Mehmet Yaşar Soyalan yazdı;
Giriş: Hız ve Haz Çağının Taşlı Tarlaları Kalpler
İçinde yaşadığımız zamanın/ dönemin en temel alametifarikası “hız” ve “hazz”ın sınırsızlığıdır. İnsan hem iç hem de dış dünyasında sürekli bir yerden bir yere, bir düşünceden başka bir düşünceye, bir lezzetten başka bir lezzete herhangi bir hız sınırı ve bir otokontrol olmaksızın koşturup durmaktadır. Her gün kuş misali kendisini, şu ülke senin, bu ülke benim, tarihi özellikleri, coğrafi güzellikleri, özgün kültürü ve yemekleri olduğu ifade edilen bir mekândan diğerine konmakta ancak gönlünü, zihnini ve gözünü doyuramamaktadır.
Tattığı her lezzet onu yeni bir lezzete, gördüğü her güzellik başka güzelliğe çağırmakta, o da bu çağrının peşinde koşarak ömrünü tüketmektedir. Üstelik bu kadar koşturmasına, “şu kadar mal telef ettim (Kur’an:90/6), şu kadar yer gezdim, şu kadar lezzet tattım” demesine rağmen, gönlünü, zihnini ve gözünü doyuramadan göçüp gitmekte, bir varmış bir yokmuş olmakta, ne gezdiği yerler, ne tattığı lezzetler ne de telef ettiği malları, ne de selamlaştığı insanlar kendisini hatırlamamaktadır.
Ne önünde gidenlerden, ne arkasında bıraktıklarından bir ders çıkarmamakta odaklandığı haz arayışından vazgeçmemekte, bedeni gezmekten ve yemekten yorgun düştüğünde klavyelere sarılıp mahremiyetin ve yasak meyvenin olmadığı sanal cennette seyrüseferine devam etmektedir. Doyumsuzluğu her an biraz daha katlanan zihnini ve gözünü doyurmak için akıl almaz bir tutku içinde aktüel olan içinde kaybolup gitmektedir. Süratin oluşturduğu sarhoşlukla sanal âlemin sınırsız malumatfuruşluğu içinde kendisini kaybetmekte, burada buldukları (veya kendine sunulan) malumatlar ile zaten şişkin egosunu daha da obezleştirmektedir. Her şeyi denemiş, her şeyi görmüş, üstelik her şeyi bildiğini sanmasına rağmen gerçek anlamda nesne olmaktan da kurtulamayarak, mutsuz ve umutsuz biçimde, bir hatırlayanı da kalmadan bu dünyadan göçüp gitmektedir.
Hayatı boyunca, “hız” ve “haz” ilkesi çerçevesinde sadece kendisi için yaşayagelen, hep kendi çıkarlarına odaklanan, en yakın komşusunu ve arkadaşını da kendi çıkarları önünde engel olarak gören, dolayısıyla kendisi dışındaki herkesi öteki kabul eden, haz peşinde telef olup giden insan için iyilik duygusundan söz etmek mümkün olmasa gerektir. (Çünkü iyilik, kendisi dışındakiler için, onun yararına bir şey yapmaktır.) Zaten bu hız ve haz asrının en önemli özelliği kalplerdeki iyilik yapma duygusunu yok etmesi ve kalpleri katılaştırmasıdır. Hız ve haz kalpleri taşlaştırmaktadır. Elbette iyilik yapma duygusu yok olmuş bir insanın ölümü sonrası için bir sadakai cariye, bir güzel hatıra bırakması düşünülemez. Bu nedenle olsa gerek, ölümünden sonra kendisini bir hatırlayanı kalmamakta, bedeni gibi hatıraları da toprak olup gitmektedir.
Orucun Rahmeti Hızı ve Hazzı Sınırlandırmasında Saklıdır
Başka toplumlar bu hız ve haz ile nasıl baş ediyorlar, bu dünyayı nasıl yavaşlatıyorlar, kendileriyle nasıl yüzleşiyorlar tam olarak bilmiyorum ama, iyi ki Müslümanlar olarak bizim bize özgü tuttuğumuz bir orucumuz ve Oruç ayımız var. Evet, iyi ki Oruç ayımız var da (orucu uykuya tutturmuyorsak eğer) bir nebze de olsa hayatı yavaşlatabiliyor, yaşayageldiğimiz rutinin dışına çıkabiliyor da kendimizle ve yaptıklarımızla yüzleşebiliyoruz. Güneşin doğuşundan batışına kadar yeme içme gibi temel aktivitelerini askıya alan Müslüman, hem azalan enerjisini doğru kullanmak hem de oruçlu günlerini anlamlı kılmak için gününü daha çok ibadet ve tefekkür etmek, daha çok iyilik yapmak, yetim, mazlum ve mağdurların derdine ilaç olmakla geçirir. Zaten orucun doğası gereği siz koşturmak isteseniz de o buna izin vermez, istemeseniz de hayatın akışına müdahale ederek onu yavaşlatır. Çünkü enerjisi azalan insanoğlunun yapacağı şeyler sınırlıdır: o, ister istemez yapageldiği plan, proje ve faaliyetlerini sınırlandırmak, durumunda kalıyor ve kendine yöneliyor. Günlük çalışma ve hareketlerinde bir yavaşlama ve dinginleşme başlıyor.
Aslında çoğu zaman pek çoğumuz bu yavaşlamayı gönüllü bir şekilde yapıyor değiliz; gün içinde yeme, içme ve daha başka şeyleri oruçlu olduğumuz için kendimize yasakladığımızdan (elbette Müslüman olmanın bir geleneği ve gereği olarak) hayatımız zorunlu olarak yavaşlıyor. Koşuşturmak istesek de bedenimiz buna izin vermiyor.
Öncelikle nasıl ifa edilirse edilsin orucun hakkını teslim edelim: Bu ayda her durumda ve her düşüncedeki insan için hayat yavaşlıyor, fakirin yüzü biraz da olsa gülüyor. Sanki bu ayda Müslümanların kalbi azıcık da olsa yumuşuyor. Oruç sayesinde taşlı tarlaya dönmüş kalplerdeki taşların bir kısmı ayıklanıyor ve kalpler yumuşuyor. Kalp yumuşayınca doğal olarak da şiddet ve haksızlık azalıyor. (Bu ayda da hep böyle olageldiği için bu işten hoşlanmayanlar, bu yumuşamayı önlemek için bizim ülkemizde pek çok manipülatif haberlerle kalpler bulandırılmak istenir.)
Tabi bir de Ramazan/Oruç ayının Kur’an ayı olduğu gerçeği var. Müslümanlar bu ayda bu gerçekliği kendi algıları çerçevesinde /ölçüsünde yaşıyorlar: vHatim meclisleri kuruluyor, hatimler indiriliyor, hatimler ısmarlanıyor. On bir ay köşesinde duran Mushafı Şerifin yüzü bu ayda aydınlanıyor: Sayfaları Müslümanların elleri arasında yeniden canlanıyor. Bu ayda, camiler, mescitler bu yavaşlamanın inadına her zamankinden daha canlı ve cıvıl cıvıldır: Teravih namazı için Müslümanlar yavaşlayan hayatlarını hızlandırmak, dinginliklerinden uzaklaşmak, kendilerinden, kendileri ile yüzleşmekten kaçmak için midir bilinmez, normal aylarda Cuma namazı dışında pek uğramadıkları, (bu aylarda çoğunlukla camiler emeklilerin mekânıdır/belki de sığınaklarıdır) camilere iftarın hemen arkasından koşarlar. Üstelik teravih namazını en hızlı kıldıran imamın camisine…
Aslında Müslüman gelenekte bu ayda aktiviteleri en aza indirmek esastır: Bunu gerçekleştirmek için de uygulaya geldikleri pek çok gelenek ve görenekleri vardır. Bunlardan birisi de “itikaf” geleneğidir. Büyük ailenin kendi içinde bireylere yüklediği görev ve sorumluluklar nedeniyle yeteri kadar kendisi ile baş başa kalamayan ve yavaşlama ve dinginleşmeyi tam olarak yaşayamayan Müslümanlar en azından bu ayın önemli bir kısmını mescitlerde veya uygun mahallerde itikâfa girerek, belli bir süreliğine dünya işlerinden el etek çekerler. Bu geleneğin özellikle Ramazan ayında uygulamaya konması orucun ruhundan ve ramazan ayının genel dinginleşme havasından bağımsız değildir. Ancak bugün hem camilerin bir devlet dairesine dönüşmesi nedeniyle hem de hayatın hızlı akışının buna izin vermemesi nedeniyle böyle bir gelenek/uygulama Müslümanların hafızasından silinmiş gibidir. Böyle bir geleneğin varlığı kimsenin aklına bile gelmiyor. Belki kırsalda, bazı küçük yerleşim yerlerinde nadiren de olsa itikafa giren kişilere rastlamak mümkündür. Karmaşa ve koşturmaca üzerine kurulu büyük şehirlerin doğası bu yavaşlamaya izin vermiyor.
Oruç ve Ramazan ayı algısının geldiği seviye nedeniyle bu ayda din adamlarına da çok iş düşer: Hatimler, selalar, teravihler derken bu ayı en hızlı hatta on iki ayın en hızlısı olarak onlar yaşar. Oruç, bir onların dünyasını/zamanını yavaşlatmaz. Hatta bu ayı dört gözle beklerler ve bu ayın ve bu ayda insanların daha görünür olmasını sağlamak, gecelerini şölene çevirmek, camileri dinginleşmenin değil bu şölenin merkezi yapmak için çok uğraşırlar, hatta on bir ay bu ay için hazırlık yaparlar. Cami ve mescitler yetimin, fakirin, yolda kalmışın sevindirildiği mekânlar olmaktan çıkalı çok olmuş. Bu işlerin en çok gündeme geldiği Ramazan ayında bile camiler bu işlevine kavuşamaz. Çünkü hatim yarışlarından bu işlere zaman ve fırsat kalmaz. Din görevlileri de nedense bu işlere pek yönelmezler, hatim ve mevlit işlerini daha çok severler. Onların görevi, dinginleşme ayı olan ramazanı şölene çevirmek, cemaatin hızına hız katmak, onlara vaktin nasıl geçtiğini unutturmaktır. Bu yüzdendir mübarek ramazan su gibi akıp geçer. Bu sene kime sorsam herkes zamanın geçmemesinden şikâyetçi, bunun bir rahmet olduğunu fark eden neredeyse yok gibi. Cemaat, “sükûnet” değil “hareket” istediği için olsa gerek din görevlileri de cemaatinin hızına hız katmak için seferber olmuş durumdadır. Gerçi onlar/din görevlileri, bu hızdan oldukça memnunlar, hatta bu ayı dört gözle beklerler: Malum, dünya gailesi. İstisnası var elbette.
Ramazanda Kovid-19 Süprizi
Ancak bu sene hem din görevlileri hem de ramazanı dinginleşme ve sükûnet ayı değil de bir şölen, bir festival ve israf ayı gibi yaşayan dindarlar sükûti hayale uğradı. Çünkü bu sene orucun rahmeti ve koruyuculuğuna ek olarak, hayatın hızına ve hazzına müdahale eden yeni bir durumla karşılaştık: Koronavirüs (Kovid-19) salgını. Kovid-19, zamanlaması ve etkileri açısından oruçtan daha etkili bir şekilde hayatımıza girerek bizi evlerimize kapatarak mevcut rutinimizin dışına çıkardı ve eş ve çocuklarımız ile baş başa bıraktı.
Sanki Korona, Müslümanların oruç tasavvurunda ciddi tahribatlar oluştuğunu, sorunlar çıktığını ve gerçek işlevini önemli ölçüde yitirerek şekli bir geleneğe dönüştüğünü görerek bir uyarı yapma gereği duydu. Ramazan ayının bir dinginleşme, sakinleşme, yaptıklarımızla yüzleşme, ormanın dışına çıkarak kendimizle baş başa kalma ayı olmaktan çıkıp bir şölene, şenliğe, festivale, eğlence ve israf ayına dönüştüğünü görmüş de, oruca destek çıkmak, Müslümanlara (elbette tüm insanlığa da) yardımcı olmak için gelmiş gibi… Sebep ne olursa olsun Koronanın, Müslümanları evlerine kapatarak, müsrifliklerine, şatafatlı iftarlarına ve bunlar için ramazan ve orucun araçsallaştırılmasına en azından bir yıllığına bir nebze de olsa engel olmuş gibi görünüyor. (Acaba Koronayı daha uzun süre mi misafir etsek (!).)
Korona bu işe müdahil olarak Ramazanı camilerde meydanlarda, otellerde, misafirliklerde, kalabalık sofralarda kutlamak isteyenlerin heveslerini kursaklarında bıraktı. Bu nedenle pek çoğumuz koronasız günleri dört gözle bekliyoruz ama özellikle ramazan ayı coşkumuzu yaşayamadığımız için çok üzgünüz. Oysa Oruç ayını aslına döndürdüğü için ona minnet ve şükran duymamamız gerekir. Sanırım o bize kaybettiğimiz bazı şeyleri hatırlatmak istiyor.
Sanki o, “Ey Müslümanlar! Hele bir yavaş olun, yarışa, koşturmaya bir son verin. Hırsınıza gem vurun. Hayatınız yavaşlasın, günlünüz sükûna ersin. Rezzak olan Allah’tır. Sokakları bırakıp evlerinize çekilin; bu mübarek ayı evlerinizde çoluk-çocuğunuzla birlikte geçirin. Biraz kendinizle baş başa kalın: Kendinizle yüzleşin, kendinize kendi iç dünyanızı açın, çekinmeyin, kalbinizin sesini dinleyin. Kalbinizi bir yoklayın bakalım: ;Orada merhametten, iyilikten yana ne kalmış. İbadetlerinizi, namazlarınızı, oruçlarınızı, zekâtlarınızı, fitrelerinizi gönül terazinizde tekrar bir tartın. Camilerinizi, hatim meclislerinizi, sohbet toplantılarınızı, zikir meclislerinizi ve buralardaki konumunuzu, aktivitelerinizi gözden geçirin. Kırdığınız kalpleri, söylediğiniz yalanları, yaptığınız haksızlıkları hatırlayın” diyor ve toplu yapılan her iş ve eyleme/ibadete bir sınır bir kural getiriyor.
Camilerin kapıları hem cemaatin hem de din görevlilerinin suratına kapanıyor. “Sanki camilerin konumunu ve burada yaptığınız ibadetleri bir gözden geçirin, ayrıca camilere bu ayda bu kadar çok koşmak arzusu niçin, niçin yirmi “yedi kat sevabı” bu kadar çok istiyorsunuz? Yoksa çok mu günah işlediniz, çok mu kalp kırdınız, yoksa yine her şeyi kendinize mi yontuyorsunuz, hep kazanmak, kazanmak istiyorsunuz, bu bencillik nereye kadar?” demek istiyor gibi.
Sanki o, “işlenen bir günah ancak onun tersinin yapılması ile telafi edilir, kırılan kalpler ancak merhametle yeni kalpler kazanılarak, yaralar sarılarak onarılır.” der gibi. O bizden tıpkı oruç gibi, orucu bize farz kılan İrade gibi, özellikle bu ayda her şart ve durumda sakinlik ve yavaşlama istiyor. Ramazan ve oruç ezelde de buydu zaten, Korona, bize unuttuğumuzu, kaybettiğimizi hatırlatıyor, Ramazan ayının ve orucun aslına rücu etmesine vesile olmak istiyor.
Tabi din görevlileri veya kendilerini din adamı olarak görenler veya öyle görülenler bu sene ciddi bir şekilde açığa düştüler, sanırım hiç beklemiyorlardı, şimdi derin bir boşluk içindeler, Korona onların da hızını kesti: Galiba Koronaya en çok onlar kızgın.
Şimdi başa dönelim. Günümüzdeki oruç algısının ne hale geldiğini görmek için orucun farz kılındığı zaman ve mekânlardaki ramazan aylarını hatırlayalım ve bin beş yüz yıl geri gidelim.
Kur’an ve Oruç
Bilindiği gibi Kur’an vahyinin nazil olduğu miladi 610’lu yıllarda hayat günümüz ile kıyaslanmayacak kadar yavaş seyrederdi. Şimdi kullandığımız teknolojinin, iletişim ve ulaşım araçlarının hiç biri yoktu o dönemde. Bugün bizim bir saatte gittiğimiz bir yere onlar ancak on günde gidebiliyorlardı. (Geçmişin günümüze göre yavaşlığı; bugünün 240’ta 1’i veya bugünün geçmişe göre hızı; geçmişin 240 katı.) Bir de Kur’an vahyinin nazil olduğu bölge, kendi çağındaki diğer bölgelere göre de hayatın daha da yavaş aktığı bir bölgeydi. Bu yavaşlamaya, bölgesel ve coğrafi faktörlerden ayrı olarak bölge insanın yavaşlığını, rahatlığını, tembelliğini ekleyin. Bilindiği gibi bugün bile bölge halkının önemli bir kısmı öğle saatlerini dinlenerek/uyuyarak geçiriyorlar. Çünkü kırsalın, özellikle de çölün kendine özgü durağanlığı ve sükûneti vardır. Bu durağanlığı, bu bölgelerde gönümüz gerçekliğinde bile görüp hissetmemiz mümkün. İşte oruç, zaten zamanın en düşük hızda seyrettiği bu bölgede hayatın, daha da yavaşlamasını sağlamış, onların sosyal hayat ile ilişkilerini sınırlayarak, bir noktada dondurarak küçük dünyalarında onları kendileriyle baş başa bırakmıştı.
Yeryüzünde zamanın/saatin durma derecesinde sakin ve yavaş seyrettiği bölgelerinden birisi olan Hicaz’da inzal olmaya başlayan Kur’an, öncelikle bölge halkının yavaş çekim bir filim gibi yaşadıkları hayatlarını daha da yavaşlatıp dinginleştirmek, onları bir süreliğine de olsa hayatın hayhuyunun dışına çıkararak, öncelikle kendileri ile barışmalarını ve empati duygularını harekete geçirmek için, kendisinin de inmeye başladığı ay olan Ramazan ayını oruç ayı olarak ilan etmiştir. Oruç ayının, selamın yaygınlaştığı, kötülüğün azalıp iyiliğin arttığı, merhametin egemen olduğu bir ay olması istenmiştir.
“(O sayılı oruçlu günler), insanlar için bir hidayet, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur'an'ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah'ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir” (Bakara: 2/185)
Öyle ki oruç tutan birisi, bir haksızlık veya gereksiz bir tartışma ile karşı karşıya kaldığında “ben oruçluyum” dediğinde, eğer muhatap Müslümansa bu söz karşısında utanır, ezilir ve geri adım atmak durumunda kalır. Çünkü o kişi bu sözüyle muhatabına “sana karşılık vermeyeceğim” diyerek onu orucun sükûnetine çağırmakta ve karşılığını da almaktadır. İşte oruç, muhatabı için bu denli sağaltıcı ve dinginleştirici bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla bu ay Müslümanların bir birine el kaldırmadıkları, hak yemedikleri, haksızlık etmedikleri bir aydır. Kısacası Oruç Ayı, yüreklerin çağıldadığı merhamet ayıdır.
İslami gelenekte oruç, empati oluşturma özelliğine sahip çok temel bir ibadettir. Bu özelliği dolayısıyladır ki, Müslüman kişi herhangi bir hata yaptığınızda onu ancak kefaret orucu tutarak telafi edebilmektedir (Bakara:2/196, Nisa:4/92, Maide:5/89,95, Meryem:19/26, Mücadele:58/4). Yani oruç ibadeti, Müslümanlar için o kadar önemli, değerli ve anlamlıdır ki, oruç tutarak hatalarını telafi edebilmekte, yeminlerinin kefaretini ödeyebilmektedir. Bu nedenle oruç, yaptırım özelliği olan yegâne ibadettir. Kısacası oruç, dinginleştirici, sağaltıcı özelliği yanında arındırma gücü ve özelliğine de sahiptir.
“Oruç”un Kur’an’daki karşılığı “savm/siyam”dir. “Oruç” kelimesi Türkçeye Farsçadan geçmiş ve bir ölçüde Türkçeleşmiştir. “Savm/siyam” kelimesi, sakinleşme, dinginleşme, bir şeyden uzak olma, bir şeyden sakınma anlamlarında kullanılır. Örneğin; “Same’l- fersu/ صَامَ الْفَرَسُ: At yem yemeden durdu”, “same ani’sseyri/ صَامَ عَنِ السَّيْرِ: Yolculuğa çıkmaktan kaçındı”, “Sameti’r-rıhi/ “صَامَتِ الرِّيحُ: Rüzgâr sakinleşti”, “same’l- mai/ . صَامَ الْمَاءُ: Su durgunlaştı”, “same meniyyetehu/ صَامَ مَنِيَّتَهُ: Ölümü tattı”, “sameti’ş-şemsi/ صَامَتِ الشَّمْسُ: Güneş en yüksek sınırına vardı” gibi. Kısacası oruç, bir şeyden sakınmak, uzak olmak ve kendisini bir şeyden mahrum kılmaktır: yemekten, içmekten, konuşmaktan, yürümekten veya herhangi bir şey yapmaktan… Kur’ani anlamda ise bu anlamları içinde barındırarak, kişinin kendisini belli bir zaman diliminde, belli/ sayılı günlerde kendisini yeme, içme, cinsel ilişki gibi bazı aktivitelerden mahrum etmesidir.
Bu köke ait Kur’an’daki bütün kullanımlar oruç ile ilgilidir. Oruç ile ilgili ifadeler ya doğrudan ramazan orucu ile ilgilidir (Bakara:2/183, 184, 185, 187) veya yapılan herhangi bir hata ve yemine karşılık kefaret orucu olarak (Bakara:2/196, Nisa: 4/92, Maide:5/89,95, Meryem:19/26, Mücadele:58/4) kullanılır.
Kur’an’ın Ramazan ayında nazil olmaya başlaması ve bu gerçekliğin bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi olarak ifade edilmesi aynı şekilde orucun bu ay boyunca tutuluyor olması Kur’an’ın insanlık için hadi olma hali ve orucun arındırıcı özelliği üzerinde odaklanmak gerekiyor. İndiği geceyi diğer gecelere göre bin kat daha hayırlı ve anlamlı yapan güce yönelmek gerekir o geceye değil, çünkü rahmet ve hidayet kaynağı o gece değil, Kur’an’ın kendisidir. Kur’an’ın niçin ve neyinin hadi, niçin ve neyinin rahmet olduğu üzerinde kafa yormalı, bunun için de anlamak için okumalı ve okuduklarımızı hayatımıza geçirmeliyiz ki onun rahmet ve hidayetinden bizler de istifade edebilelim. Onu anlamanın, ancak onu amaç, usul ve doğasına uygun olarak okumak ile mümkün olacağını bilmemiz gerekir. Kur’an’ın hidayet ve rahmetinin tecelli ettiği her geçenin kadir/kudret, ölçü ve mizan gecesi olduğu gerçeğini göz ardı etmeden bu ayda tuttuğumuz oruçların bizi arındırması için de orucu doğasına uygun şekilde tutmalıyız. Orucun bir sakınma, sakinleşme, durağanlaşma, empati yapma ve kendimiz ile baş başa kalma eylemi olduğunu unutmamamız gerekir ki, aç ve susuz kalmamış olalım. Tıpkı, orucun, Kur’an’ın indiği ayda hayat bulduğu gibi bizim de oruçlu olduğumuz günleri Kur’an ile doldurmamız gerektiği gibi, gönlümüzü ve zihnimizi ilahi vahyin rehberliğine bırakmamız gerekir. Arınma ancak ilahi vahyin aydınlığı içinde hayat bulur ve gerçekleşir.
Sonsöz: Peki Biz ve Orucumuz Niye Bu Haldeyiz
Peki, bu sakındırıcı ve arındırıcı oruç bugün muhatabını niçin gereği kadar sakındırıp arındırmıyor da oruç ayı bir şölen ve israf ayına dönüşmüş durumda. Niçin bu ayda nefis muhasebesi yapmaktan çok cümbür cemaat olarak kalabalıklar halinde akıp gidiyoruz. Nasıl inziva duygusunu bıraktık da şatafatlı ve gösterişli iftar sofralarının hazırlayıcısı ve müdavimi olduk. Oruçlu gönleri niçin bir yarış ve gösteriş ayına çevirdik. Niçin özellikle bu ayda, bizim için hadi ve rahmet olan Kur’an’ı bir pazar metaına, oruç ve Ramazan ayını da Kur’an ayetlerinin alınıp satıldığı bir pazara dönüştürdük. Yaptığımızın, Yahudilerin Cumartesi Yasağını delmek için yaptıklarından ne farkı var.
Benden cevap beklemeyin, cevap sizin yüreğinizde. Cevap bizim tarihimizde, cevap şehirlerimizde, köylerimizde, yaşadıklarımızda, kitaplarımızda, camilerimizde medreselerimizde, okullarımızda. Herkes cevabı biliyor aslında, bilmiyorsa da yüreğine danıştığında, eğer yüreği taşlı tarlaya dönüşmemişse ne olduğunu kendisine söyleyecektir. Aklını kullandığında, gözünü açtığında zaten olanı görecektir. Ki Kur’an ayetleri bir yandan, enfüsi ve afaki ayetler bir yandan ona seslenip duruyor. Yetmedi, bu sene Kovid-19 en açık ve sert biçimde olanı ve olması gerekeni haykırıyor, aklı ve kalbi olana…