Sivas-Şarkışla’da 1954 yılında doğan Muhsin Yazıcıoğlu, 1968 yılında Sivas Şarkışla’da Genç Ülkücüler Derneği ile başlayan siyasi hayatının ilerleyen döneminde Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı'na getirildi. Adının duyulmasında Ülkü Ocakları Genel Başkanı olmasının etkisi büyüktür. 1978 yılında faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği'nin kurucu Genel Başkanı oldu. 1980 yılına kadar MHP'de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kendisini Mamak Cezaevi’nde bulan Muhsin Yazıcıoğlu 7,5 yıl hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra ilk iş olarak 12 Eylül mağduru ülkücülere ve onların ailelerine yardım amacıyla Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı'nı kurdu. 1987 yılında Ülkü Ocaklarının devamı niteliğindeki Gençlik Kültür ve Sanat Ocaklarını (GKSO) kurdu. Aynı yıl bir grup arkadaşıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisinde (MÇP) siyasete girerek Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu. 1992 yılında, arkadaşlarıyla birlikte MÇP'den istifa etti ve ardından Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurdu. 2009 yılında elim bir helikopter kazası/suikastı sonucunda vefat etti. |
25 Mart 2009 tarihinde vefat eden merhum Muhsin Yazıcıoğlu, klasik bir politikacının ötesinde -politikanın doğasına aykırı da olsa- Makyavelist ve oportünist olarak tanımlanamayacak çok az siyasetçiden birisi, bir “dava adamı” idi.
Ölümünün 11. yılında Muhsin Yazıcıoğlu’nun Türk siyasetindeki yerini tam olarak anlayabilmek için Türkiye’deki milliyetçiliğinin tarihsel duraklarına bakmakta fayda var.
Türk milliyetçiliğinin siyasi parti olarak serencamı Demokrat Parti’nin (DP) ihraç ettiği ve partiden ayrılan bir kesim tarafından Millet Partisi’nin (MP) 1948 yılında kurulmasıyla başlar.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin “dine olumsuz bakışına” ve uygulan laiklik politikalarına şiddetli eleştiriler yönelten MP aynı zamanda DP’yi de CHP’ye yaptığı muhalefetin dozundan dolayı muvazaa partisi olarak itham etmekteydi.
Böylece Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı önderliğinde kurulan MP ile milliyetçi düşünce çok partili dönemle birlikte ilk partisine kavuşmuştu.
Ancak bazı delegelerin 1952 yılındaki kongrede Atatürk'ün kabrine çiçek koymayı reddetmesi üzerine açılan davada “dini esasa dayanan ve gayesini saklayan bir cemiyet olduğu" gerekçesiyle 1954 yılında kapatılmıştı.
Aynı yıl partinin devamı niteliğinde Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) kurulmuş, 1958 yılında ise Türkiye Köylü Partisi (TKP) ile birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adını almıştır.
1965 yılında Alparslan Türkeş’in genel başkan seçilmesiyle birlikte partide daha baskın olan muhafazakar anlayış Türk milliyetçiliğine doğru yönelmiştir.
1967 yılında Alparslan Türkeş’in ilk kez “Başbuğ” olarak anons edilmesi bu duruma güzel bir örnektir.
1969 yılında partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirilmiştir.
Aynı yıl dünyada yükselen komünizm ve sol hareketlerin Türkiye’ye de yansıması sonucu anti-komünizmle mücadele edecek aksiyoner bir gençlik örgütü ihtiyacına dönük “Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı” kurulmuştur.
Sağ-sol çatışmaları sonrası 12 Eylül 1980 tarihindeki askeri darbe ile birlikte parti kapatılmış, 1983 yılında siyasi partilere tekrar izin verilmesiyle Muhafazakar Parti (MP) kurulmuş daha sonra adı Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) olarak değiştirilmiştir.
1987 yılında siyasi yasakların kalkmasıyla partinin genel başkanı Türkeş olmuştur.
Bilindiği üzere 1960’lı yıllardan itibaren Soğuk Savaş’ın etkisiyle başlayan komünizmle mücadele söylemi 1970’lerden itibaren silahlı çatışmaların da yaşandığı sert bir iklime girmişti.
Türkiye sağ-sol kutuplaşması üzerinden bir tür iç savaş hali yaşamaktaydı. Bu süreç toplumu öyle derinden etkilemişti ki eş, dost, akraba, kardeşler ve hatta köyler bile bu ayrımdan nasibini almış durumdaydı.
Türk Silahlı Kuvvetleri bu travmatik durumu meşru gerekçe sayarak 12 Eylül 1980 tarihinde yönetime el koymuştu.
Askeri darbenin sağ ve sol hareketlere karşı müsamahasız tutumu ve devletin kudretini gösterme niyetinin siyasi tarihimizi derinden etkilediği tartışmasız bir gerçekliktir.
Bu saatten sonra siyaset devletin çizdiği alanda yapılmaya başlamış, toplumsal kesimler ve öğrenciler için uygulamaya konulan depolitizasyon süreci oldukça etkili olmuştur.
Bu durum ülkücü hareketin de yönünü tayin edecek nitelikteydi.
Ülkücü kesim için askeri darbe, ilk başta, sağ-sol çatışmasının tüm sokakları kapsadığı bir dönemde asayişi sağlayacak mühim bir tedbir olarak görülmüştü.
Ülkücü basına göre devletin heybeti geç de olsa avdet etmişti. Darbeyle kurulan bu özdeşlik çok geçmeden tam tersi bir durum aldı ve kırılma yaşandı.
O zamana kadar ülkücü kesim, materyalist-komünist tehditler karşısında devletin “acziyete düşmesi” neticesiyle işe koyulduklarını; “devleti koruma ve kollama görevini” yerine getirdiklerini düşünmekteydiler.
Ancak özelikle solcularla birlikte Mamak Cezaevi’ne konmaları ve suçlu olarak addedilmeleri “devlet sevdalısı” ülkücülerde hayal kırıklığına yol açmıştı.
Devlete “arka çıkmak” için girişilen ölümüne mücadeleye rağmen bizzat devlet tarafından “kullanılmış” ve hatta “harcanmış” olmak hissiyatı özellikle ülkücü tabanı derinden yaralamıştı.
Zira ülkücü hareket, gösterdikleri “milli refleks” ile kendilerini devletin yerine koyarak “meşru müdafaa” yaptıklarını dile getirmekte ve darbenin suçlu bulduğu kesimler arasında olmayı şiddetle reddetmekteydiler.
Alparslan Türkeş’in güçlü şahsiyeti ile devlet arasında kurulan özdeşlik, ülkücü kesimin solcularla aynı kefeye konmasıyla birlikte değişmeye başlamıştı.
Darbe sonrası dava süresince özellikle Alparslan Türkeş’in “sadece kendini kurtarmaya çalışan” bir görüntü vermesi ve savunmasını ülkücü hareketin komünistlerle giriştiği mücadeleyi kurumsal arka plandan yoksun bırakarak “suçun şahsiliği” argümanı üzerinden kurması tabanda bir nevi “sahipsizlik hissi”ne yol açmıştı.
Parti tabanında bu durum vefasızlıktan ihanete giden bir çerçevede tartışılmaya başlanmıştı. Tabi ki bu süreç lider-teşkilat-doktrin şiarının sorgulanmasına da yol açtı.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasının sonuçlanmasıyla birlikte yargılanan 389 kişiden 5’ine idam, 9’una müebbet hapis, geriye kalan 219 kişiye ise çeşitli yıllarda hapis cezası verilmiştir.
Ülkücü hareketin lideri Alparslan Türkeş de bu dava sonucunda 9 yılı geçkin hapis cezasına çarptırılmış ve bilfiil 4,5 yıl cezaevinde yatmıştır.
Yazıcıoğlu ise 7,5 yıl hapis yatmıştı. Buna karşın çoğu MHP üst düzey yöneticisinin beraat etmesi ülkücü tabanda ihanete uğramışlık hissiyatını güçlendirmiş ve ideolojik bir kopuşun önünü açmıştır.
İşte bu sırada 12 Eylül mağduru ülkücülerde oluşan sahipsizlik hissi Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkasında toplanmalarına yol açtı.
Özellikle Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı vasıtasıyla ülkücülere ve ailelerine bir tür vefa örneği göstermesi ve düşülen bu durumu kıyasıya eleştirmesi tabandaki popülaritesini artırdı.
Ardından 1987 yılında ülkü ocaklarının devamı niteliğindeki Gençlik Kültür ve Sanat Ocakları (GKSO) derneği ile Muhsin Yazıcıoğlu oldukça ön plana çıkmaya başladı.
Bu dönemde Kemalist resmî ideoloji eleştirileri artmaya başlamıştı. Özellikle bu eleştirilerde İslami tonlamalar hayli belirginlik kazanmıştı.
Ülkücü tabanda hızlı bir dindarlaşma görülmekteydi. Devletin yaptığı, bir zülüm olarak görülüyor, hapishanelere yine İslami referanslı “Medrese-i Yusufiye” deniliyordu.
İslamiyet’e yönelen ve gittikçe dindarlaşan Türk milliyetçiliğinin sembol ismi ise Muhsin Yazıcıoğlu oluyordu.
“Mamak Cehennemi” ve MHP üst yönetiminin “vefasız” tavrı özellikle cezaevlerinde bulunan ülkücülerde milliyetçiğin tanımına ve amaçlarına yönelik tartışmaları alevlendirdi.
Bu dönemde İslami kültürle temaslarını artıran ülkücüler, devletin ideolojik tutumu tarafından üretilen statükoya karşı konumlanmaya başladılar.
Milliyetçiliğin İslami çizgiden uzaklaşarak Atatürkçülüğe ve dolayısıyla statükoculuğa doğru kaydığını düşünmekteydiler.
Türk-İslam Ülküsü anlayışına sarıldılar. Kuşkusuz 1969’da bizzat Türkeş tarafından Nihal Atsız ile girilen münakaşada Şamanist-ırkçı yaklaşımın karşısına İslami motifleri belirgin bir milliyetçilik ön plana çıkarılmıştı.
Önceleri çoğunlukla ideolojik bir boşluk doldurma gayesine dönük bu söylem kurgusu 12 Eylül 1980 sonrasında devletin öteki yüzüyle karşılaşan ülkücü tabanda ise statüko karşıtı bir hale bürünerek “Yusufiyeli ülkücüler” tarafından merkeze çekilmek istenmekteydi.
Onlar lafızda kalan İslami kimliğin yerine İslami öze dönüş arayışındaydılar. Bu anlayışın arka planını çoğunlukla Seyyid Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü oluşturmaktaydı.
Aynı zamanda Hüseyin Hilmi Işık’ın düşünceleri; Nurettin Topçu ve Remzi Oğuz Arık’ın “Anadolu-Türk” anlayışı; Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Anadolu’nun bağrı yanık çocukları” söylemleriyle Necip Fazıl Kısakürek’in “iman-aksiyon” terkibinin etkileri de hissedilmekteydi.
Erol Güngör’ün milliyetçiliğin neliğine dair eleştirel söylemleri ve Batıcılığın aksine İslamiyet’in önemine değinen yaklaşımları da oldukça etkili olmuştur.
Tabi ki bu dönemde özellikle 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi ile birlikte küresel ölçekte İslami diriliş söylemlerinin hız kazanmaya başlaması da ülkücüleri etkilemiş görünmektedir.
Böyle bir düşünce atmosferinden hareketle Türk-İslam Ülkücüleri için İslami kimlik Türklüğün temel bileşeni olmuş, asıl kimlik kurucu enstrüman olarak benimsenmiştir.
Artık temel hedef ister iktidarda isterse değil “İlay-ı Kelimetullah” olmuş ve “Nizam-ı Alem” düşüncesi ön plana çıkarılmıştır.
Bu düşünce kuşkusuz Aydınlar Ocağı çevresinin resmî ideoloji ile kurduğu sentezin dışındadır ve “dinci değil dindar devlet” şiarı ile pek uyuşmaz.
Zira darbe sonrası Muhsin Yazıcıoğlu, milliyetçiliğin laik, Atatürkçü, statükocu ve Batıcı eksene kaydırılmış olmasından rahatsızlık duymaktaydı. (Bkz. Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, 1-2-3, Akçağ Yayınları, 2012).
Özellikle Türkeş’in belli bir zamandan sonra Agah Oktay Güner’den mülhem “kendi zindanda fikri iktidarda” anlayışı ile darbeyi sahiplenmesi ve daha sonraki siyasi süreçte üst düzey komutanları partisine katması bazı ülkücülerde liderin “Başbuğluk” misyonun sorgulanmasıyla sonuçlandı.
MHP üst yönetimi biraz da oportünist davranarak hareketin devamlılığına odaklanmak durumunda kalmıştı.
MHP askeri rejimin hiç değilse zulmünden azade olmak gayesiyle, akıntının yönünü değiştirmek ve verili durumu en az zararla atlatmak maksadıyla olsa gerek bir tür özdeşleşme sürecini girmişti.
İlk başta ülkücüler darbeyi asayişi sağlaması ve komünizmin set çekecek olması gayesiyle olumlu karşılamışlardı zaten.
Darbe sonrası uygulamaya konan Atatürkçü Düşünce Sistemi ile resmi din anlayışı askeri rejim ile bağlantının temel enstrümanlarındandı.
Bu konularda kalem oynatan Tanıl Bora’ya göre;
1980’lerde din, toplumsal istikrarı -ki asayiş olarak anlaşılır- ve devlete sadakati güçlendirici bir unsur olarak resmî ideolojiye lehimdendi. Özellikle Aydınlar Ocağı, milliyetçi-muhafazakâr Türk ve İslam terkibini Türk-İslam-Batı Sentezi şiarıyla resmî ideolojinin Batıcılığına ve Kemalizm’e bağlamaya çalışmıştı.
Bunun farkında olan Muhsin Yazıcıoğlu, İslam’ın bir dolgu malzemesi olmasına itiraz etti. Darbe sonrası oluşturulmak istenen “statükocu İslam’a” karşı bir duruş sergiledi.
İslam’ın fasıl değil asıl olması gerektiğini düşünmekteydi. Onun düşüncesinde milliyetçiliğin sınırını İslamiyet belirlemekteydi.
Muhsin Yazıcıoğlu etrafında kümelenen bu “yeni ülkücüler” bünyede eritilmek maksadıyla parti tarafından davet edilmiştir.
Böylece 27 Kasım 1988 tarihinde “İslami duyarlılığı fazla” olan ülkücüler Milliyetçi Çalışma Partisine (MÇP) girdiler.
Ancak Yazıcıoğlu’nun devlet ile organik ilişkinin dışına çıkılmasını amaçlayan yaklaşımlarıyla muhalefet etmesi ve bir tür kongreye hazırlık sürecine girmesi MÇP lideri Alparslan Türkeş ile gizliden gizliye yaşanan gerginliği gün yüzüne çıkardı.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun MÇP yayın organı olan “Bizim Ocak” dergisinin karşısına İslami tonu hayli belli olan “Bizim Dergâh”ı çıkarması ilerleyen günlerde ülkücüler içinde merkezciler-dergahçılar ayrımıyla sonuçlanacaktı.
Karşılıklı sataşmalar, kavgalar ve baskınlar neticesinde oldukça sert bir iklime girildi. Tüm bunlara Türkeş’in tepkisi çok sert oldu.
Bu durum 6 Temmuz 1992 tarihinde Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının istifasıyla sonuçlandı.
Yazıcıoğlu istifa ederken yaptığı basın toplantısında MÇP genel başkanı Alparslan Türkeş’in militarist, elitist ve devletçi tutumunu eleştirmiş; Başbuğluktan kaynaklanan lider sultasının yerine meşveretin konması gerektiği minvalinde sözler sarfetmişti.
Özellikle şu sözleri ile kurulacak yeni bir partinin İslami hattını gözler önüne seriyordu:
Türk, Anadolu'da bin yıldır hükümran olan ve İslamiyet ile bir araya, aynı hedefe yönelen büyük bir milletin adıdır. Fatih, Selahaddin Eyyubi, Sokullu, Mimar Sinan, Mevlâna, Mehmet Akif bu coğrafyaya İslamiyet'i nakşetmiş Türk ulularıdır. Milletimizle, bin yıldır İslamiyet'in şerefiyle şereflendiği, İslam sancağını zirvelere diktikleri için iftihar ediyoruz. Bu tarihin ve kader birliğinin bu topraklardan yükselecek yeni bir hamleye sağlam bir başlangıç teşkil ettiğine inanıyoruz.
Tüm bu düşünceler 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) kurulmasıyla siyasi bir programa kavuşmuş oldu.
Böylece BBP sivil toplumu önemseyen “devletçi milliyetçilikten milletçi milliyetçiliğe” geçiş yapan yeni bir anlayışın temsilcisi oldu.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun 28 Şubat sürecindeki “milletçi tutumu” diğer yazımızın konusu olacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish