Siyaset Bilimi, tıpkı birçok bilimler gibi bağımsız bir disiplin kimliğine kavuşmadan önce, “Felsefe”nin çatısı altında barınmaktaydı. Genel olarak söylenirse, her filozof veya felsefe yapmaya başlamış her insan “felsefe” kavramına kendi bulunduğu yerden bakma imkânına sahiptir denilebilir. Elbette belirli ilkeler, bunlarla uyumlu olması beklenen yollar yordamlar vardır ve bunlar göz ardı edilerek felsefe yapılamaz, yapılmaması umulur. Gerçi, düşünmeyi, düşünceyi algılama ve kavrama düzeyini gözetme gereği duymayan bir kimse, felsefeyi de kendi düzeyince (aslında düzeysizliğince) ancak fark eden bir kimse, ileri sürdüğü bir takım kanıları, varsayımsal sözleri felsefe olarak görme eğilimi içinde olagelmişlerdir. Doğal olarak, felsefenin sınırları içinde olamayacakları için herhangi bir dikkate, değerlendirmeye de konu olamamışlardır, zaten olamazlar da.
Sınırlı ölçüde olsa bile, Siyaset Bilimi’nin bağımsız bir disiplin kimliği kazanmasında Machiavelli’nin göz ardı edilmeyecek bir payının bulunduğu yadsınamaz. Bir bilimin bağımsız disiplin haline gelmezden önce de, o bilime varlık kazandıran inceleme konuları üzerinde, farklı biçimlerde düşünceler ve görüşler ortaya konulmuştur. Bu düşünce ve görüşler bazen efsane veya masal kalıbı (formu), yani sanat-edebiyat eserlerinde dile getirilmiş, bazen tarihin araştırmaları bağlamında kendilerine yer bulabilmiş, bazen de gevşek veya sıkı bir şekilde dini metinlerde değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Bağımsız bir disiplin haline gelmeden önce Siyaset Bilimi’nin konuları Felsefe’nin kendine özgü yaklaşımı ve yöntemi gereği insan bağlamında ele alınıp incelenmeye ve tartışılmaya başlanmıştır. Felsefe bağlamında, ilk olarak Protagoras, dolayısıyla Sofistler insan, onun bağlantısı olarak toplum, toplumun yönetim örgütlenmesi, yönetimlerin farklılaşması gibi konuları tartışmaya açmışlardır. Kuşkusuz asıl ilgi alanları ya da konuları başka olmakla birlikte, bunların tam olarak ifade edilebilmesi için, insan, toplum, yönetim, yani devlet olgularının dikkate alınmasının gerekliliğini fark etmeye başlayacaklardır. Felsefe ve felsefi düşünceyi sistemli, bütünlüklü bir şekilde kurmaya yönelen ilk filozof Platon olacaktır, öğrencisi Aristoteles, yine felsefenin gereği olarak, farklı bir sistemi, bütünlüklü felsefi bir yapıyı kurmak suretiyle devam ettirecektir.
Sözgelimi Platon, hocası Sokrates’ten tevarüs ettiği, özetle, “Erdemli bir hayat mümkün müdür?” ethik sorusu ve sorunsalını merkezine yerleştirmek suretiyle felsefi sistemini kuracaktır. Aslında çıkış noktası insanın erdemli bir kişiliğe erişmesidir. Ne var ki, insan, daha sonra Aristoteles’in açık bir şekilde ifade edeceği üzere, bir “zoonpolitikon: siyasi hayvan”dır. Burada, genellikle “hayvan” olarak çevrilen “zoon” kelimesi “canlı varlık” anlamını içkindir ve canlı varlık sıralamasının bir katmanını oluşturmaktadır “hayvan”. “Canlılık” niteliği içerdiği bütün varlık katmanlarına şamildir. İnsan gibi, hayvan da, bitki de canlıdır, ama ruh özleri (substantia) itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. Dolayısıyla “hayvan”, “politikon” (politea) kapsamı içine sokulamaz, insan, toplum ve siyasi örgütlenmesini akıl, bilgi, bilgelik değer ölçütleri temelinde gerçekleştirir, gerçekleştirmek durumundadır. Aksi takdirde, canlı niteliğine rağmen, insan değer katmanını oluşturamaz. Siyasi örgütlenmesini gerçekleştirmek istediğinde aklını, ondan kaynaklanan bilgi, değer ve bilgeliğini sağlayan ilkelerine mutlaka dayandırmak, sıkı sıkıya o ilkelere uymak zorundadır. Zorunda olduğu bu ilkelerin seçimi, onlara verilen anlam ve onların sahip olduğu işlevler nelerdir? Nasıl tanımlanmalı, nasıl anlaşılmalı ve nasıl uygulanmalıdır? Bu ilkelerin insanın bireysel dünyasındaki yansımasıyla toplumsal dünyasına yansıtılması ve gerçekleşmesi nasıl olmalıdır? Öngörülebilir sonuçları nelerdir? Tüm bu tür gerçek veya farazi sorular mahfuz tutularak, Platon’un siyasi örgütlenmeyi, dolayısıyla buna uygun siyasi rejim veya düzen ayrımı önem kazanmaktadır. Nedir bunlar?