Giriş
Yaşadığımız dünyada egemen güç olan batı medeniyetinin temel paradigması, geçmişi üç yüzyıla varan aydınlanma felsefesine dayanır. Bu süreç kendi içinde çeşitli evrilmeler ve önemli değişim süreçleri yaşasa da modern batı paradigmasının temel karakterinde bir farklılık oluşmamıştır. Vahiy’e karşı aklı ve hermenötiği, yaratılışa karşı doğayı ve bilimi özne olarak koyan aydınlanma felsefesi, ana dinamikleri aynı olan çeşitli ideolojik akımları doğurmuştur.
Çeşitli devrimler, sosyal çalkantılar ve alt üst oluşlarla beraber iki büyük dünya savaşı ile adeta yeryüzünü fesada uğratan batı medeniyetinin, yeni binyılda da tüm insanlığı, sömürünün, zulmün, yoksulluğun ve yok oluşun uçurumlarına sürüklemeye devam edeceği, hali hazırdaki tüm dünyanın ve özelde İslam coğrafyasının içinde bulunduğu kanlı çatışmalara bakıldığında tüm acımasız gerçekliği ile ortadadır.
Sınır ve değer tanımayan kapitalizme karşı kendi anti tezini sosyalizm ve ütopik tekamülleşme sürecine evirilmesi beklenen komünizm ile kurgulayan batı felsefesi, yine kendi içinde bir sapma ile emperyalizmle tüm dünyayı sömürge coğrafyasına dönüştüren ve temelde kapitalizmin zafer çığlıkları üzerine bina edilen neoliberalizm ve küreselleşme ile tüm yeryüzünü egemenliği altına almayı hedefleyen sözüm ona yeni dünya düzeni üzerinden kendini meşrulaştırma çabası içine girmiştir.
Yeni dünya düzeninin kutsalları ise siyasal alanda katılımcı demokrasi ve laiklik, ekonomik alanda, rekabet dışında hiçbir değer tanımayan serbest piyasa ekonomisi, sosyal alanda ise insan hakları ve sivil toplum üzerinden kendini tanımlamaktadır. Teorik bağlamda bakıldığında ulaşılan bu değerleri insanlık adına bazı alanlarda umut verici açılımlar olarak görmek mümkün olsa da pratik sonuçları bakımından aynı şeyleri söylemek olası değildir. Genel olarak batı medeniyeti kendi hinterlandı içinde kısmen imrenilecek düzenlemeler ve uygulamaları yaşamsallaştırabilmiştir. Çok ağır bedeller ödedikten sonra ancak elde edebildiği bu olumlu sonuçlar, ne yazık ki sadece ve sadece kendi coğrafyasının sınırları içerisinde kalmıştır. Batının elde ettiği bu güç ve birikim dış dünyaya ise acı ve gözyaşından, sömürü, savaş ve işgallerden başka bir şey getirmemiştir. Yani batı medeniyeti kendi dışındaki dünya ile ilgili imtihanını insanlık adına kaybetmiştir.
Sosyalizmin çökmesi sonrasında yeni binyılda kendi anti tezini üretemeyen batı medeniyeti, dış dünyaya dönük daha hegamonik ve acımasız hale gelmiştir. Teknolojiyi ve sermayeyi kullanarak tüm dünya üzerinde bir sömürü düzeni kurmaya çalışmaktadır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb. yapılar üzerinden adaletsiz bir dünya düzeni kurulmaya çalışılmıştır. İrili ufaklı kurulan uluslar arası kuruluşlar, yayınlanan uluslar arası metin ve deklarasyonlar, uluslar arası getirilen hukuksal tüm bağlayıcı metinler ve anlaşmalar bu sömürü düzeninin araçları olmaktan öte bir anlam taşımamıştır. Filistin ve İsrail olayında, Irak işgalinde ve son olarak Mısır darbesinde olduğu gibi Batılı efendiler çoğu zaman kendi helvadan putlarını yiyen zalimler olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.
Bu makalenin konusu, Batı’da postmodernizmin, modernizmi çözerken, küreselleşme ile kendini görünür kılan postmodernizmin çözücü etkilerini analiz etmektir. Batı paradigmasında başlayan bu kaçınılmaz çözülme etkilerinin, merkezinde Ortadoğu’nun bulunduğu kadim coğrafyalarda, daha modernizmi bile hazmedememiş batı dışı toplumlar üzerinde en kanlı ve acımasız bir şekilde yaşatılmaya zorlandığını gözlemliyoruz. Bu adeta sosyo-politik bağlamda bir faz atlamadır. Her faz atlama, olağandışı radikal koşullar dayatılarak ancak gerçekleştirilebilir.
Peki, nedir bu süreçlerin temel dinamikleri? Postmodernizm, temelde bir modernizm eleştirisi üzerine mi kuruluyor? Yoksa modernite ile ilgili doğal değişim sürecinin yeni bir evresi mi, tekamülleşmesi mi? Postmodernizm yeni bir paradigma öneriyor mu? Özelde İslam coğrafyası, genelde batı dışı dünyayı bu bağlamda neler bekliyor? “Arap baharı” denilen süreçler bu yeni dünya düzeninin bir parçası mı, yoksa buna karşı bir isyan ve başkaldırı mı? İslami paradigmanın buna bir yanıtı var mı? Veya bu yanıtı üretecek imkân, donanım ve sinerjiye sahip mi? gibi sorular bu makalenin konusunu oluşturacaktır.
Modern Batı Paradigmasının Kökleri
Batı medeniyetinin insanlığa yaşattığı bu buhranın temel nedeni, ontolojik köklerinden koparılan insana ve eşyaya getirdiği tanım ve yaklaşımlardır. Hümanizm üzerinden tanrılaştırılmaya çalışılan insan, aynı zamanda varoluşunun devam şartını eşya/doğa’nın kendisiyle olan acımasız savaş ve çatışmasına endekslemiştir. Bütün duyargalarını ayakta kalabilme üzerine kurgulayan insan, kendi biricik varlığını koruyabilme adına her şeyi meşru gören bir değerler dünyasına hapsedilmiştir. Paradoksal bir şekilde bu çaba ve duyarlılık, içinde yaşadığımız binyılda tüm insanlığı yok olma eşiğine getirmiştir.
Batı aydınlanma sürecinin ürettiği bir paradigma olan modernizm, kilisenin dogmalarına karşı her alanda gerçekleştirdiği hesaplaşma sonrasında, “aklı” merkeze alan yeni bir ontolojik kuram üzerinden yaşamı yeniden kurgulamaya çalıştı. Varoluş serüvenine dair “mutlak doğruların” tek belirleyicisinin “akıl” olduğu ilan edildi.
Bu bağlamda siyasi alanda, “ulus devlet” konsepti üzerinden “temsili demokrasiyi” bir yönetim modeli olarak önerirken, pozitivizmin, “deney, gözlem ve ölçülebilirlik” ilkeleri üzerinden yaşama dair doğruları şekillendirmeye çalıştı. Yaşama dair tanımlamaları seküler değerler üzerinden şekillendirdi. Devletin örgütlü gücü karşısında “evrensel insan hakları” çerçevesinde, hümaniter bir söylem geliştirirken, Descartes, Newton, Kant, Voltaire, j.j. Rousseau, A. Comte, A. Simth, Freud, Marks, Weber, Durkheim, Machiavelli vb. üzerinden yeni bir insan tanımı, toplum tanımı üretilmeye çalışıldı.
Batının sanayi devrimi sonrası elde ettiği teknolojik güç ve üstünlük, modernizm üzerinden yükselttiği değerler, çok geçmeden ciddi sosyal, siyasal patlamalara yol açarak, ardında iki dünya savaşı ve ağır konvansiyonel, biyolojik, kimyasal ve nükleer silahlarla, tüm dünyayı birkaç kez yok edebilecek, pimi çekilmiş teknolojik bir miras bıraktı. Artık Hitler gibi, günümüzde İsrail gibi çılgın, paranoyak akılların ajitasyonuna terk edildi dünyanın kaderi.
İkinci dünya savaşı sonrası, kendi içinde bir denge üreterek, “soğuk savaş dönemi”’ni başlatan tek egemen güç batı medeniyeti, Yalta’da tüm dünya coğrafyasını “doğu bloğu” ve “batı bloğu” olmak üzere iki kutupta kontrol ve denetim altına aldı. Gerçekte bu, küresel emperyalizmin dünyayı sömürge alanları olarak paylaşımından başka bir şey ifade etmiyordu.
Dünya ABD ve SSCB önderlik ve denetiminde yeni bir sömürü düzenini, sosyolojik anlamda modernitenin değerlerini “büyük insanlık idealinin” biricik ulaşılması gereken değerler olarak ilan ve ihraç ederken, ekonomik anlamda, büyük pazarlara açılma, ucuz petrol, enerji ve hammadde, beyin göçü, siyasal mühendisliklerle oluşturulan bölgesel gerilimlerden kendini besleyen silah pazarı gibi sömürü düzenini dünyanın tüm kılcal damarlarına kadar yayılmasını hedefleyen acımasız ama kontrollü ve danışıklı bir rekabet üstüne kurmuştu. Bu gerilimler üzerine kurulan düzen uzun sürmedi ve dengeler, dolar ve batıyı kendi denetimine almayı başaran siyonizmin zaferi (!) ile sonuçlandı.
İkinci dünya savaşı sonrası modernite üzerine yine batıda yapılan eleştirilerin, yeterli bir entelektüel derinlik kazanması süreci ile başlayan postmodernite, bir anlamda soğuk savaş sonrası dünyanın her alanda yeni kodlarını da tanımlamaya, üretmeye başladı.
Temelinde Newton fiziğinin, deney, gözlem ve ölçülebilirliğe dayalı pozitivizmin ikliminde kendi kimliğini inşa eden modernizme ilk eleştiriler de Newton fiziği üzerinden geldi. Einstein, Planck, De Broglie, Maxwell ve özellikle Heisenberg -Schrödinger ikilisinin çalışmaları ile Newton fiziğinin temel kuramları çökerken, yerini kuantum mekaniğinin yeni tanımlamalarına bıraktı. Heisenberg -Schrödinger ikilisinin “belirsizlik ilkesi”, atom altı parçacıklarda, maddeye ait birkaç parametreyi deneysel olarak aynı anda tanımlamanın imkânsızlığını gösterirken, pozitivizmin deney ve gözleme dayalı varlığı tanımlama ve kuşatma geleneğinin çökmesi gibi tarihi sonuçları da beraberinde getirdi.
Kuantum fiziğinin açtığı yeni ufuklar, eş zamanlı olarak felsefi birtakım yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Tüm gerçekliğin “akıl” merkezli kavranabileceği, “mutlak gerçekliğin” deney ve gözlem sonuçları ile belirlenebileceği gibi aydınlanma sonrası modernizmin temellerini oluşturan ilkeler çok çeşitli açılardan tartışılmaya başlandı. Gerçekten “akıl” “mutlak gerçekliğin” tek ölçüsü olabilir miydi? Metodolojik birikimin (usul) ürettiği deney ve gözlem gibi yöntemlerle kesin, mutlak doğrulara ulaşılabilinir miydi? Kullanılan ölçme araçlarından, onu değerlendiren “akıla” kadar her enstrüman ve süreç ne kadar güvenilir sonuçlar verebilirdi? “Akıl” varoluşsalın, makro ve mikro kozmosun, sınırsızlık ve sonsuzluğun tüm parametrelerini eksiksiz ve doğru tanımlamaya güç ve imkânlar sunabilir mi? gibi sorular üzerinden yapılan tartışmalar, sosyolojiden, psikolojiye, siyasaliteden ekonomiye, eğitimden kültüre, estetikten sanata, sinemadan şiire ve edebiyata kadar tüm alanlarda farklı yansımalar, kırılmalar oluşturdu.
Postmodernizm ve Yeni Dünya Düzeni
Modernizmin temel kodlarına ilk itirazlar pozitivizmin eleştirisi üzerinden geldi. postmodernizmin, kuantum mekaniği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve Newton fiziğinin eleştirisi sonrasında pozitivizmin sorgulanması ile şekillendiği görülür. Bu sürecin, siyasetten sanata her alanda yeni kırılmalar oluşturması ise birkaç on yıl sonrasında görünür hale geldi. Özellikle “akıl”ı merkeze alan, “temsili demokrasi”yi yücelten ve modelleyen modernizme, ilk eleştiriler de bu alanlardan geldi. Bu yönüyle postmodernizm bir “tez/paradigma” sunmuyordu, sadece bir “itirazı” seslendiriyordu denilebilir.
Özellikle soğuk savaş sonrası dönem ve “Küreselleşme” olarak tanımlanan sürecin, postmodernizmin itirazlarının, karşı çığlık ve isyanlarının farklı alanlarda akım ve yönelişlerle yer yer birbiriyle çelişen, ironik karşılaşmalarla güçlendiğini, felsefi derinlik kazandığını söyleyebiliriz.
Küreselleşmenin hesap edilemeyen en önemli sonuçlarından biri belki de tüm inanış ve değerlerin, tüm medeniyet iklim ve havzalarının buluşma ve tanışmalarını beraberinde getirmesidir. Bu yönüyle dünya, tüm renk ve tonlarının birbirini tanıdığı küçük bir köye dönüşmüştür denilebilir. Kuşkusuz bu durumun kaçınılmaz sonuçlarından biri de, batı medeniyetinin kurgulamaya çalıştığı ve insanlığın önüne koyduğu yeni dünya düzeninin sorgulamasını beraberinde getirmesi olmuştur. Bu bağlamda bu sorgulamayı yapabilecek en güçlü aktörlerin başında ise İslam gelmektedir.
Postmodernite kavramının ilk kez ünlü tarih felsefecisi Arnold Toynbee tarafından kullanıldığı söylenir. Arnold Toynbee 1930’da yayımlanan “Bir Tarih İncelemesi “ adlı eserinde modern dönemin I. Dünya Savaşı'yla sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştır. Postmodernizm, 2.Dünya savaşından sonra, 1950’li yıllarla beraber birçok alanda etkisini göstermeye başlamıştır. Soğuk savaş sonrası küreselleşme sonrasında ise felsefi derinlik kazanarak, yaygın olarak kullanılan bir kavram olmasına karşın ortak bir tanım çerçevesi hala oluşamamıştır.
Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren, Fransa'da görülen teorik çalışmaların ve felsefi tartışmaların sonucunda, Postmodernizm, felsefi olarak da kendini ifade etmeye başlar. Postyapısalcı felsefe, Postmodernizmin düşünsel felsefi arka planını doldurmaktadır. Bu dönemde modernitenin itikadi ilkeleri ihlal edilmiş ve bu akideye kaynaklık eden düşünce biçimleri ya da temel kuramsal kavram ve kategoriler açıktan sorgulanmaya başlanmıştır; bilim, teknoloji, sanat, siyasal özgürlükler adına yapılan her şeyin ortak amacı ilerleme ve insanın özgürleşmesidir, oysa varılan sonuçların böyle olmadığı açıklık kazanmıştır. Modernite beklenenin aksine çağımız insanını özgürleştirememiş, her yönüyle tam bir kuşatma altına almıştır.
Modernizmin eleştirisiyle gelişen ve derinleşen bu sürecin sonucunda varılan noktayı, ünlü postmodernist düşünür Jean François Lyotard, “Büyük Anlatılar'ın sonu” olarak adlandırır. Lyotard, modernitenin projelerinin (akılcılık, özgürlük, evrensellik, laiklik, bilimsellik vb.) başarısızlıklarını değerlendirmek değil, bu başarısızlığın teorik temellerini anlamak ve aşmayı postmodern düşüncenin temel hedefi olarak belirtse de henüz postmodernitenin bir paradigmasının oluşmadığının altını çizmek gerekir. Bu paradigmanın oluşabilmesi için, yalnızca modern projelerin eleştirisi ve yeniden kullanıma sunulmasının değil, bizzat modernitenin kendisini tanımlamakta kullandığı temel kavramsal çerçevesinin, insana, doğaya, topluma, akıla, sanata, dine, bilgiye, hukuk ve ahlaka getirdiği tanımlamaların sorgulanması, yıkılması gerekir.
Bu bağlamda postmodernite, herhangi bir ideolojiyi hedef almaz. Temelde “Batı düşüncesi” veya “Batı felsefesi”ne dönük bir sorgulamayı, hesaplaşmayı söylemine alır. Bu yönüyle postmodernite, modernite ile bunalımı her geçen gün derinleşen çağdaş insanın çığlıkları olarak görmek mümkün. Bu bağlamda postmodernite bir kurtuluş çaresi sunmuyor, bir arayışın çığlıklarını yansıtıyor denilebilir.
Bu haklı isyanın çığlıkları gerçekte çok daha eskilere dayanır. Friedrich Wilhelm Nietzsche, bu isyanı yaklaşık bir buçuk asır önce (ortaya) atan önemli isimlerden biriydi. Varoluşçuluktan, anarşizm ve nihai noktasını nihilizmle kemale erdiren Nietzsche belki de torunlarının çığlıklarının ilk habercisi olmuştur. Bu yönüyle ucu nihilizme varan ve çaresizliğin dayattığı içsel isyanı ile her şeyi sıfıra eşitlemekle içindeki boşluğu doldurmaya çalışan modernitenin tükettiği insanın her alandaki arayışlarını temsil eden, dağınık, yer yer paradoksal yanılsamalar üretmekten öte bir şey ortaya koyamamıştır postmodernizm.
Pozitivizme karşı geliştirilen eleştiri, bu kez “hakikat”ı darmadağın eden yeni savrulmalara yol açtı. “Aklın” mutlak belirleyiciliğine karşı çıkılırken, “mutlak doğru yoktur” mutlaklığında “hakikat” paramparça edildi. Varoluşa dair her alanda “doğrunun” kaynağına dair “aklın” konulması ile oluşan buhran, “mutlak / tek doğru” yoktur ile yeni bir buhrana doğru yelken açılmış oldu.
Modernizmle gelen “temsili demokrasinin” ürettiği krizler “çoğulcu demokrasi” ile aşılmaya çalışıldı. Fakat yaşanan deneyimler, iktidarın büyüleyici yozlaştırıcılığının hiçbir ideolojiyi seçmeksizin nasıl teslim alarak çözdüğünü göstermekten öte bir anlam taşımadı. Hala en çoğulcu söylemleri merkezine taşıyan ileri demokrasinin tüm ideolojik iklimlerdeki açılımları, iktidarla beraber, ötekini dışlamaktan, ötekine kör ve sağır kalmaktan kendini kurtaramadı. Avrupa’daki göçmen krizleri ve yaşanan isyanlar bunun en tipik örneklerini oluşturuyor. Bunun en örgütlü görüntülerini ise AB bağlamında yürütülen tartışmalarda ve “İslamofobya”da görmek mümkün.
Her şeye rağmen postmodernitenin isyan çığlıklarını “hakikate” yönelik, varoluşun özüne yönelik dönüş macerasında önemli bir kırılma noktası olarak görmek gerekir. Özellikle sivil alanda meydana gelen savaş karşıtı, silahlanma karşıtlığı, hak ve özgürlükler alanında mücadele (eden) tüm STK oluşumları, Green Pice gibi ekolojik duyarlılığı öncelikli sivil oluşumlar ve diğer tüm sivil direnç alanlarını tüm insanlığın geleceğine dönük önemli mevziler olarak görmek gerekir. Tabi yine modernitenin ürettiği hedonistik çözülmeyle beraber gelen seksüel kimliklerin mücadelesini bu bağlamda, moderniteyi paradigmal düzeyde sorgulamayı önleyen, ahlaki çözülmenin çığlıkları olarak görmek gerekir.
İslamcılığın Batı İle Olan Serüveni
Son iki yüzyıl İslam’ın batı ile olan serüveni incelendiğinde iki önemli aşamadan bahsedilebilir. Birinci dönemin; batının Fransız devrimi ve sanayileşme sonrası tüm dünyaya ihraç etmek istediği, ulusçu ve seküler dünya algısına karşı dağınık, geleneğin ağır blokajından kendini kurtarmaya çalışan bir muhalif duruş olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Bu dönemin etkisinin günümüze kadar hala devam ettiğini gözlemleyebiliriz. Gelenekten beslenen bu apolitik duruş, daha çok içe kapanmacı ve formsal/ritüelsel kimi uygulamalarla batıdan gelen bu sosyo-politik çözülmeye karşı durmaya çalışmış ancak tutunamayarak batının sömürge coğrafyalarına katılmaktan kendini kurtaramamıştır. Tabiî ki buna sebep olan çok farklı saiklerden bahsedilebilir.
Peygamber sonrası başlayan ve dört halife sonrasına kadar çok şiddetli fitne ve çatışma badirelerinden geçen İslami gelenek, adeta buralardan köklerini alan apolitik karakterini geçen yüzyıllar boyunca da derinleştirerek günümüze kadar güçlü sosyal yapılar, mezhep, cemaat ve tarikatlar üzerinden muhkemleştirmiştir.
Batı felsefesinin, maddi ve manevi işgallerine karşı ilk çığlıklar ve karşı çıkışlar geçen yüzyılların sonlarında ortaya çıktığı söylenebilir. Cemalettin Afgani ile başlayan bu süreç günümüzde çok farklı deneyimleri geride bırakmış önemli bir sosyo-politik duruş olarak çok farklı alanlarda kendi söylemini üretmeye çalışmıştır. Bu sürecin hala ilk evrelerinde olduğumuz söylenebilir.
Osmanlı’nın son dönemi itibari ile bakıldığında batı ile ilgili temaslarda ortaya konulan ilk reflekslerin, hayranlık ve öykünme ile kendi değerlerini batıya karşı koruma arasında polarize olduğu söylenebilir. Özellikle batıya gidip gelen Müslüman münevverler, sanayi ve teknolojide, felsefe ve fikir akımlarında karşılaştıkları yenilik ve hızlı değişimin büyülü atmosferinde birer kültür ve medeniyet ajanları olarak geri döndüler ve kendi kadim medeniyetlerine, inanç ve değerlerine sert eleştiriler geliştirdiler. Batı hayranlığının oluşturduğu iklimde mukallitliği aşmayan, sorgulamadan, derinlikli anlama çabasından, hikmet ve ferasetten uzak bir duruş sergilediler. Öte taraftan batıyı bir küfür ve şirk medeniyeti olarak gören kesimler ise batıdan gelen her etkiye karşı radikal bir duruş sergileyerek kendilerini korumaya çalıştılar. Bu iki farklı uç yaklaşımlar süreç içerisinde İslam ile batılı ideoloji ve öğretilerin farklı nitelik ve terkiplerde, çok çeşitli sentez fikir ve öğretilerin oluşmasını, eklektik akım ve yönelişleri beraberinde getirdi.
Tüm bu farklı İslami anlayış ve mücadele çizgilerinin üzerinde hem yöntemsel ve araçsal bağlamda hem de İslam’ı anlama ve yaşamsallaştırma forumları bağlamında izler görmek mümkündür. İslam ve milliyetçiliğin, İslam ve sosyalizmin, İslam ve demokrasinin çok farklı tonlarda buluşma ve savunularını çok çeşitli bağlamlarda gözlemleyebiliriz. Hatta bu buluşmaların ontolojik, akidevi temel ilkeleri zorlayan kimi savrulmalara kadar uzandığı söylenebilir. Baasçılık, Kaddafi’nin Yeşil Kitabı, Türk-İslam sentezi üzerinden geliştirilen anlayışlar bu köklü sapmalara örnek olarak verilebilir.
İslam’ın batı kökenli ideoloji ve öğretilerle teması iki yönden analiz edilebilir. Birincisi İslam’ın sadece kültürel bir kimlik ve değerler sistemi olarak tanımlanan sentezin İslami yerelde tutunabilmesi için geliştirilen anlayışlar. Bu anlayışların ideolojik merkezinde İslam bulunmaz. Alt bir kültürel forum olarak, yerelliği kuşatmada kullanılan bir ton olarak İslam’a yer verilir. Bu yönüyle gerçekleştirilen sentezlerin ana karakterini laiklik oluşturur. Sanatsal tüm açılımlar, şiir, edebiyat, toplumsal mücadele yöntem ve hedefleri duruş ve söylemlerde İslam sadece tarihten devralınan ve yaşanılan kültürde yer yer iz bırakmış, gelenek, örf gibi tüm adetlerde ve diğer yaşamın görünen alanlarında gerçekliğin bir parçası, toplumsal müktesebata katkı sunmuş bir öğe gibi düşünülür. Son tahlilde bu tür anlayışlar için İslam değer üreten kurumlardan biridir ve sosyal, siyasal değişimin önünde bir sorunsal olarak hep algılanır.
İkinci olarak İslami toplumsal mücadelenin kendi kabuğunu kırma çabasının veya arayışının getirdiği kimi buluşmalardan bahsedilebilir. Bu yaklaşım, kendi mücadele alanını genişletmek, sosyo-politik değişim sürecinde etkin olmak ve öngördüğü hedeflerine ulaşmak için batı kökenli yaklaşımlar ve anlayışlardan yararlanmaya çalışır. Mücadele yöntem ve araçlarını, teknolojiyi, toplumsal yapı içerisindeki tüm kurumsal araçları, okul, gazete, siyasal parti, sendika, sivil toplum kuruluşları vb. tüm unsurlardan yararlanır. Diğer fikir ve ideolojilerin İslam’a uyan taraflarını onaylar, benimser veya bunlar zaten İslam’ın kayıp değerleridir bağlamında sahiplenir.
Bu yönüyle geçen yüzyıl irili ufaklı çok farklı hareket ve fikir akımlarının çok çeşitli mücadele yöntem ve çabalarını deneyimledikleri bir yüzyıl olmuştur. Bu süreçte dünyayı etkileyen önemli hareket ve akımlar ortaya çıkmıştır. İhvan-ı Müslimin ve İran İslam Devrimi dışında Cemaat-i İslami, Cezayir’de FİS hareketi, Turabi’nin Beyaz Devrimi, tüm klikleri ile Nurculuk Hareketi, Ak parti ile devam eden Milli Görüş Hareketi ilk akla gelenlerdir.
Yukarıda sayılan tüm hareketlerde az veya çok batı düşüncesinin ve sosyo-politik mücadele metodolojisinin etkilerini, esinlenmelerini görmek mümkün. Bu yönüyle bakıldığında İslami mücadele geleneğinin hala güçlü bir tez olarak kendini ortaya koyamadığı görülür.
Yeni binyılın başlarına kadar kurulu dünya düzenine karşı düşünsel, felsefi, toplumsal hareketler bağlamında güçlü bir tez olarak ortaya çıkamamasının birçok boyutta açıklaması yapılabilir. Ancak temelde bu durumun en başat sebebi (olarak), İslami paradigmanın ana referanslarının, yani Kur’an ve Resul pratiğinin yaşadığımız dünyaya yanıtlar oluşturacak düzeyde her alanda düşünsel ve irfani derinliği üretememekten kaynaklandığı söylenebilir.
Tüm iniş çıkışlarına rağmen İslam’ın, dünyayı yok oluşa doğru hızla yuvarlayan batılı paradigmaya karşı en güçlü tez olmaya tek aday olduğunun altını çizmek gerekir. Özellikle yeni binyıl, batılı paradigmayla kurulan dünya düzenini, adalet, hak ve özgürlükler, ahlaki ve vicdani değer ve erdemler bağlamında sorgulayan bir anti tez olmayı aşıp, büyük insanlık ailesine fıtratın, zaman ve coğrafya üstü evrensel değerlerin, derinlikli sunulmaya başladığı en güçlü tez olma bağlamında İslam, şimdiden tüm Ortadoğu’da ağır bedeller ödemeye başlamıştır. Kuşkusuz, Buazizi’nin kendi bedenini insanlık adına bir kurtuluş meşalesine dönüştürerek başlattığı küresel İslami uyanış dalga dalga tüm insanlık ailesine kutlu ışığını ulaştıracaktır.