Paranın olduğu yerde hem din yalandır, hem de özgürlük. Zira aslında insan yalandır. Üçüncü hareket olarak adaletçilik, kapitalizmle mücadelede öyle bir zirveye yükseldi ki özgürlük ve insanın manevî değerini reddetme örtüsü altında kendi doruk noktasına ulaştı.
Makine ve sömürü de onu semirtti. Adaletçilik dalgası, sınıfsal devrimleri ve sınıfları yok etme savaşında insan fıtratının bir parçasıdır. Bütün büyük dinlerin davetinin bir parçasıdır. İnsanın ahlâkî değerinin aslının bir parçasıdır. Fakat dünya ölçeğinde bir yöneliş içinde, büyük bir devrimci faktör olarak aydınların ortaya çıktıkları şu anda, bunun neticesi ne olmuştur?
En büyük facia şudur: İnsan, yüce ve anlamlı bir dünya görüşünün, tekâmül bulmuş ve değer dolu bir varlığın faktörü olan, insana anlam veren tapma, aşk ve irfana dayanmada zühde yönelmenin esiri oldu.
Özgürlük isteyip aramada, kapitalizmin esiri oldu.
Adalete âşık olmada, Marksist bir sistemin tutsağı oldu.
Marksist sistemde ise ilk reddedilen ve yok edilen şey, insanın özgürlüğü ve insanın varlık değeridir. Bu düzen insanlardan bir takım bilyeler ve boncuklar yapar ki bu makine beşerî toplum; devlet, lider, ekonomi ve maddeyi öne çıkarmak suretiyle, beşeri varlığı maddî bir olay olarak açıklamakla ve ekonomi temelli bir yaslanma neticesinde yok oluyor; inkâr, red ve terk ediliyor. Yani komünizm, ekonomizme ve ekonomi bağından başka bütün insanî içeriğini burjuvaziden almış olan; acımasız devletçi bir diktatörlüğe müptelâ olan; Proudhon´un deyimiyle, bir polis dinine, polisçilik dinine tutsak olan bugünkü komünist insana dönüştü. Hatta bir devlet komisyonu, düşünceyi, felsefeyi, bilimi, profesörlerin ders vermesini, ressamın resim yapmasını, şairin şiir söylemesini, insanların zevklerini, elbiselerini, aile ilişkilerini kısaca her şeyini tayin etmeli ve bilim diyamatizm esası üzere olmalıdır. Yani insanın, feodalite, kölelik ve insanlık dışı pis kapitalizm döneminde bile koruduğu imkânlarını bu dönemde elden çıkarması gerekmektedir.
Burada ne yapmamız gerekir? Ya beşerin fatihasını okuyup bütün ihtiyaçlarını, bütün varlık boyutlarını uzaklara atmamız ve şüphecilik, nihilizm ve Hayyamcı bir sufiliğe gidip ne olduğunu görmemiz, ya da eğer insana karşı sorumluysak; Allah´ı, dünyada resmî din namıyla var olan bu donuk hurafe mecmuasından; aşk, irfan ve değer yaratmanın, insana anlam vermenin temel kaynağı olarak varlık, yaşam, adalet ve özgürlüğü kapitalizmin elinden; insanî eşitliği de Marksizm´den kurtarmamız gerekir.
Bu, bir insanın üç misyonudur. Şimdi bu iş için benim bir ideolojiye, bir ekole ihtiyacım var. Slogansı şeylere ihtiyacım yoktur benim. Bu iş, maya ister; kültür ve tarihî gerçeklik ister; sağlam temelli bir yer ve ruhî, itikadî-zihnî bir bağlılık ister.
Ben bütün bunları, yani her üçünü de halis olarak İslâm´da, Muhammed´in ailesinde ve Ali´de buluyor ve görüyorum. Eğer ben, bütün gayretimi bu üç kaynakla İslâm´ı ve Ali´yi görmeye, bu noktada her üç boyuta yaslanmaya, Ali´yi ve İslâm´ı tanımaya hasredersem, yalnızca İslâm´a olan bağlılığımı daima korumakla kalmaz, aynı zamanda buna ek olarak, ne Batı burjuvazi uygarlığının gücü ve ilerleyişi karşısında, ne de doğu Marksizm´inin gücü, yaratıcılığı ve ilerleyişi karşısında ideolojik bir komplekse düşerim.
Şimdi taktik bir reçete ve tecrübe olarak, bana bağlı olan çocuklardan biri için, Hamaney Bey´in huzurunda arz ettiğim ve kendilerinin de beğendiği bir konuyu arz ediyorum: Bu çocuk 1352-1353 (1973-1974) yıllarında 15-16 yaşına varmıştı. Bildiğimiz gibi, 1352-1353 yılları çok özel yıllardır. Bu yıllar, darbe yeme, ihanete uğrama, en kötü yaralara tahammül etme yıllarıdır; kısacası üzerinde çok şeyler söylenebilecek yıllardır. Bu vesvese döneminde İslâm, yetersizdir ve yeni gerçekliklere tatbik edilebilecek halde değildir. Kapitalizmin İran´da ortaya çıktığı zamandan itibaren artık İslâm işe yaramıyordu. Kapitalizmin olmadığı zaman İslâm iyiydi. Ama şimdi iyi değildir. Tıpkı islâm´ın, ideolojisini Ticaret Bakanlığına bağlamış olması gibidir. Ne zaman kapitalizmi getirirse ideolojimizi değiştirelim, getirmezse ideolojimizi koruyalım! Bu vehim, ateşli, keskin, hızlı, hareketli ve varlığı devrimle dolu genç kuşaktaki en iyi vehimdir. Bu kendini ve İslâm´ı eksik görme kompleksine düşen genç için, o tarafa, bu tarafa sürçmesin diye ve bir miktar dokunulmazlık sağlamak amacıyla bir iş yaptım. O iş şudur: Bu üç boyutta irfanî mayayı artırmak. Yaptığım işin çok öğretici ve etkileyici olduğuna inanıyorum.
Burada üç boyut hakkında konuştum: Allah, eşitlik ve özgürlük! Bu, Avrupa´da Pascal, Marks ve Sartre adıyla, bizim tarihimizde Hallâc veya Mevlana, Mazdek ve Buda namıyla var olan şeyin aynısıdır.
Avrupa´da da irfanî boyut için Pascal´ı, Spinoza´yı, Bergson´u vs. tanımamız gerekir. Aynı şekilde adaletçilik boyutuyla ilgili olarak, Alman ahlâkçı sosyalistlerinin tamamını okumamız gerekir. Marks´tan önceki komünizmi ve Marksist edebiyatın tamamını okumamız gerekir. Aynı şekilde, bugünkü egzistansiyalizm ve hümanizmi, Stuart Mill´i tanımamız gerekir. Onlar, insanın özgürlüğü, bireysel özgürlük ve beşerî hukuk konusunda en iyi düşünsel ve bilimsel yorumu ve açıklamayı yapmışlardır.
Durum İran´da da aynı şekildedir, İslâm´ı bu üç hayatta tanıyan, İslâm´ın sosyal, sınıfsal, sömürü karşıtı, emperyalist karşıtı boyutta ilerlediğini bilen bu kuşağın, Marksizm karşısında komplekse düşmemesi, veya Avrupa ve Amerika medeniyeti karşısında kendisini eksik ve kusurlu görmeye duçar olmaması için, irfanî mayasını takviye etmesi gerekmektedir.
Kişiyi, Amerika veya Avrupa´nın azameti karşısında komplekse ve sıkıntıya düşmeyecek, kendisinde üstün bir değer bulacak ve Marksizm karşısında yetersizliğe kapılmayacak derecede yükseltmenin kaynağı, yani bu irfanî mayanın takviyesi, bana göre, çok anlamlı ve çok önemlidir. Ben, kendisiyle meşgul olduğum çocuğun irfanî mayasını artırdım. On beş, on altı yaşlarında, yani duygusal, ekonomik ve sosyal açıdan oldukça keskin oldukları bu dönemde genellikle bizim çocuklarımız, şu an sunulan bu İslâm´dan besleniyorlar. Eğer bu boyutta kalırlarsa, Marks´ın ?Introduction?u ve ?Kapital?ine, dünya sosyalizm ve devrimci edebiyatına eriştiklerinde, orada, daha aydın ve açık bir külliyat olduğunu görüyor ve ?Şimdi bizim uzmanlarımızın manifestomuzu yazmaları gerekmez miydi?? diyorlar.
Şimdiye kadar binlerce defa basılan manifestolarının ilk baskısından bu yana yüz yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Dolayısıyla niçin boş yere oyalanıp bekletildiklerini soruyorlar. Kendiliğinden o tarafa kayıyorlar. Burada Marksizm´in ve burjuvazi insanının sahip olmadığı, Marksist ideolojinin aslında ortaya koyamadığı kaynağı, bu neslin ruhunda artırmalıyız. Çünkü bu ideoloji, gerçekte bu ürün, görüş ve telakkiye sahip değildir. O kaynak, o maya, irfanî mayadır. İrfânî mayayı genç nesle vermeliyiz. Fakat ?Git, namaz kıl, git oruç tut ve git?? demekle irfanî maya (öz, temel, kaynak) doğru olmaz. Bu, anti irfanî bir mayadır. Yani onun verdiği tek tepki usanmak oluyor, ?Şûk-i âfitâbe? (güneşin görkemi) ona el uzatıyor. O halde nereden başlamak gerekmektedir?
Öyle bir yerden başlamalıyız ki bu genç, irfanla ilişki kurduğu zaman, namaz ve oruçlarımızı hissetmesin, mukaddeslerimiz onun zihninde çağrışım yapmasın, müminlerimiz onun hatırına gelmesin ve gerçekte bunlarla ortak yönünün olduğunu anlamasın. Bu iş için -bir öğretmen olarak- bana göre, henüz din ve ibadetten bahsetmeyen irfani metinlerle tanışması gerekir. İrfani metinler, tasfiyeyi sağlamak, ruha irfanî cila vurmak ve ilâhî zevk serumunu onun ruhunasokup yerleştirmek içindir.
Bizim sömürülmemiz telefon vasıtasıyladır
Örneğin, Farsçaya da tercüme edilmiş olan ?Upanişadlar? veya Radha Krişnan´ın kitapları. Krişnan´ın kitaplarından birkaç tanesi Farsçaya tercüme edilmiştir. Onların hepsinden daha küçüğü, ?Batı Düşüncesi ve Doğunun Dini?dir. Bu kitap, bütün kitaplarından daha derindir. Bergson, az çok mümkün olan yere kadar, Carel olabilecek noktaya kadar böyledir. Daha sonra ise ?Muhammed İkbal?? İkbal bir molla değildir ki dinini medreseden aldığını söyleyelim. Bir sûfî değildir ki dinini ve görüşünü tekkeden aldığını söyleyelim. Hayır, İkbal bir aydındır. O, bizim hepimizden daha çok kravatlı olmuştur. Aslında İran´a gelmeden önce o, kravat takmıştır. Niçin? Çünkü onun doğum yeri, yani ülke halkı iki asır İngilizlerle yaşamıştır.
Bizim sömürülmemiz telefon vasıtasıyladır.
Avrupa´da heder ettiğim ömre yazık
Fakat Hindistan´ın sömürülmesi öyle bir sömürülmedir ki Hindistanlılar, İngilizler ve Avrupalılarla iki asır yaşamışlardır. Dili İngilizcedir. Bu adam Avrupa´ya gitmiştir. Acaba orada kimleri tanımıştır? Hegel, Nietzsche, Goethe, Descartes ve Kant. Sonra Avrupa´dan geri dönüyor ve şöyle diyor: ?Avrupa´da heder ettiğim birkaç yıla yazık!?
Bakınız: Bir genç böyle anladığı zaman, artık bir fotokopi makinesiyle komplekse kapılmıyor. Dinliyor musunuz? ?Avrupa´da heder ettiğim ömre yazık? diyor. Acaba o, ömrünü Avrupa´da heder mi etmiştir, boş yere mi geçirmiştir? Bunu söyleyen, Batı felsefesi tarihinde ismi geçen kişidir. Batı yazarları ve filozofları tarihinde, Batılı olmayan iki kişi vardır: Biri, Cezayirli Ömer Mevlûd; onu Fransız yazarlarından sayarlar. Diğeri ise Muhammed İkbal´dir. İkbal´in adını, Batı filozoflarının bir parçası olarak anarlar. Bu baba, oraya gitmiş olan bu Hindistanlı Müslüman baba, ne meyhaneye gitmiş, ne bankacılık okumuş, ne dekoratif sanatlar okumuş ne de dansı incelemiştir.
Gider felsefe okur ve beşerin en yüce fikrî zirvesine ulaşır? Sonra döner ve der ki: ?Bir rüya gördüm. Baktım ki Hegel´in sarhoşuyum, Hegel´e meftunum. Hegel, açık renkli kıvılcımlarından biri Marks olan bir kişidir. Hegel, içinden bütün her şey çıkmış olan şu bizim Şeyh Ahmed-i Ahsâî gibidir.
O diyor ki: ?Ben rüya gördüm, rüyamda Hegel´in öğrencisiydim. Hegel´in büyüklüğü ve düşüncesinin genişliği, dünyayı, darlığından dolayı utandırmıştır. -Doğru da söylüyor- Fakat rüyada birden Allah adamı bir pîr gördüm ki Halep ve Şam´ı kendi ilâhî nuruyla aydınlatmıştır. -Mevlana´yı kastediyor- Onu görür görmez, Hegel´in tıpkı bir resim gibi mahvolup gittiğini ve utancından bakamadığını gördüm.? Sonra, bakınız nasıl bir yorum yapıyor:
Her ne kadar onun erdemlilik düşüncesi gelin gibi süs bağlarsa da, tavuklar sarhoşluğun zoruyla horoz olmaksızın yumurta yaparlar.
Bir takım tavuklar vardır ki bunların horozları yoktur. Fakat yumurtlama istemlerinin şiddetinden dolayı kendilerini toprağa sürüyor ve horozsuz yumurtluyorlar. Bu yumurta, yemek için iyidir. Fakat tavuğun altına koyarsan açılmaz, çünkü nutfesi (sperm) yoktur, canı yoktur. Doğum gücü ve yeteneği yoktur.
Hegel´in ideolojisini bir üstat olarak tanıyan kişi gelip diyor ki: ?Hegel, horozun yumurtası gibi tamamen görülmemiş bir şeydir ve sadece omlet için iyidir.?
Tabi bunu, mütercimin bile anlamadığı yalan ve saçma bir tercümeyi okuyup söylemiyor! Bir güneş ve ışık olan Mevlana karşısında onu bu şekilde telakki ediyor. Şimdi benim ve senin çocuğun, irfanî görüşü, irfanî duyguyu ve Allah´a tapmayı Hegelci maveranın aşkın doruklarında gördüğünde; irfanî duygu bu zirvede onlar için söz konusu olduğunda; bir genç için söz konusu olduğunda; genç neslimiz için söz konusu olduğunda; bu aşk nutfesi genç neslimizin ruhuna girdiğinde; bu ilâhî zevk serumu onların kanma karıştığında; artık bu kan onları mabedin ve mescidin bir köşesinde inzivaya sürükleyecek bir kan değildir.
Aksine bu kan, öyle bir kandır ki bir taraftan Hallâc gibi külünün içinde bile hareket ederken, bir taraftan da dava meydanında Hüseyin´in kanına dönüşüyor: Ekonomik bir slogan davasında, Ebuzer´in kanına dönüşüyor. Bu kan, yaşamın içerisine düşüyor. Dolayısıyla da zamanın ihtiyacının içerisine düşüyor.
Yani o, silahlı ve sorumlu bir âşıktır: Ali.
Ali, bütün azameti ve zirvede bulunuşuyla diyor ki: ?Ben asla dinin velayet, vesayet ve itmamını (dini tamamlamayı) istemiyorum. Üstelik benim velayetimle din tamamlanmıştır. Şimdi bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını sıkmayı ve ?ne yediysen ver´ demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum.?
Evet, görüyoruz ki bu, sufice bir inziva peşine düşme değildir. İrfânî bir kandır. İrfânî olması durumunda mücahittir, adaletten sorumludur. Aynı zamanda özgürlükçüdür. Halktan sorumludur. Bundan dolayı bu insan, Marks´ın ortaya attığı, söz konusu ettiği insan karşısında, sadece yetersizlik duygusuna kapılmamakla kalmaz, aynı zamanda onların hepsini gören, yukarıdan bir bakışla bakar.
Marks´ın insandan yaptığı bu taş heykelin, ne kadar iyi ve güzel de olsa, ne kadar insanın maddî yaşamının bütün boyutlarına sahip de olsa, İkbal´in deyimiyle o nutfeye, insanı eriten o zerreye ve ateşe sahip olmadığını hissediyor. Bunu hissettiği zaman yalnızca eksiklik duygusuna kapılmamakla kalmıyor, ayrıca kendinde onun üzerinde bir fazlalık hissi meydana geliyor.
Bu noktada İslâm Marksist astın yarı aydın bir astı olarak söz konusu edilmiyor ki tekâmülde Marksizm´e erişsin. Aksine liberal kapitalizmin, sûfîce irfana yönelişin ve materyalist adaletçiliğin yenilgi ve çıkmazlarının yıkıntıları üzerine bina olmuş bir İslâm olarak söz konusu ediliyor. Yani onların harabesi üzerinden geliyor.
Bu İslâm, bilim ötesi, materyalizm ötesi, Marksizm ötesi bir İslâm´dır.
Kısaca irfanî bağ, bir gencin varlığına, bedenine ve özüne bir yücelik, ruhî bir güzellik veren en büyük bağ ve en büyük faktördür. Bu genç, ne kendisinin İslâmî endişesini ilim, düşünce ve mantık kılıcıyla kökünden kazımak isteyen ideolojiler karşısında felâketi kabul eder; ne de kapitalizmi, tüketim çılgınlığını, cinselliği, anlamsızlığı, kültürel sömürgeciliği ve kendisini yuvarlayıp yutmak isteyen yok edici kuruntular karşısında felâketi kabul eder.
Ali Şeriati´nin Kendini Devrimci Yetiştirmek adlı eserinden... (Fecr Yayınları, 1. Baskı Kasım/2007, s.44-5)
Kaynak: ekrangazetesi.com