Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Kültür politikalarında hafıza ve rövanş

Sanat tarihçisi Şule Demirtaş, arabesk müziğin zirve ismi Orhan Gencebay’ın Türkiye Kültür Politikaları Kurulu’na atanması üzerinden, sanatve . Kültür politikalarına dair bir değerlendirmede bulunuyor.

Kültür politikalarında hafıza ve rövanş

Bir milletin kültür politikaları, kendini nasıl görmek istediğini ve dünyaya nasıl sunmayı seçtiğini gösteren bir ayna gibidir. Fakat Türkiye’nin bu aynası çoğu zaman kırıktır, yansıttığı imge ya eksik ya da çarpıktır. Uzun yıllar boyunca bu aynaya ya sadece Batı’dan bakıldı ya da halkın duygusu adına her şey silinip yeniden yazıldı.

Bugün bu kırılmanın güncel izdüşümü, arabesk müziğin simge ismi Orhan Gencebay’ın Türkiye Kültür Politikaları Kurulu’na atanmasıyla somutlaştı. Bu tercih, salt bir sanatçının konumlandırılması değil, çok daha derin bir zihinsel haritanın, kültürel tahayyülümüzü hangi temsiller üzerinden kurguladığının beyanıdır.

Arabesk, Türkiye’nin kentleşme sancılarının, taşradan merkeze akan göçün, sınıfsal ezilmişliğin ve bastırılmış duyguların müzikal bir formu oldu. Bu yönüyle inkâr edilemez bir gerçekliğin sesiydi. Ancak kültür politikası, bir toplumun estetik, tarihî ve evrensel değerlerini bir arada taşıma sorumluluğudur. Gencebay’ın atanması, TRT’nin geçmişteki yasakçı uygulamalarına bir tepki gibi sunulsa da bu tercih geçmişin reddiyle geleceği inşa etme hatasına düşüyor. Kültürel hafıza rövanşla değil, zarafetle onarılır.

 

Türkiye’nin kültür politikaları uzun zamandır iki uç arasında savruluyor: elitleştirici bir modernizm ve popülist bir rövanşizm... Her iki yaklaşım da kendi kültürel iktidarını inşa ederken, bu toprakların çok katmanlı kültürel mirasını ya araçsallaştırıyor ya da indirgemeye çalışıyor.

Oysa bu ülke, yalnızca coğrafi değil, kültürel olarak da birçok medeniyetin iç içe geçtiği, sesin hafızaya dönüştüğü bir menzildir. Estonya’nın Arvo Pärt’ta bulduğu dinginlik ya da İran’ın Kayhan Kelhur’da kristalize olan tarihsel sesi gibi, Türkiye de Kani Karaca’nın zarafetinden İlhan Mimaroğlu’nun elektronik isyanına kadar geniş bir yelpazede düşünsel ve estetik üretim potansiyeline sahiptir.

Cahit Gözkan’ın udunda yankılanan sadece geçmişin tınısı değil, aynı zamanda geleceğe yönelen derin bir çağrıdır. Bu çağrıya kulak verebilecek kültürel bir zihin inşası, estetik sezgisi güçlü ve tarih bilinci yüksek kadrolarla mümkün. Mesele, bu derinliği taşıyacak estetik sezgiye sahip kadrolarla çalışabilmek, politikayı estetikle düşünmektir.

Pärt, Sovyet baskısı altında kendi iç sesine kulak vererek dünyanın sessizliğini bestelemiş bir isimdi. Bugün Estonya onu bir kültürel temsil olarak sahiplenebiliyorsa, bu yalnızca onun müziğindeki evrenselliğe değil, aynı zamanda halkın geçmiş acılarını taşıma biçimine duyulan saygıdan dolayıdır. Lübnan’da Marcel Khalife, Hindistan’da Zakir Hussain, Pakistan’da Nusrat Fateh Ali Khan... Bu sanatçılar yalnızca müzik üretmemiş, bir milletin ortak belleğine dokunmuştur. Türkiye’de ise bu tür hafızayı taşıyan isimler, çoğunlukla kültür politikalarının dışına itilmiş, estetik karar alma süreçlerinde de yok sayılmıştır.

Kültür politikaları sadece kimin atandığı meselesi değil, nasıl bir temsil tahayyülünün kurumsallaştırıldığı meselesidir. Sanat tarihi eğitimi almış birisi olarak biliyorum ki, bir toplumun müzikle, mimariyle, edebiyatla, tiyatroyla kurduğu ilişki onun kendini nasıl anlamlandırdığının en yalın ifadesidir. Devletin konser salonuna kimi çağırdığı, hangi besteciyi onurlandırdığı, hangi repertuvarı sürekli dışarıda bıraktığı, müze afişinde neyi öne çıkardığı, hangi medeniyeti merkeze alıp hangisini marjinalleştirdiği, davet edilen konuşmacıların seçilme düzeni, kullanılan terminoloji ya da bir afişin rengi… Bunların her biri, yalnızca estetik değil, aynı zamanda ideolojik birer tercihtir. Bunların her biri, estetik görünümlü politik kararlardır.

Türkiye’de bu kararlar çoğu zaman ya steril bir modernizmin vitrinine yerleştirilmiş, vitrin nesneleri gibi estetikten ziyade temsile hizmet etmiş, ya da halk adına gecikmiş bir ‘iade-i itibar’ hamlesine dönüştürülmüştür.

Ne var ki kültür, sadece bir şeyleri yerine koymak değil, o yerleştirme biçiminin anlamını kurmaktır. Estetik, tesadüfen oluşmaz, niyetle, bilgiyle, tarihsel sezgiyle kurulur. Liyakat burada yalnızca formel bir ehliyet değil, geçmişin sesini geleceğe taşıyacak sezgisel bir adalettir. Zira estetik, lütufla değil, derinlemesine bir birikim ve zamanla yoğrulmuş görgüyle konuşur.

Bizim Arvo Pärt’ımız yok, ama Tamburi Cemil’imiz var. Shostakovich çıkarmadık belki ama Tatyos Efendi’yi, Dede Efendi’yi, Ali Ekber Çiçek’i, İlhan Mimaroğlu, Yorgo Bacanos’u hatırlamakla yükümlüyüz. Necati Çelik gibi bir udimiz var. Klasik Türk musikisinin incelikli icrasını çağdaş bir yorumla birleştiren, virtüözitesi kadar pedagojik birikimiyle de udi geleneğini kuşaktan kuşağa aktaran büyük bir usta. Onun icrasında yalnızca teknik bir mükemmellik değil, zamanın dışına sızan bir ses düşüncesi, bir estetik arayış gizli. Dünyanın karşısında hayranlıkla baktığı bu büyük sanatçının Türkiye’de kültür politikaları düzeyinde hak ettiği görünürlüğe kavuşamaması, sadece kişisel bir ihmal değil, bir estetik öncelikler sorunudur.

Bakın, bu toprakların hem güftesi hem sessizliği vardır. Hem ağıtı hem neşesi. Hem Buhurizade Mustafa Itrî’nin bestelerinde saklı duran bir divan estetiği, hem Tanbûrî Cemil Bey’in icrasında yankılanan zarafet, hem de Safiye Ayla’nın çığlığında zamana direnen bir arayış mevcuttur. Bugün hâlâ büyük bir tevazu ve teknik incelikle eserler üreten Göksel Baktagir’in kanununda, Elif Ömürlü’nün yorumunda, yalnızca müzik değil, bu milletin ince ayarı, sabrı ve sükûneti vardır. Kültür politikaları bu sanatçıların üretimlerini görünür kılmadığında, sadece bir sanatı değil, bir birikimi de perdeler.

Estetik değer, yalnızca geçmişin yadigârı değil, günümüzün yaşayan ustalarıyla var olan bir hafıza silsilesidir. Kültür politikası, bu seslerin hiçbirini susturmadan, her birine estetik bir temsil alanı açmakla mükelleftir. Bugüne kadar hep bir tercih alanına sıkıştırılmış olabiliriz: ya Batı ya Doğu ya halk ya elit. Oysa sanat, bu tür dikotomileri aşan belki de tek dildir.

Bugün Türkiye’nin kültürel karar vericileri, halkın ne dinlediğinden çok, devletin neyi temsil ettiğini düşünmelidir. Çünkü temsil, yalnızca bugünü değil, geleceği şekillendirir. Hafızası olan bir kültür politikası, günü kurtaran atamalarla değil, kuşakları taşıyacak bir estetik duyarlılıkla inşa edilir.

Sanat, yalnızca üretilecek bir nesne değil, temsil edilecek bir anlamdır. Kültür politikası da bu anlamın kurumsal formudur.

Çünkü gelecek, hakikatin değil, temsilin estetiğini sorgulayanlara ait olacak.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER