ads by AdMatic
29.02.2020 09:52
Halil-Berktay
Yaşarken ve Okurken
yazarlar@serbestiyet.com
@HalilBerktay
[29 Şubat 2020] Bu yazıyı dün, yani 28 Şubat 1997’nin 23. yıldönümünde yazacaktım. Araya 33 şehit girdi. 33 kurşun. Mustafa Muğlalı ve Ahmet Arif. 33 şehit. İdlib, Balyun yöresi. Geçmişe dalıp gidiyorum.
Onyıllar boyu tanıdığımız çok yaygın bir aydın tipi vardı. Bazen Atatürkçü, bazen sosyalist, bazen her ikisi. “Gerici” dediği dindar-muhafazakârların, siyaset sahnesinden dışlanmaları gerektiğinin ötesinde, dışlanabileceklerine inanıyordu. Kamusal alana çıkmamalı, meydanlarda gezinmemeli, görüntü kirlenmesi yaratmamalıydılar. Toplumun marjında tutulmaları Kemalist Devrimin kazanımlarını savunmanın bir icabıydı ve ilelebet mümkündü. Şiddet, inanılmaz bir rahatlık ve doğallıkla giriyordu başvurulacak yöntemlerin içine. “Sallandıracaksın birkaç tanesini, görsünler günlerini.” 31 Mart, Şeyh Sait, Menemen Vakası hep böyle tedip edilmemiş miydi? Tek şart yorulmamak ve bezmemekti; inkılâpçı irade ve enerjinin pörsümemesiydi. Merkez-sağ partilerin inanç özgürlüğü adına “irtica”ya verdiği her tâviz, Beyaz Türkleri kâh korkutuyor, kâh çıldırtıyor; ruhlarına sinmiş Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri özlemini yeni baştan tetikliyordu.
Tanıdığımız dedim; yanlış ve eksik aslında. Dışımda değil içimdeydi. Çünkü ben de bu laik-solculardandım. Öyle bir ailede büyümüştüm. Çocukluk ve ergenliğimde militan bir ateisttim. Din bilim-dışı, karanlık ve yabancıydı. Gençliğimde, Marksist devrim teorisine inanıyordum. Okumuş, üzerinde fazla düşünmeksizin doğru saymış ve içselleştirmiştim. İkisi, yani dinsizlik ve devrimcilik birleştiğinde, herhalde İslâmiyet korkusu bende de vardı. Daha doğrusu, olması gerekirdi. Ne ki, birincisi, ordu, sıkıyönetim ve askerî darbeler çok daha ön plandaydı. İkincisi, dinin sürekli bastırılıp yok sayılabileceği gibi bir fikir taşımıyordum. İmkânsızlığını görüyordum diyemem. Belki sadece kafa yormamıştım. Üzerinde durmuyordum.
Zamanla biraz büyüdüm mü nedir? 1980’lerin ikinci yarısında önce Maoculuğun ultralığından koptum. İkinci adımda, Lenin’in dogmatizmi çok gözüme battı. Üçüncü adımda, doğrudan doğruya Marx’ı ve Marksizmi sorgulamaya başladım. Düşünce yapım kitabî olmaktan çıktı; yaşanmışlıklardan beslenir oldu. 12 Mart ve 12 Eylül, devrimci diktatörlük dahil her türlü otoritarizme karşı artık etimde ve kemiğimde hissettiğim, kişiselleşmiş bir tepki ve nefret duymama yol açtı. Özgürlük arayışım eşitlik arayışıma üstün geldi. Bütün “izm”lere mesafeli, hiçbir özel dâvâ peşinde koşmayan, kendime göre bir ahlâk peydahladım.
Madalyonun diğer yüzünde, toplumun karmaşıklığı ve uçsuz bucaksızlığını kendi içinde hisseden bir tarihçiliğe doğru yol aldım (alıyorum). Bir yönüyle, şiddete dayalı toplum mühendisliği girişimlerinin, başarılarıyla birlikte daha çok maliyetlerini algılayan; altta kalanların, hattâ sessizlerin de sesini duymaya çabalayan; çizgisel değil çok-perspektifli anlatımlar arayışına girdim. Diğer yönüyle, bir yere kadar sadece “sınıf”ları görüyordum. Bu da indirgemeci ve çatışmacı bir sosyoloji demekti. Şimdi ise, sınıflar gene var ama daha yumuşak. Her an çatışma içinde değil. Uzlaşabiliyor ve çoğu zaman uzlaşıyorlar da. Çünkü üzerlerine kültür ve kültürel yapıştırıcılıklar da biniyor. İtikadım gene yok ve muhtemelen ömrümün sonuna kadar da olmayacak. Bu benim kişisel tercihim. Ama şu açık: din her çağda, her yerde, insanların hayatında çok önemli bir yer tutuyor. Bu ülkenin büyük çoğunluğu da Müslüman. Onların dünyasını neredeyse elli yıl tanımamışlığım büyük bir kayıp. Ben öyle yaşamayabilirim, onlar da benim gibi yaşamayabilir. Ama birlikte çok şey yapabilir, daha iyi bir ülke kurabiliriz. Demokrasi sırf soğuk ve mesafeli bir cemaatleşmenin değil, yapıcı işbirliklerinin olabilirlik matrisini oluşturmalı. Bu yüzden, artık sırf kendime değil, herkese demokratım. Öyle olmaya çalışıyorum.
Bu duyarlılığa galiba 1980’lerin ikinci yarısında ulaştım. 12 Eylül rejiminden çıkış süreciydi. Sosyalist solun hemen bütün fraksiyonlarının, hem birleşmek isteyen yenilikçileri vardı. Hem de mevcut mevkilerini korumaları bölünmüşlüğün sürmesine bağlı olan, bu yüzden alabildiğine tutucu ve sekter tekke şefleri vardı. Eski TKP ve TİP’lilerin insiyatifiyle, nominal eş-başkanlıklarını Aziz Nesin ve Sadun Aren’in yaptığı bir Demokrasi Kurultayı düzenlendi. TCK’nın yalnız 141. ve 142. maddelerinin değil, 163. maddesinin de kaldırılması üzerinde görüş birliği oluşturdu. Taze bir adımdı. Katıldım, konuştum, destekledim. Daha o dönemde, başörtüsü yasağına karşı çıktım. Herkes istediği gibi giyinir ve inancının icapları da buna dahildir dedim. Tutun ki üniversitelerimize geleneksel sari’leriyle Hintli kadınlar ya da kocaman kavukları ve sakallarıyla Sihler kaydolmuş. Çıkarttıracak mısınız hepsini? Ya da, onları kendi kültürleridir diye doğal kabul edecekseniz, Türkiye’nin Müslüman kadınlarının kültürüne niçin karışıyorsunuz?
1990-91’de gecikmeli doktoramı nihayet bitirip ODTÜ Tarih Bölümü’ne girdim. Kötü yıllardı. Düzen, İslâmın özgürleşme çabasına karşı, asker destekli ve giderek küçülen koalisyonlarla direniyordu. ODTÜ’de de bilinen kısıtlamalar söz konusuydu. Daha ilk bölüm toplantısında, yukarıdaki argümanları da tekrarlayarak hayır, ben bunu uygulamam, başörtülü avına çıkmam, kıyafet polisliği yapmam, öğrencimi dışlamam, ihbar etmem dedim. Her şeyden geçtim; neden sakalını belki bu nedenle uzatan delikanlılara dokunmuyoruz da inançlarının bedelini sadece genç kadınlara ödetiyoruz, bu nasıl bir cinsiyet ayırımcılığı diye de ekledim. Bölüm yasağı orada çöktü. Daha sonra Boğaziçi’ne geçtim. Orada herkes özgürlükçüydü zaten. 28 Şubat olduğunda bir yıllığına Harvard’daydım; araştırma iznimi (sabbatical’ımı) kullanıyordum. Uzaktan olan biteni çok iyi algıladığımı söyleyemem. Sincan’da yürütülen tankları; nasıl bir yeni istibdat düzeni kurulduğunu; tabii bir kere daha erkeklerin değil “teşhis edilebilirlik”leri nedeniyle hemen sırf kadınların maruz bırakıldığı baskıları; Kemal Gürüz başkanlığındaki YÖK, Üniversitelerarası Kurul ve hele İstanbul Üniversitesi (Alemdaroğlu ve ekibi) zulmünü; faşizan İkna Odaları rezaletini; yarım kalan öğrencilikleri, yıkılan umutları ve sakatlanan hayatları… çok sonra öğrendim. Keşke bütün laik-sol kesim de biraz olsun öğrenmeye ve anlamaya çalışsaydı. Bir ara aklımdan geçti, bir dizi dindar kadınla, başlarından geçenler hakkında nehir-röportajlar yapayım diye. Vakit bulamadım.
Döndüm ve bir süre sonra 2002 seçimlerini yaşadık. AK Parti kazandı… ve ânında devirmecilik de şahlanıverdi. Kimler neler dedi, hatırlıyorlar mı acaba? “Gene de gitmezlerse artık başka yöntemlere başvuracağız.” O dönemde konuştuğum, tartıştığım herkese kabaca şunları söyledim: Bırakın, benim çok inandığım ama galiba sizin inanmadığınız demokrasi ve özgürlük ilkelerini. Sırf politik, pragmatik açıdan konuşalım. 50 milyon Müslümanı yok etmeniz veya tekrar yok saymanız mümkün mü? Gerisin geri susturmanız, yasaklamanız, baskı altına almanız mümkün mü? Bitti bu fasıl. Yaklaşık 80 yıl denediniz ve olmadı işte. İsterseniz “onlar” diyelim. Onlar çoğunluk; siz ise küçük ve kibirli bir azınlıksınız. Atsanız atamazsınız, satsanız satamazsınız. Cin şişeden çıktı bir kere. Habire yasaklamaya, parti kapattırmaya kalkışıp tekrar ve tekrar hüsrana mı uğrayacaksınız? Ne kadar zor gelirse gelsin. Sizin açınızdan ne kadar “geri adım” gerektirirse gerektirsin. Kutuplaşmak yerine barış içinde bir arada yaşamaktan başka şansınız var mı? Hiçbir şey düşünmüyorsunuz; bari bunu düşünün.
Olmadı maalesef. Türkiye’nin laik orta sınıfları da, CHP de, HDP de bir türlü bilemedi, 2002-2010 arasındaki haliyle AK Parti’nin kıymetini. Ve bu kör muhalefet, tabii hiçbir zaman ölçemeyeceğiz ama aslında çok pahalıya patladı Türkiye toplumuna, çünkü iktidarın tehdit algılayıp defansifleştikçe otoriterleşmesine ciddî katkıda bulundu. Fakat ne ironiktir ki, son tahlilde dindar-muhafazakâr kesimin içinden çıkan bugünkü hükümet de yoksun, tarihten ders çıkarmış bir çoğulcu empati duygusundan. Bir zamanlar kendi mağduriyetlerinin farkındaydılar. Geldikleri noktada (ve hem Kemalistlerle, hem MHP ile ittifak içinde), artık hiç farkında değiller, bir başka büyük kesimin -- Kürtlerin mağduriyetinin. Dolayısıyla onlara da şöyle seslenmek mümkün (ve bunu fazlasıyla hak ediyorlar doğrusu):
Bırakın, benim çok inandığım ama galiba sizin inanmadığınız demokrasi ve özgürlük ilkelerini. Sırf politik, pragmatik açıdan konuşalım. Kürtleri yok etmeniz veya tekrar yok saymanız mümkün mü? Gerisin geri susturmanız, yasaklamanız, baskı altına almanız mümkün mü? Bitti bu fasıl. Yaklaşık 80 yıl denendi ve olmadı işte. Çoğunluk değilse de, belki 15 milyonluk bir kitle. Atsanız atamazsınız, satsanız satamazsınız. Cin şişeden çıktı bir kere. Habire daha fazla şiddet uygulamaya kalkışıp tekrar ve tekrar hüsrana mı uğrayacaksınız? Hele bugünkü uluslararası durumda, Kürt sorununun iyice uluslararasılaşması, Türkiye’nin ise giderek yalnızlaşması koşullarında, daha ne yapabilirsiniz ki? Ne kadar zor gelirse gelsin. Sizin açınızdan ne kadar “geri adım” gerektirirse gerektirsin. Kutuplaşmak yerine barışçı çözüm bulmak ve sonra barış içinde bir arada yaşamaktan başka şansınız var mı? Hiçbir şey düşünmüyorsunuz; bari bunu düşünün.
Ya da boşverin. Olmaz bir şey deyip avutun kendinizi. “Eski ezber”leri reddetmek adına, bildiğinizi okuyun. Kürt milliyetçiliğini teröre indirgeyip illâ PKK terörünü ezeceğim derken, Türkiye’yi (ve Türk milliyetçiliğini) kâh Rusya’ya, kâh Amerika’ya (ki yakında o da gelir) ezdirmeye devam edin.