Hastaydı Akif. Prenses Emine Abbas dostunun tabiriyle bir siyanet (koruma) meleğiydi. O, Akif’in Mısır’da paltoyla gezdiğini ve ‘Mısır’da üşüme müsabakası açılsa ben kazanırım’ dediğini kızı Feride Hanım’a yazdığı bir mektuptan öğrenince nasıl da telaşlanmıştı. Hâlbuki dostunun Mısır’ın her mevsimindeki sıcağından şikâyet etmesi lazımdı. İstanbul’da kar yağarken, kendisine bakarak yarı şaka yarı ciddi, ‘Hava bugün biraz serin’ demez miydi? Bütün bunlar gözünün önünden geçince korkuya kapılarak, ‘Akif ölüyor’ demişti. O öldürücü siroz gerçeğini kabul etmek zorunda kaldığında ise zavallı Akif verem olacak kadar bile talihli değil diye düşünmüştü.
Aynı zamanda endişeliydi Akif: “Korkuyorum buralarda öleceğim, memleketime gidemeyeceğim.” diyordu Üstad Mısır’da olduğu son demlerinde. Sanki içine doğmuştu bazı şeyler. Belli ki İstanbul’u çok özlemişti.
Bu arada bir hayli de zayıflamıştı Akif. Öyle ki Mısır’dan gelirken Hayfa’da vapura binen yakın arkadaşlarından İhsan Faik Bey, Üstad’ı tanıyamaz ilkin. Bunun üzerine Üstad:
-“İhsan bey tanıyamadın mı?” deyince, kucaklaşmalar ve İstanbul’a kadar uzanan koyu bir sohbet başlamış aralarında.
Üstad yakın bir arkadaşının ölüm haberi üzerine İhsan Bey’e;
“…Artık benim de son günlerim, yaşıyorum ama tatsız, neşesiz bir hayat. Şimdi memleketimde kim bilir ne kadar yabancı kalacağım. Çok şeyler değişmiş. Çok kimseler tanınmayacak hale gelmiş. İşte görüyorsun, ben de bitkin bir haldeyim. Mısır çöllerinde ölüp kalacağım diye son zamanlarda çok muzdarip oldum. Memleketim gözümde tüttü. Vapura atladım, yola çıktım. Şimdi hep toprağıma kavuşmak hasret ve iştiyakı. Bakalım, belki İstanbul’un havası biraz iyi gelir.” diyordu.
Nihayet vapur Galata rıhtımına yanaştı ve Üstad aşağı indi. Karşılayanlar Üstad’a;
- “Nasılsınız Üstad?”
- “İşte gördüğünüz gibi, canlı cenaze!” cevabını vermiştir.
Her şeye rağmen o, çok özlediği yurduna döndüğü için çok mutluydu.
Öyle diyor Üstad:
“Boğaza yaklaşıp da Çanakkale tepelerini gördüğüm zaman ne kadar mütehassis olduğumu tarif edemem. Bütün o eski hatırat gözümün önünde canlandı.”
Tarih; 17 Haziran 1936’yı göstermektedir. Akif, özlemini çektiği İstanbul’a ayak basmıştır. İçi içine sığamamaktadır ama hasta ve bitkindir maalesef.
Vapurdan iner inmez onu Prenses Emine Abbas Halim tarafından gönderilen bir heyet karşıladı. Daveti kırmadı ve yanında Fuad Şemsi ve Midhat Cemal ile birlikte Prensesin Maçka’daki evine geldiler. Üstad burada üç-dört gün misafir kaldıktan sonra tedavi edilmek üzere Nişantaşı Sağlık Yurdu’na götürüldü.
Lakin hastalığı ciddiyetini koruyordu. Mısır’da yakalandığı Siroz hastalığı artık ciğerlerine kadar işlemişti ve tedavisi mümkün gözükmüyordu. Doktorlar beş-altı ay ömür biçiyorlardı. Üstad günden güne eriyordu adeta.
Bir ay kadar Sağlık Yurdu’nda kaldıktan sonra Mısır Apartmanı’nda kendisine tahsis olunan daireye yerleşti.
Bir yandan tedavisi devam eder, bir yandan da ziyaretçileri gelip gider.
Akif, gazeteci Hayri Yazıcı’ya Mısır’da bulunduğu süre içinde görüşlerinin değişmediğini söyler. Sonra şunları ekler;
“Vatanımdayım… Burada olmak her şeyin fevkindedir. Havasını teneffüs ettikçe, ciğerlerimdeki mikroplar ölüyor. Gurbet çok acı... Mısır’dan Türkiye’ye üç gecede geldim. Bana 30 asır gibi geldi. Bir gün daha gecikse çıldırabilirdim. Mısır’da her gün gazetelerden Türkiye’deki gelişmeleri takip eder, haberleri izlerdim. Mısırlı aydınlar da Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle takip ediyorlar. Bilhassa ecnebi imtiyazların Türkiye’den kaldırılmasına çok sevindiler. Sizin gibi Türkçeyi güzel kullanan gençleri çok seviyorum. İstanbul’u çok özledim. Gezmek istiyorum doyasıya… Dostlarımı, arkadaşlarımı özledim. Vefat edenlerin mezarlarına gitmek istiyorum…”
Daha sonra ise Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim Paşa’nın misafiri olarak üç ay kadar kaldı. Akif bu durumdan memnundur ve şöyle dediği vakidir:
“Ben, bizim kadına; Allah, bana sonunda bir gürlük verecektir derdim, işte bak oldu!”
Şehitlerin misafiri
Akif hayatının son demlerini yaşarken ziyaretine çok sayıda kişi gelir. Gelenler her kesimden olmakla birlikte şair ve yazarlar daha fazladır. Buna Akif bile hayret eder ve ‘meğer ne kadar da sevenim var’ diye şaşırır.
Mithat Cemal ise, o dönemde Akif’i sevmenin bile bir cesaret işi olduğunu vurgular. Öyle ki;
“Gün oldu ki onu sevmek cesaretti” der.
Akif, Mısır Apartmanı’nda olduğu zamanlar dostları ve arkadaşları onu sık sık ziyarete devam ettiler, sohbetlerde bulundular, Kur’an okudular. Odası tıklım tıklım; doldu doldu boşaldı. O, hasta haliyle misafirlerini karşılamakta kusur işlemedi. Hepsiyle tek tek ilgilendi.
Akif, İstanbul’da hasta yatağında iken Ankara Hükümeti’ne yakın önemli yazarlardan Hakkı Tarık Us ve Ruşen Eşref Ünaydın kendisini ziyaret ederler. Hakkı Tarık Us, Akif’e şöyle der:
“Üstad, Gazi ile birlikteydim. Sizden sevgi ve sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Hatta dikkat buyurun sözlerime: ‘Kendilerine hissi bir adavetim yoktur. Eğer olsaydı, Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim. İstiklal Marşı’nı da kaldırırdım.”
Akif’in Hakkı Tarık Us’a cevabı dikkat çekicidir:
“Demek öyle... Hakkı Bey hatırlar mısınız? Biz Gazi ile harp sahalarında ön saflarda beraber gezdik. Beraber yürüdük. Meclis’te kendilerini sonuna kadar destekledik. Bu böyle iken Gazi’nin adavet kelimesini telaffuz etmesine hayret ettim. Beni memlekete sokmayabilirdi. Lütfettiler... Kendilerine minnettarım. İstiklal Marşı’na gelince... Onu kimse kaldıramaz. Nasıl kaldırılırdı ki... Meclis’te ilk okunduğu gün, Tunalı Hilmi hariç herkes ayakta dinledi. Kendileri de dâhil. İstiklal Marşı bir daha yazılamaz. Kimse de bir daha İstiklal Marşı yazamaz. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!”
Akif’in, Safahat’ın altıncı kitabını ithaf ettiği ve hakkında; “Oğlanın sözü, özü, her şeyi doğrudur. İrfanı, dirayeti, malumatı da cabası…” dediği, İstanbul’a dönüşünden sonra sürekli yanında olan Fuad Şemsi İnan (1883-1974) hatıralarında Akif’in son gününü şöyle anlatır:
“Son güne geldik. Yağışlı, soğuk, kemiklere işleyen bir Kânunievvel günü, sık sık yanına girip çıkıyor, her zamanki gibi yine latife etmeye çalışıyordum. Her çıkışımda gözlerini açarak:
-Gidiyor musun? diye soruyordu.
Gözlerinde ‘Beni bugün yalnız bırakma!’ mânâsı vardı.
-Havaya baksana! Nereye gideceğim? Berbat... Biraz müsâid olsa, dediğini yapmak için inâdına çıkacağım! diyordum.
Her saat Burhan Bey’e telefonla vaziyeti anlatıyordum, artık ümidi yoktu. Bir aralık doktora ihtiyaç gördüm, rica ettim, geldi baktı; yapacak bir şey kalmamıştı. Doktor gittikten sonra krizler geldi, tekrar telefon ettim, ‘Hareket ederse ölüm muhakkak!’ dedi.
Biraz sonra hastabakıcı halecanla (heyecan) geldi. Yerinden kalkmaya çalıştığını söyledi, ‘Aman geliniz!’ dedi, gittim yalvardım, hatırımı yanımda kırmayacak gibi durdu; gözlerini gözlerime dikti. Dayanamadım, dışarı fırladım... Yanında şimdi Kur’an okuyorlardı. Aradan beş dakika geçmedi, O’nu besmele ile kaldırıp besmele ile yatıran, öldükten sonra yüzünü açıp açıp öpen ve daha sonra her pazar mezarına giderek rast geldiği fakire Kur’an okutup para veren hastabakıcısı Rus kadını ağlaya ağlaya geldi...
Rahmetullâhialeyhi rahmeten vâsia”
Cenaze töreni
Her tarafta matem vardır. Zaman durmuştur adeta. Gökten bir yıldız kaymıştır. Akif, ebedi hayata gözlerini yummuştur. Tarih 27 Aralık 1936’yı göstermektedir. Dostları Akif’e son görevini yapma telaşındadır.
Eşref Edip anlatıyor: “27 Aralık 1936 Pazar günü akşamı, saat sekizi çaldığı zaman Üstad bu âlem-i faniye veda edeli on beş dakika olmuştu; altmış üç senelik bir ömür, insanların saadeti, Müslümanların izzeti, Türklerin tealisi için çırpınmalarla, çarpınmalarla geçen bir ömür nihayete ermişti. Şimdi artık Üstad derin uykulara dalmıştı.”
Sağlığında yapılanlar yetmiyormuş gibi asıl trajedi cenazesinde yaşanmıştır.
Akif’in cenazesi Beyoğlu Hastanesi’nde yıkanmış ve öğle namazına Beyazıt Camii’ne getirilmiştir. Ne hazindir ki yaşarken yalnız olan Akif, cenazesinde de yalnızdır: “Tabut otomobilden çıkarılıyor. Çıplak, örtüsüz yalnız tahtadan ibaret bir tabut!...”
Vefatıyla ilgili gazetelerde pek bir ilan yer almadığı gibi cenazesine devlet erkânından da kimse katılmamıştır. (İstanbul Belediyesi’nden cenazeye katılan bir encümen hakında da daha sonraları cenazeye katıldığı gerekçesiyle tahkikat başlatılmıştır.)
Cenazesinde ‘devlet’ yoktur lakin ‘millet’ oradadır. Üniversite gençliği onu Rabbine yalnız uğurlamamıştır. Devlet ise Mecliste alkışlarla, ağlayarak kabul ettiği İstiklal Marşı’nın şairinin ölümünü radyodan haber verme ihtiyacı bile duymamıştır ki cenazeye katılsın.
Cenazedeki tek devletli Akif’in ‘Şemseddin’im’ diyerek sevdiği milletvekili genç adam Şemsettin Günaltay’dır. Onun da gözü yaşlıdır.
Çoğunluğu askeri tıbbiyeli öğrencilerden oluşan yüzlerce üniversiteli genç tabutu cenaze arabasına koydurmamış, Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar omuzlarında taşımıştır.
Ne hazindir ki; daha sonraları cenazesine katılan birçok genç sorgudan geçmiştir. Bunlardan Askeri Tıbbiye talebesi Fethi Tevetoğlu, Edebiyat Fakültesi talebelerinden Abdulkadir Karahan, Hukuk Fakültesi talebesi Sulhi Dönmezer bu sorgudan geçenlerden birkaçıdır.
Mithat Cemal Kuntay hatıralarında Akif’in cenazesini şöyle anlatır:
“Cenaze Beyazıt’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüne kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancaklı, siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üzerinden gidiyordu...”
Vefatından iki gün sonra sadece Cumhuriyet gazetesi birinci sayfadan Akif’in vefat haberini duyurmuştur. Akşam gazetesi ise 28 Aralık nüshasında iç sayfalarda küçük bir haber olarak Akif’in cenazesine yer vermiştir. Bugün medyada en çok kullanılan Akif’in cenaze fotoğrafı Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan fotoğraftır. Bu resmin altında şöyle yazılıdır:
“Gençlik büyük şairin cenazesini eller üzerinde taşıdı. Her sene Akif için ihtifal yapılacak, mezarı gençlik tarafından yapılacak.”
İç sayfalarda verdiği haberinde Akşam gazetesi ise cenaze töreni ile ilgili şu notu düşer:
“Cenaze otomobille Beyazıd Camii’ne getirilmiş, namazı kılınmıştır. Buradan otomobille Edirnekapı mezarlığına götürülecekti. Fakat gösterilen arzu üzerine Türk bayrağına sarılı olan tabut otomobile konmamış ve eller üzerinde taşınmak suretiyle Beyazıd’dan Edirnekapı’ya kadar götürülmüştür.
Mezar üzerinde yapılan dini merasimden sonra heykeltraş Aşir ile arkadaşları merhumun büstünü yapmak üzere alçı ile yüzünün kalıbını almışlardır. Bundan sonra cenaze merasiminde bulunan üniversite gençleri hep bir ağızdan mezarı başında şair tarafından güftesi yazılmış olan İstiklal Marşını hep bir ağızdan söylemişlerdir.”
Evet, Akif’in cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’nda büyük bir katılımla Kur’an ve dualarla defnedilmiştir. Konuşmalar yapılmış, İstiklal Marşı hep birlikte okunmuştur.
Büyük bir matem vardır. O esnada üniversiteli bir genç yüksek sesle yeri göğü inletmiştir:
“Ey Çanakkale şehitleri sizi terennüm eden Akif misafirinizdir.”
Gözyaşları eşliğinde büyük bir sessizlik ortalığı buz kesmiştir adeta. Gözler oluk oluk boşalmaktadır. Boğazına kadar hüzün doludur her taraf.
Evet, Akifimizi Edirnekapı’da çok sevdiği Babanzade Ahmet Naim ile Süleyman Nazif’in mezarları arasındaki yere böyle uğurlamışız. Tarih bunu böyle kayda almıştır.
Akif’in vefatından sonraki ilk yıl olan 1937 içerisinde hiçbir anma ve toplantı yapılmasına müsaade edilmemesi de ilginçtir. Bu durum aynı zamanda o dönem ülkemizde nasıl bir anlayışın hâkim olduğunu göstermesi bakımından da oldukça manidardır. Ancak 1938 yılı sonlarından itibaren okullarda anma ve toplantılar yapılmasına müsaade edilmiş ve bu programlar sonraki her yıl artarak devam etmiştir. Bugün ise belki en çok bilinen ve tanınan şahsiyetlerden biri halini almıştır.
Akif’e rahmetle…
Kaynak: Özgün İrade Dergisi