Bir halkı işgale ikna etmek istiyorsan, işgalcileri kurtarıcı gibi göster.” // Edward Said
Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasıyla başlayan iç savaş, başta Türkiye olmak üzere birçok bölge ülkesinde “özgürlük mücadelesi” olarak sunuldu. Ancak 2011’den itibaren dile getirdiğimiz temel hakikat şuydu: Ne Esed’in otoriter rejimi ne de cihat maskesiyle yürütülen vekâlet savaşı halkların çıkarına değildir. Suriye’de üçüncü bir yol mümkündü; ama bu yol, hem Esed diktasına hem de Washington-Tel Aviv eksenli senaryolara karşı çıkmayı gerektiriyordu.
Biz bu hakikati ısrarla savunduk. Ne Esed’çi olduk, ne Şebbiha ile anıldık. Ama o günden bu yana, ABD’nin İsrail merkezli güvenlik mimarisine uygun olarak kurguladığı vekâlet savaşını teşhir ettiğimiz için, hem iktidar medyası hem de “İslamcı” görünümlü bazı sivil yapıların hedefi olduk. Bizi “Esedçi” yaftasıyla susturmaya çalıştılar; çünkü gerçekler sömürgeci planlara çomak sokuyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, Jeffrey Sachs gibi küresel ölçekte saygın akademisyenlerin dahi açıkça ifade ettiği üzere, Suriye’de yürütülen savaş, bir halk hareketi değil, bir emperyal mühendislik projesidir. ABD’nin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin finansmanıyla, Türkiye’nin lojistik desteğiyle organize ettiği bu süreçte, El-Kaide bağlantılı yapılar özel olarak eğitilmiş, HTŞ gibi gruplar sahaya sürülmüş ve “rejim değişikliği” parolasıyla bir yıkım zinciri kurulmuştur.
Peki sonuç ne oldu?
Bugün Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda. Kuzeyde Türkiye güdümünde paramiliter yapılar, ortada Şam rejimi, güneyde ise İsrail’in kontrolüne giren ve tampon bölgeye dönüştürülen alanlar. Bu tablo, yalnızca Suriye’nin değil, Ortadoğu’nun bağımsız gelecek umudunun da askıya alınmasıdır.
Asıl dikkat çekici olan ise, Türkiye’nin bu bölgesel denklemdeki konumudur. Siyasal iktidar, kendisini söylemsel düzlemde ‘ümmetin hamisi’ olarak tanımlarken, pratikte ise İsrail’in bölgesel güvenlik mimarisiyle örtüşen politikaların bir parçası hâline gelmiştir. İç politikada dini ve mukaddesatçı söylemlerle meşruiyetini pekiştiren iktidar, dış politikada ise emperyal güçlerin vekâlet savaşlarındaki stratejik uzantılarından biri olarak konumlanmıştır.
Şimdi soruyoruz:
2012’de “Esed gidecek” diyerek Hillary Clinton’la poz veren İslamcı siyasetçiler nerede?
Bombalar az indi diye hayıflanan, “cihat” adı altında paramiliter fanatizme destek veren STK’lar şimdi ne yapıyor?
Müslüman ferasetini Washington’un çıkar hesaplarına kurban edenler, hiç mi özür dilemeyecek?
Bugün hâlâ susanlar, yalnızca Suriye halkına değil, Türkiye’nin onurlu dış politika vizyonuna da büyük bir sorumluluk yüklenmesine yol açıyor. Çünkü bu süreçte Türkiye, bölgesel bir aktör
değil, ABD-İsrail ekseninin mandater aracı haline getirilmiştir. Cihatçı yapılar üzerinden Suriye’ye inşa edilmek istenen kukla rejim, “Sykes-Picot”(1) tan sonra bölgemize dayatılan en büyük parçalama projesiydi.
Suriye deneyimi, sadece bir iç savaşın değil; aynı zamanda dış müdahale, vekâlet savaşı ve işbirlikçi siyaset tarzının Ortadoğu’daki işleyiş biçiminin en çarpıcı örneklerinden biri olmuştur. Halklar zamanla bu dayatılmış senaryolara karşı siyasal farkındalık ve direnç geliştirse de, sürecin doğrudan ve dolaylı sorumluları (siyasi karar alıcılar, medya ve sivil toplum aktörleri) hâlâ kapsamlı bir yüzleşmeden kaçınmaktadır. “Devrim” adı altında yürütülen yıkımın meşrulaştırılmasında pay sahibi olanlar, tarihsel ve ahlaki bir sorumluluğun muhatabı olarak toplumsal hafızada yerlerini almaktadır. Bugün suskunluğu tercih edenler, sadece Suriye halkının trajedisine değil, Türkiye’nin bağımsızlık idealine ve onurlu dış politika perspektifine de gölge düşürmektedir. Gelecek, bu dönemin aktörlerini sessizlikleriyle, söylemleriyle ve eylemsizlikleriyle birlikte değerlendirecek; kimlerin neyi savunduğunu ve neyin parçası olduğunu açık biçimde hatırlayacaktır.
-------------------
(1) Sykes-Picot Anlaşması, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında, İngiltere ile Fransa arasında yapılan gizli bir anlaşmadır. Bu anlaşma, savaşın ardından Osmanlı topraklarının paylaşılmasını ve Ortadoğu’nun bugünkü sınırlarının çizilmesini öngörüyordu. Anlaşmaya Rusya da dâhil olmuştu, fakat Bolşevik Devrimi sonrası gizli belgeler ifşa edilince, dünya kamuoyu bu planlardan haberdar oldu.
Kaynak: caycuma.org