14 Eylül tarihinde Suudi Arabistan’daki petrol üretim tesislerine insansız hava araçlarıyla bir dizi saldırı gerçekleşti. Söz konusu saldırılar, Suudi Arabistan petrolünün yarısından fazlasının işlendiği Abkaik petrol rafinerisini hedef aldı. Tesislerde küresel petrol talebinin yüzde 6’sına denk gelen günlük 5,7 milyon varil petrolün işlenerek piyasaya sürülmesi, saldırıyı bölgede artan gerilimin önemli bir parçası haline getirdi. Saldırıdan bugüne dek süreç, karşılıklı restleşmelerle devam ediyor. Suudi Arabistan “İran, normal bir ülke gibi davranmalı” derken, Tahran ise Riyad’ın Yemen üzerindeki baskısına dikkat çekerek kamuoyu oluşturma gayretinde.
Uluslararası toplum, Suudi enerji tesislerine yönelik saldırının kim tarafından ve nereden yapıldığı sorusuna cevap ararken, Yemen’de 2015’te başlayan savaşın taraflarından olan ve İran’ın desteklediği Husiler, saldırıyı üstlenmişti. Bununla yetinmeyen grup, “Yeni saldırılara hazır olun” mesajı vererek bölgedeki gerilimin devam edeceğine işaret etti.
ABD hükümeti saldırıya dair ellerinde kesin kanıtlar olduğunu ileri sürerek İran’ı işaret ediyor. Bununla ilgili en net ifade ise ABD Dışişleri Bakanı’ndan geldi. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, İran’ın Yemen’de desteklediği bölücü grup Husiler’i ve dolayısıyla İran’ı saldırının baş faili olarak ilan etmiş durumda. Bununla yetinmeyen ABD’li bakan, saldırının Yemen topraklarında değil Irak veya İran sınırlarından yapılmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu belirterek İran’ın bölgedeki etki alanına dikkat çekmiş oldu.
İran tarafı saldırıların sorumluluğunu reddetse de, Suudi Arabistan yönetimi de ABD ile aynı şeyi düşünüyor. Riyad, saldırı sonrası yaptığı açıklamada, saldırının İran veya Irak topraklarından geldiğine dikkat çekti ve emrin net bir şekilde
Tahran tarafından verildiğini duyurdu.
Saldırıyı ilginç kılan husus ise İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin BM Genel Kurulu toplantısı için New York’a seyahat etmesinin hemen öncesine denk gelmesiydi. İran-ABD arasındaki maksimum baskı anlayışı, bu sefer Tahran tarafından Washington’a uygulanıyor. Beyaz Saray, Ruhani-Trump arasında -dolaylı yollardan da olsa- görüşme ihtimalinden bahsediliyordu ancak bu olmadı. BM Genel Kurulu sonrası Ruhani, Avrupalı liderlerle görüşmekle yetindi ve ülkesine döndü. Anlaşılan o ki önümüzdeki süreçte Fransa ve İngiltere gibi ülkeler, Suudi Arabistan (dolayısıyla ABD)-İran geriliminde aracı olmak için nabız yoklamaya devam edecek.
Suudi Arabistan’a yapılan saldırıların zihinsel alt yapısına bakıldığında birtakım öne çıkan hususlar bulunmakta. Bilindiği üzere ABD, yeni bir müzakere mantığıyla anlaşma masasına mecbur etmek için “maksimum baskı” stratejisiyle Tahran’ı sıkıştırmaya çalışmakta. İran-ABD arasındaki maksimum baskı anlayışı, bu sefer Tahran tarafından farklı bir coğrafyada Washington’a uygulanıyor. İran tarafı ise ABD’nin yaptırımları kaldırması ve İran’ın dünya piyasasında bloke edilen ve ciddi bir şekilde ihtiyaç duyduğu kaynaklarına erişmesine izin vermesi için kendi baskı anlayışını Yemen’de aktif olan uzantısı Husiler üzerinden hayata geçirmiş vaziyette. Suudi Arabistan’daki enerji üretim tesislerine yapılan saldırlar, Tahran’ın diplomasi dilini kullanmanın yanı sıra siyasi ve ideolojik etki alanı üzerinden şiddet diline de başvurma yeteneklerini gösterme mantığına dayanıyor. Saldırı Riyad’ı hedef almış görünse de esas amaç, ABD’nin bölgedeki etki alanını, Tahran’la paylaşmak zorunda olduğunun Washington’a gösterilmesi gerektiği. Saldırıyı üstlenmese de İran’daki siyasi aklın Husiler aracılığı ile Batı’ya ilettiği mesajı ise; yaptırımlardan ötürü en önemli gelir kaynağı olan petrolü satamayan Tahran’ın, diğer tedarikçilerin petrolünü satmasına da müsaade etmeyeceğiydi.
GERİLİMİN ALTYAPISI
İran bir süre önce, İngiliz bayraklı bir petrol tankerine el koyarak kendi limanına çekmişti. Tahran bu başlangıçla, kendisi için hayati öneme sahip “uluslararası suyollarındaki terörle mücadele” söylemini işlek hale getirerek ABD güdümünde olan her ülkeyi hedefe koyacağını göstermiş oldu. Aynı dönemde ABD hava kuvvetlerine ait savaş uçaklarının İran hava sahasına girerek tacizde bulunduğu iddiaları da İran tarafından dile getirildi. Karşılıklı suçlamalar, iki taraf için de bölgedeki savaş söylemini güçlü tutmak ve “maksimum baskı” kaldıracını karşılıklı kullanmak adına iyi bir fırsat oldu.
Trump’ın başkanlık dönemi boyunca İran’a uygulanan maksimum baskı anlayışı, Tahran’a yeni bir şey öğretti. Maksimum baskıyı tersine çevirme/kullanma. Tahran, yılmak veya geri adım atmak yerine ABD’nin Riyad ve Tel Aviv gibi müttefiklerini tehdit eden Irak, Lübnan ve Suriye’deki ideolojik uzantılarını daha güçlü bir şekilde destekliyor. ABD’li yetkililer, İran’a uygulanan baskı devam ettikçe ABD’nin Basra Körfezi ve Irak’taki varlığına yönelik saldırıların da devam edeceğini düşünüyor. Önümüzdeki süreçte bu tür saldırlar, İran’ın gerilimi, ABD’nin etki alanına giren her yere taşıyabileceğini göstermekte. Bunun farkında olan ABD, İran destekli grupların, Irak’taki ABD askeri ve siyasi varlığına birincil tehdit olmaya devam ettiğini ve bu tehdidin artmasını beklediklerini belirtiyor.
Washington, İran’ın bölgedeki ABD varlığı ve uzantılarını caydırmak veya misilleme yapmak için illegal saldırı yeteneklerini sürdürmeye ve geliştirmeye devam edeceğinden emin. Diğer taraftan ABD, İran’ı uluslararası alanda iyice yalnız bırakmak için farklı yollar denemekte. Tahran yönetimi reddetse de son bir yılda ABD, İran’ı Danimarka’da gerçekleşen bir suikast ve Paris’teki bir bombalı saldırının baş şüphelisi olarak görüyor.
Sadece bölgedeki etkin varlığı ve ideolojik uzantıları ile değil Tahran, gelişmiş siber yetenekleriyle dijital alanda da Batı için önemli bir tehdit oluşturuyor. İran’ın başta Suudi Aramco olmak üzere küresel çapta bir siber saldırı gerçekleştirebilecek imkân ve kapasitesi mevcut. ABD basınına yansıyan haberlerde özellikle Haziran ayından bu yana -gerginliğin had safhaya çıktığı dönemlerde- İran’ın, ABD’ye karşı siber saldırılarını arttırdığına dikkat çekiliyor. Başka bir deyişle, ABD-İran arasındaki “maksimum baskı” sadece askeri alanda değil diğer alanlarda da genişleyerek devam ediyor.
Diğer taraftan ABD iç siyasetinin Tahran’la ilgili görüş ayrılığı da İran konusunu güncel tutuyor. Bilindiği üzere Trump’ın İran’a yönelik sert kararları ABD iç siyasetinde şahin kesimi memnun ederken demokrat kesimin muhalefeti ile karşılaşmıştı. Muhalefetin itirazı daha çok, İran’a yönelik baskının azaltılması değil, artan baskının İran’ın bölgedeki ABD varlığına zarar verecek kapasiteye sahip olmasına dikkat çekmek içindi. Örneğin Trump’ın İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alması, ABD siyasetinin tamamı tarafından memnuniyetle karşılanmadı. Bir kısım, söz konusu kararla Trump’ın, ABD’nin bölgedeki askeri birliklerini açıkça tehlikeye attığı hususunda hemfikirdi.
Buna ilaveten Trump’ın nükleer anlaşmasından tek taraflı çekilme kararı, bölgede ABD ve müttefiklerine yönelik saldırıları hızlandırmakla kalmadı, aynı zamanda nükleer tehdit anlamına gelen “uranyum zenginleştirme” söylemini de beraberinde getirdi. İran’ın, nükleer anlaşma kapsamında yasaklanan ve düşük zenginleştirilmiş uranyum stokuna sınır koyma maddesini geri çekerek uranyumu zenginleştirmeye devam edeceğini söylemesi, ABD için yeni bir psikolojik mücadele alanı anlamına gelmekte. Bu söylem İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde olduğu gibi bölgedeki mücadele alanını genişleterek ABD’nin gücünü tüketme/dağıtma stratejisine dayanmakta.
İran’ın bu yaklaşımı ABD ulusal güvenliğini çeşitli şekillerde etkileyebilir. İran, gelişmiş dron teknolojisi, bölgeye sağladığı silah ve istihbarat desteğiyle Ortadoğu’daki ideolojik uzantılarıyla irtibatını güçlü tutma gayretinde. Özellikle son dönemde İran, Yemen’de Hizbullah tarzı bir oluşum olarak gördüğü Husiler’e uçak teknolojisi bile sağladı. Bu desteğin, gelecekte Yemen’i aşan ve Suudi Arabistan’ı etkisi altına alacak boyutta olduğu söylenebilir. Zira Husiler, 2017 yılından beri Riyad’a yönelik benzer saldırıları gerçekleştiriyorlar ve Riyad’a saldıran sadece Yemenli Husiler değil. ABD’li istihbarat yetkilileri, Mayıs ayında bir Suudi petrol üretim istasyonuna düzenlenen saldırının, İran’ın Irak’ta destekleyip teçhiz ettiği başka bir grup tarafından gerçekleştirildiğini belirtmekte. Bununla yetinmeyen İran kendi halkının çektiği tüm sıkıntılara rağmen, Lübnan Hizbullahı’nın saldırı ve savunma kapasitesini modernize edip geliştirmesine de yardımcı olmaya devam edecek.
Başta Suudi Arabistan ve BEA olma üzere tüm bölgede, -enerji tesisleri de dâhil- saldırıya açık birçok hedef var. Pompeo, Suudi petrol kuyularına yönelik saldırının failini İran olarak belirledikten sonra, İran’dan bölgedeki gerilimin dozunu arttıracak bir çıkış geldi. Tahran, “tüm Amerikan üsleri ve uçak gemileri, 2.000 kilometre mesafe kapasitesine sahip füzelerimizin ulaşabileceği yerlerdedir” açıklamasında bulundu. Nükleer anlaşmanın sekteye uğradığı dönemden bu yana bölgedeki askeri varlığını arttıran ve yakın zamanda İran’a karşı siber operasyonlar gerçekleştiren ABD’nin gerginliği azaltmak adına henüz daha güvenilir bir yol bulduğu söylenemez. Dolayısıyla İran’ın da yaşadığı ekonomik ve siyasi dar boğaza rağmen tansiyonu düşürmekten yana bir tavır içinde olması çok zor.
TRUMP NE YAPMALI?
Trump yönetimi, çözüme bağlama vaadiyle başladığı bir sorunu daha da karmaşık bir hale sokmuş görünüyor. ABD siyasetinin, İran’ın tüm bölgeyi tehdit eden eylemlerinden korunmak ve Tahran’ı müzakere masasına tekrar oturtmak için daha işlek bir stratejiye ihtiyacı var. ABD yönetimi, gerçekçi ve tüm detayları hesaplanmış bir plan yapmadan nükleer anlaşmadan çekilmenin büyük bir hata olduğunu anladığı günleri yaşıyor. Bunun farkında olan Tahran ise tehditkâr bir dille eylem ve söylemlerini devam ettiriyor. Trump, başta nükleer tehdit söylemi olmak üzere aşama aşama giderek İran’la yeni bir anlaşmanın yollarını aramalı.
BM Genel Kurulu sırasında/sonrasında Trump ve Ruhani arasında özel bir gerçekleşmemiş olsa bile BM Güvenlik Kurulu toplantısı, geleceğe dair çözüme dönük bir dönemin parametrelerini belirlemek için iyi bir fırsat. Aksi takdirde İran’ın bölgedeki uzantıları aracılığı ile saldırılara devam edeceği aşikâr. Bugün Irak’ta yaşanan protestolar İran’ın aleyhine sonuçlansa bile Tahran’ın Irak’taki etki alanı azımsanmayacak boyutta. Behemehâl Tahran’ın bölgeye olan yaklaşımı, İran Dini Lideri Ali Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Tahran Milletvekili Ali Rıza Zakani’nin Yemen’le alakalı şu düşüncesinde kendini göstermeye devam edecek: “Üç Arap ülkesi bugün İran’ın elinde ve İslam devrimine bağlı. Yemen’in başkenti Sana, İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu”.