dışsal düşünme yetisini de belirleyecek şekilde yeniden düzenlendi. Bu yeni durum, tarihsel düşünmenin seyrini de değişime uğrattı. Dinler, artık bilinemez olana tekabül ettirilerek yeni dönemde bir işleve sahip olmayacağı ilan edildi. Tartışma akıl mı deney/tecrübe mi belirgin olmalı ikilemine, pragmatik düşünme devreye girerek bazen o, bazen de o olabilir, diyerek katkı sundu. Yani yararlılığı öne çıkardı.
Modern düşünce bu tarihsel seyri içinde sadece batı dünyasında değil batı dışı dünyada da belirli bir hegemonya kurdu. Ama o insanın özgürleştirilmesi, eşitlenmesi ve haklarının tam olarak kullanımı hedeflerini hiçbir zaman gerçekleştiremedi. Batıda buna yönelik ciddi eleştiriler başladı. Ama sonuç; post modernliğe yükselme yeni sorunları eski sorunların çoğaltılarak varlık kazanmasından başka bir sonuç doğurmadı. Bu da yetmedi, realiteyi/gerçeği, post gerçeklik üzerinden aşmaya çalışırken, insanı modern dönemde kazandığı tahttan indirdi. Yani işler iyi gitmiyordu. Düşünme çabaları, yeni arayışlar, yeni yorumlama teknikleri, hermenötik/anlam bilim tartışmaları da çözüm konusunda çıkmaz sokakta… Klasik modern düşüncenin yaşayan en büyük filozofu olarak kabul edilen Jürgen Habermas, artık yeni bir düşünce evresine geçişin kaçınılmaz olduğunu ilan ediyor, yeni düşüncede din/aşkınsal bilginin araçsallaştırılmasının önüne geçilmesi ve bu konuda yapılan yanlıştan dönülmesi ve bir türlü modernliğin temel paradigması tarafından çözüm üretilemeyen anlam sorununa din/aşkınsal bilginin kendi orijinal yapısı ile devreye girerek çözmesi gerektiğini açıkça belirtiyor. Son kitaplarında bu tezini felsefi düzeyde dile getiriyor.
Yukarıda ifade edildiği gibi düşünme, salt kendi başına var olma imkânı bulamaz. Yapısı gereği düşünme çoğul bir yapı arz eder. Bu çoğul yapı, mevcut sorunların çoğul yapısına denk düşen bir özellik taşır. İster sezgisel/dini/aşkınsal bilgi, ister akli/rasyonel bilgi, ister deney ve gözlem/tecrübî bilgi olsun, her biri kendi alanında kendi sorunlarını çözme istidadı taşırlar. Ve insan saydığımız bu bilgi türlerinin hepsini kendinde taşır. Mesele ise bu bilme türlerinin hangi yöntem üzerinden bir bütünlük içinde anlamlı yerlerine irca edilebileceğidir. Çünkü sadece birini ele aldığımızda insan hep eksik kalacaktır. Sorunlarda eksik anlaşılacak ve algılanacaktır. Çözüm ise hep eksik kalacaktır. Bu yüzden bütün bilişsel süreçleri bir bütünlük içinde anlamlı kılacak ve insanın kendi bütünlüğünü sağlayacak bir yönteme ihtiyaç vardır. Bu yöntemin kaynağının insan zihni mi olacağı veya aşkın/ ilahi bir bilgiye dayalı yöntem mi olmalı sorusu anlamlı ve düşünmenin yönelimini belirleyecektir.
İnsanlar, ilahi bilginin artıkları üzerinden oluşturduğu felsefi sistemleri üzerinden ürettikleri değerler skalasını sürekli değişime uğratarak insanın genel ahlaki bir yapıya sahip olmasına zemin oluşturamadığını tarihi olarak biliyorlar. Modern dönem aşkınlığı devre dışı tutarak son üç yüz yılın belirleyici değer ve gücünü oluşturduğu halde insanların temel sorunlarının ve ahlaki yapılarının belirleyiciliğini sağlayamadı. Bilakis, insanlık tarihi boyunca oluşmamış bir sapkınlığın varlığı tartışılamaz olana dönüştü. Çok kısmi olan sapkınlıkların genelleşerek bütün bir insanlığı sarması, sarsması kaçınılmaz görünüyor. Düşünmeyi mevcut hali ile sürdürmek soruna çözüm üretemediği gibi ‘Tanrının Ölümü’nün ilanı ile neticelendiği de bilinmektedir. Değerin yok olduğu, insanlığın iflas ettiği aşikâr… Üretilen bir çözüm ise yok… İnsanlığın aşıldığı yeni bir yaşam merkezinin varlığının tartışıldığı bir zeminde düşünmenin hala sağlam bir zeminde iş gördüğünü söylemek doğru değildir. Bu da bize modern düşünme zemininin işe yaramadığını ve yine eski düşünme zeminine tekrar dönüş sağlanmadan bugün insanlığın duçar kaldığı mevcut sorunları çözüme kavuşturmanın mümkün olmadığını göstermektedir.
Düşünme ancak bir hedef üzerinden anlamlı bir faaliyet yapabilir. Bu hedef ise kişiyi hem bu dünyada hem de ölüm ötesi dünyada mutlu edecek ve kurtuluşa taşıyacak olandır. Ölümü dikkate almayan ve ölüm gerçeğini hiçe sayan bir insanın kendi vicdanında rahat olması beklenemez, insanın ölümsüzlüğü aradığı bu kültürde, dünyayı sonsuzluğa taşıma cehdi ve çabası bu kadar açık bir şekilde gözlerimize sokulurken, insanın ölüm sonrasına dair bir yaklaşıma sahip olmaması düşünülemez!
Anlama dönüş, anlamın kaynağına dönüşü beraberinde taşımalıdır. Anlamın kaynağı ile kurulacak bağ ile değer sorunu çözüme kavuşturulur. Değer sorunu çözüldüğünde ahlak meselesi çözüme kavuşur. Ahlaki zemini sosyal bir zemine taşıdığımız zaman insanların gözlem yapacağı yeni bir sosyal gerçekliği kurmuş oluruz. İşte bu sosyal gerçeklik zemini anlamın kuşatıcı bir özellik kazanarak isteyen bütün insanların kendilerini kurtuluşa sevk edecek bir düşünme zeminine sahip olmasına imkân tanır..