Yasin Aktay yazdı;
Osmanlı, sürüklendiği Dünya Savaşı kendisini bir yenilgiye ve bir çöküşe doğru götürmekte ise de o gün için dünyadaki bütün Müslümanları temsil makamında bir büyük devletti. Bütün zayıflamış, yozlaşmış kurumlarına, bürokrasisine, toplumuna ve devlet ricaline rağmen hâlâ bir İslâm devletidir. Dünya Müslümanlarının siyasal beden bütünlüğünü temsil eden bir devlet ve o dönem İslâmcılarının dahi kendi devletlerine yönelik farklı dozda şiddetli eleştirileri vaki olsa da, hepsi de kendilerini bu devletle özdeşleştirmekte ve eleştirilerini de devletin ıslahı için yapmaktadırlar, yıkılması için değil.
Bu tarihsel koşullarda temayüz eden İslâmcılığın da kuşkusuz en önemli simalarından biridir Said Halim Paşa. Hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi ama söylenmesi gerekenlerin, düşünülmesi ve konuşulması gerekenlerin çok azını oluşturuyor bu söylenenler. Vefatının 100. yılında, bugün yaşadığımız şartlarda onun üzerinde düşünmenin kuşkusuz apayrı bir anlamı var. Zeytinburnu Belediyesi bu münasebetle onu bir “Osmanlı Sadrazamı ve Düşünür” olarak takdim ettiği güzel bir toplantı düzenliyor. Onun üzerinde düşünmek biraz da kendimiz üzerinde düşünmek anlamına geliyor.
Said Halim Paşa’nın ifade ettiği İslâmcı düşünce ve duruşların özde kendi çağdaşı İslâmcılardan çok farklı olduğu belki söylenemez ama bu bile onun düşüncelerinin başkalarınınkinin bir tekrarı olduğunu değil belki onlar üzerindeki etkisi dolayısıyladır. Tabii bir başka neden de elbette neticede iddiaları ve kökenleri aynı Kitab’a dayanan İslâmcılığın “tekerrür” boyutuyla ilgili olması.
Ne kadar tekrar etse de İslâmcılığın şu veya bu dönemdeki ifadelerinin herhangi bir zamandaki performansının kendisine özgün bir anlam veya etki kattığı muhakkaktır.
Said Halim Paşa’nın İslâmcı söylemleri ifade etmede kendine özgü bir dili ve gücü olduğu da çok açık. Onun kendi çağdaşlarının bütün İslâmcı düşüncelerini en tutarlı ve en gerçekçi şekilde ifade edip temellendirmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Doğrusu ona bu gücü veren en önemli özelliklerinden biri onun bütün düşüncelerini devlet yönetiminde test etme imkânı bulabilmiş, devlet düzeyinden İslâmcı fikirlerin karşılığını görüp ifade edebilme imkânını yakalayabilmiş olmasıdır. Onun bu özelliğiyle birlikte soyu ve statüsü itibariyle taşıdığı “Prens” sıfatını bir arada düşünerek onu Osmanlı’nın İslâmcı Prensi olma vasfıyla ele almayı deneyebiliriz.
Paşa’nın Prens vasfı ise onun sadece soyuyla sınırlı değil. Malum Machievelli’nin meşhur Prens’e atfettiği özelliklerden Antonio Gramsci’nin sol ve sosyalist hareketin bir tasarımı olarak düşündüğü Modern Prens sadece prens olarak düşünülmez. Gramsci Modern Prensi modern çağın ruhuna uygun bir biçimde tasarladığı sol ve sosyalist hareketler için bir metafor olarak düşünür.
Tasarıma ilham veren Machiavelli’nin Prens’i Gramsci için tam bir kaosa girmiş, yönü istikameti belirsizleşmiş, bir toplumsal beden tahayyülünden yoksunlaşmış Avrupa için bütüncül, tutarlı ve istikrarlı bir toplumsal ve siyasal düzen arayışını temsil eder. II. Dünya Savaşı yılları sırasında Avrupa bundan farklı bir durumda değildir. Gramsci tam da bu benzerlikten hareketle Avrupa için öncelikle uzun bir sorunlar çözümlemesine girişiyor, mevcut durumun betimlemesini yapıyor ama bütün bunların hepsinin önüne bu sorunları görüp çözebilecek “Prens” rolünü oynayabilecek bir “ortak özne” tasarlamaya girişiyor.
“Ortak özne” esasen Avrupa’nın toplumsal ve siyasal parçalanmışlığına karşı birlik sorununa cevap verecek bir öznedir. Ancak bu birliği sağlayabilecek bir ortak iradenin oluşabilmesi için en önemli şeyin buna öncülük edecek bir liderlik ve bu liderliğin nasıl kurulacağı sorunu olduğu bu vurgunun hemen akabinde gelir. Tabii ki bu konudaki çözümü bir sosyalist olarak hazırdır: Kendi dönemi için bütün toplumsal değişimi, birliği sağlayacak liderliği bir prens imgesinde sol sosyalist harekete, bir sınıfı olarak da proletaryaya yükleyecekti.
Doğrusu bütün tarihsel başarısızlığına, bu yöndeki bütün öncülük iddialarının başarısız çıkmış olmasına rağmen solun yine de prens olma arzusu hiç bitmemiştir. Elindeki tek malzeme proletarya, ehliyetsizliğini ve liyakatsizliğini bütün açıklığıyla ortaya koyduğu halde, üstelik sol bunu da görüp ondan fiilen vazgeçtiği halde başka bir bedene bürünerek prens olma arzusundan vazgeçmedi. Bu şekilde sol, prenslik hayallerini gerçekleştirecek başka toplumsal araçları aramaya yöneldi bilahare.
Said Halim Paşa bir İslâmcı olarak Müslümanları İslâm’ın bu dünya için hedeflerini gerçekleştirmenin bir öznesi olarak gördüğü çok açık. Ancak bunun öncesinde tarihin nereye doğru akıyor olduğu yönünde de ciddi bir analitik ve realist bir yaklaşıma sahip olduğu da. Son zamanlarında mustarip olduğu bütün zaaflarına rağmen Osmanlı devletinde işgal ettiği makam ve mevkileriyle o kelimenin her iki anlamıyla bir prens gibi düşünüyor, tarihin akışına bir prens gibi vakıf olup yön vermeye çalışıyor. Böylece Müslümanları yaşanan gerçeklerin bir nesnesi ve kurbanı olarak değil, sorumlu bir öznesi gibi düşünüyor ve öyle konuşuyor.
Tabi ne kadar özne olarak düşünse de bütün tasarımlarının fiili merkezi olarak düşündüğü Osmanlı’nın çöküşün dibini bulduğu bir dönemde yaşıyor. Bu çöküşe doğru gidişatı düşünüyor. Bir yandan mükemmel bir toplum, teşkilat, şeriat tasavvuru var ama bir yandan da yaşadığı, sorumlusu olduğu toplumun ona olan uzaklığı var. O yüzden prens bir sıfırdan inşa prensi olarak değil, bir buhranlar prensi, işleyen bir krallığın buhranlarını tespit edip elindeki reçeteye göre tedavi etmenin öznesi.
Bunun elbette sosyalistlerin özne tasarımından çok ciddi farkları vardır.