Kısa süre öncesine kadar ancak dar bir çevrede tanınan Tunuslu akademisyen Kays Saîd, geçtiğimiz ekim ayında yaklaşık yüzde 73’lük rekor oyla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştu. 2011’de Zeynelabidin bin Ali’nin devrilmesinden bu yana hem güçlü hükümet hem de muktedir cumhurbaşkanı ihtiyacının sürdüğü ülkede, Saîd’in nasıl bir performans sergileyeceği merak ediliyordu. Seçim kampanyası sırasında verdiği işaretler (sürekli fasih Arapça konuşması, Hz. Ömer üzerinden adalete yaptığı ısrarlı vurgu, yaşantısındaki sadelik, yoksul halkla kurduğu doğrudan diyalog vb.) “farklı” bir siyasetçi profiliyle karşılaşıldığını düşündürürken, Tunus’un içinden geçtiği türbülanslı süreçte mecburen “sembolik” bir konumda kalacağını savunanlar da çoktu.
Ciddi bir ekonomik krizin pençesinde kıvranan Tunus’ta siyaset kurumu henüz bu problemi çözmeyi başaramazken, Cumhurbaşkanı Kays Saîd, sembolik bir makamla yetinmeyeceğinin somut işaretlerini de vermeye başladı. Saîd’in Libya’da yaşanan krize dair açıklamaları ve geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Paris ziyareti, “Dümende ben varım” mesajının en çarpıcı işaretleri olarak öne çıktı.
Evvela, Libya’nın başkenti Trablus’taki Fâyez Serrâc hükümetinin “geçici” olduğunu vurgulayan Kays Saîd, seçim yoluyla daha kapsayıcı bir yönetimin kurulması gerektiğini kaydetti. Libya’ya dışarıdan müdahalelerin yanlış olduğunu söyleyen Saîd, bu ülkenin istikrarsızlaşmasının ve parçalanmasının komşuları Tunus ve Cezayir’i de direkt biçimde etkileyeceğini belirtti. Saîd’in bu sözleri, doğrudan Türkiye’ye eleştiri olarak yorumlanırken, -tahmin edileceği gibi- Suudi Arabistan ve Mısır medyası tarafından keyifle ve uzun uzun paylaşıldı.
Kays Saîd’in Paris seyahati ise, bazı ayrıntılarıyla büyük tartışmalara yol açtı. Normalde ziyaretin ana gündemi Fransa’nın Tunus’a vereceği yaklaşık 2,5 milyar euro’luk kredi idi. Ama havaalanındaki resmî karşılamada Saîd için kırmızı halı serilmemesi, Saîd’in Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iki omzunu öpmesi (Arap geleneğinde, saygı ve hürmet ifade eder), ortak basın toplantısında “Macron’un bütün kitaplarını okudum, hatta onun okuduğu kitapları da okuyorum” şeklinde ilginç cümleler sarf etmesi ve Fransız haber kanalı France 24’e Fransızca verdiği röportajda Tunus’ta 1881-1956 arasında devam eden Fransız yönetimini “sömürge değil, himaye ve korumaydı” şeklinde tanımlaması, temasların ekonomik kazanımlarını gölgede bıraktı.
Tunus Cumhurbaşkanı’nın Libya demeçleri ve Paris’te çizdiği “ürkek” portre, onu Meclis Başkanı Râşid Gannûşî’nin liderliğindeki “muhafazakâr demokrat” Nahda Hareketi’yle karşı karşıya getirdi. Gannûşî’nin ofisinden ve parti merkezinden ayrı ayrı yapılan açıklamalarda, hem Saîd’in Libya konusundaki “kararsız” duruşu eleştirildi hem de France 24 röportajının “Fransız sömürgesiyle mücadele ederken canlarını vermiş vatanseverlerin ruhunu incittiği” kaydedildi. Gannûşî ve Nahda’nın, şimdiye kadar cumhurbaşkanlığı makamıyla direkt biçimde çatışmaya girmekten özenle kaçındığı hatırlandığında, gelinen nokta bilhassa dikkat çekiyor.
Kays Saîd’in Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Fransa, Rusya ve İsrail’den oluşan “Hafter Cephesi”yle saf tutması, Tunus siyaset sahnesindeki ayrışma ve çatışmaları daha da derinleştirecek gibi görünüyor. Saîd’in tercihi, “Türkiye yanlısı” olmakla “suçlanan” Râşid Gannûşî ve Nahda’yı yalnızlaştırırken, BAE de bilhassa 2013’ten bu yana hız verdiği “Tunus politik hayatını şekillendirme” saplantısında mevzi kazanmış oluyor. Libya’da Hafter Cephesi’nin ilerlemesi veya kökünün kazınamaması durumunda, Gannûşî ve Nahda’nın Tunus içindeki pozisyonu daha fazla sarsılacaktır. Mısır-BAE-Suudi Arabistan troykasının, bu durumdan sonuna kadar faydalanacaklarını görmek için ise, kâhin olmak gerekmiyor.
Hemen her ülkede olduğu gibi, ekonomik problemlere ve sıradan halkın acil ihtiyaçlarına hızlı çözümler üretilmesi, Tunus’ta da siyasetten beklenen birinci öncelik. Bunu gerçekleştiren siyasî hareketler ve liderler kitlenin desteğini kazanırken, başaramayanlar küme düşüyor. Tunus Cumhurbaşkanı Kays Saîd de bu denklemi hızlıca fark etmiş görünüyor. Zira Libya ve Paris mesajlarının en büyük gayesinin Tunus’a para ve yatırım çekmek olduğu anlaşılıyor. Yine de, Saîd’in yeni pozisyonunu belirlerken -en az Gannûşî ve Nahda kadar- siyasî bir risk aldığını söylemek gerekiyor. Zira, çözüm için başvurduğu çok uluslu cephenin, Tunus hakkında iyi niyet ve samimiyet taşıdığını iddia etmek mümkün görünmüyor.