Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ali BULAÇ


Heba Olan Tarihi Fırsat

Ali Bulaç'ın "yeni" yazısı...


Tanzimat’tan başlamak üzere hem Düvel-i Muazzama hem Osmanlı iktidar seçkinleri, Şeriat’ın etkisini kaybetmesi ve modern anlamda kaba/otoriter veya rafine merkezi/merkeziyetçi bir toplumsal/siyasal yapının teşekkül etmesi konusunda söz birliği içindeydiler.

Bu konuda Düvel-i Muazzama ile Osmanlı Sarayı aynı fikirdeydi.

I. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etmekle, aslında ulemanın maddi desteğini kesmiş oluyordu. Tasfiyenin öne sürülen ocağın yozlaştığına ilişkin gerekçe zahiri sebepti; asıl maksat, reformların önünde engel duran ve reform konuları gündeme geldikçe zümresel konumunu rasyonelliştirme gayretine giren ulema sınıfının engel olmaktan çıkarılmasıydı.

 

 

Resmi ulemanın, sistem için ne kadar önemli olduğunu anlatmak için Şeriat’a başvurmaktan, reform ve yenilik gibi talep ve teşebbüsleri “Şeriat’a aykırı” bulup aleyhte söylemler geliştirmekten başka seçeneği kalmamıştı. (Selçuklulardan bu yana askerin sisteme girmesi, siyasi ve idari hayatta problem olmaya devam etmiştir. Bkz. Ali Bulaç, Din ve Modernizm, 6. Bsm, Çıra Y. İstanbul-2012, s. 82 vd.)

Ulema bu yola başvururken, elinde kullanacağı tarihsel dayanaklar vardı. Tarihte Osmanlı resmi ulemasının maddi desteği Yeniçeri Ocağı’ydı. Yeniçeri ile ulema arasında ismi konulmamış bir iş birliği söz konusuydu; eğer padişah tahttan indirilecekse Yeniçerileri harekete geçirecek olan, ulemanın vereceği fetva idi.

Bu açıdan reformlar ulemanın olduğu kadar Yeniçeri ocağının da aleyhindeydi. Modernleşmeye karar veren Saray, geleneksel ulema zümresi ile modernleşme projesini yürütmenin mümkün olmadığını anladığında, ulemayı tasfiye edip yerine “aydınlar (münevver) zümresi”ni ikame etmeye karar verdi. 

Osmanlı resmi uleması bunu fark edince, modernleşmeye karşı cephe aldı. Fakat Yeniçeri Ocağı gibi maddi bir dayanağı da kalmadığı için ulema, Şeriatı referans alma yolunu tuttu. Resmi ulema zümresinin, “Batı’dan gelen her şey haramdır, Şeriat’a aykırıdır” söyleminin gerisinde bu dışlanmışlık duygusu yatmaktadır. 

Devlet içindeki zümresel konumunu meşrulaştırmak ve rasyonelleştirmek için Osmanlı resmi uleması Şeriat’ı bir bakıma suistimal etti, başka bir deyişle kendi konumlarını rasyonelleştirmede araç olarak kullandı. 

Ulemanın tasfiyesine paralel Mülkiye, Sultani mektepler, mühendishaneler kuruldu. Bu süreçte aydın, devletin önemli sac ayaklarından biri olarak tasarlanmış, bu amaçla bir devlet projesi olarak sermaye sınıfı gibi politik toplumun/modern devletin serasında yetiştirilmiştir. Bir devlet projesi olarak aydının kritik zamanlarda tercihini devletten yana koyması onun tarihsel misyonu hakkında bize fikir verir.

Modernleşme yöntemleri farklı olsa da ulemanın tasfiyesiyle yerine ikame edilecek “aydın zümre” konusunda II. Mahmut ile II. Abdulhamit arasında esasta görüş ayrılığı yoktur. Hatta halka olan muhafazakâr tutumu dolayısıyla, modernleştirme sürecinde II. Abdulhamit’in II. Mahmut’tan daha başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Bütün bu anlatılanlardan şu noktaya geliyoruz:

Aydın, Osmanlı ulemasının tasfiye edilmesiyle sistemin içine girdi. Bu özelliği, kendisine yüklenen tarihsel misyonu ve devletle olan organik bağları dolayısıyla aydın da sivil karakterde bir siyasete veya toplumsal değişimi hedefleyen bir projeye sahip olamaz.

Batılılaşmaya sürecine başlanıldığı günden beri denebilir ki; aydın “örtük yarı resmi konumu”nu sağlamlaştırmak ve devletle olan bağlarını güçlü tutmak için kendini İslam’ın bilgi, irfan ve düşünce kaynaklarına karşıt bir konumda olmak zorunda hissetmiştir.

Referans aldığı paradigma dolayısıyla aydın, batı Aydınlanmasından beslenir; bu, onu zorunlu olarak devletin yanında konumlandırır. Aydın kendini kesin bilgi ve doğru reçeteye sahip bir doktor konumunda görür, halka hasta gözüyle bakar. Bu özelliğiyle aydın pozitivisttir. Halkı aydınlatmak ister.

Ne zaman ki halk ile devlet, sivil toplum ile politik toplum gerilime girecek olsa aydın kendini devletin yanında savrulmuş bulur. Deneysel örnekleri 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a kadar her zaman öyle yaşanmıştır.

Aydın ne zaman halkın yanında yer aldı? Bugün aydın nerede duruyor? 

Bu soruların cevabı açıktır: Asker-sivil bürokrasi, merkezdeki çekirdek nerede duruyorsa, aydın da orada duruyor. Bu  konuda sağcı muhfazakâr aydın ile solcu sosyalist aydın arasında mahiyet farkı yoktur. Son dönemde bu kafileye müslüman aydınların büyük bir bölümü de katılmış bulunmaktadır.

Mesela din veya bazı İslami meseleler üzerine tartışma başladığında, karşıt görüşlere sahip taraflar hemen son hükmü versin diye Diyanet İşleri Başkanlığına çağrıda bulunurlar. Muhafazakâr dindar aydınlar için Diyanet’in, son karar verici merci veya cazibe merkezi olmasının sebebi devletin bir kurumu olmasından kaynaklanır.

Tarihte ve yakın geçmişe kadar cemaat ve tarikatların öncüleri sivildi. Özellikle Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte sivil karakterleri daha da öyleydi. Eğitim ve kentleşme hız kazandıkça aydın olmaya özenen muhafazakârlar, geleneksel cemaat yapılarına dönüştü.

Ali Bulaç yazdı l Heba olan tarihi fırsat

Muhafazakâr aydının zihni dönüştükçe, geleneksel cemaat ve tarikatlar da seküler STK’lara özenip içinde yer aldıkları sosyal grupları dönüştürdüler. 21. yüzyılın başlarına geldiğimizde ortaya çıkan manzara, bu aydınlar eliyle kendilerine “sivil” etiketi takan dernek ve teşekküllerin seküler aydınlar gibi devlete derin bir tutku içinde olduklarının anlaşılması oldu. Muhafazakâr iktidarın gerisinde yatan desteğin sebeplerinden biri budur.

Laik-seküler kuruluş ve teşekküller, güçlerini dini referanstan ve halktan almazlar; dünya görüşleri, örgütlenme modelleri ve beşeri malzemeleri halk, tarih ve İslam olmadığı için bunlar halka yabancıdırlar.

Politik toplumla resmi veya gayri resmi ilişki kuran muhafazakâr-dindar aydınlar ve teşekküller de hükümet dışı, gönüllü ve özerk karakterlerini kaybettiklerinden gerçek manada STK (Sivil Toplum Kuruluşu) olamıyor, Sivil Devlet Kuruluşu (SDK) olur.

SDK’ların sadakatleri topluma değil, devlete ve devlet aygıtı üzerinde denetim yetkilerini elinde tutan merkezdeki çekirdeğedir. Çünkü asıl tarihsel manada sivil toplum aranacaksa, – bunlar sayıları giderek azalıyor olsa bile -, tarihsel ve geleneksel misyonlarını sürdürmeye çalışan vakıflar, tekkeler, zaviyeler, tarikatlar ve cemaatlerdir.

Batıda burjuvazi, sivil toplumu ortaya çıkardı. Burjuvazi, mutlakıyetçi idareye ve teokrasiye karşı mücadele etti.

İslam dünyasında sivil toplumu ortaya çıkarmak demek, İslamiyet’i etkin kılmayı gerektirir. Eğer Türkiye’de tarikat ve cemaatler devlet dışı konumlarını koruyabilselerdi, Batı’dakine benzer sosyo-politik bir değişimin öncüsü olabilirlerdi. 

Cemaat ve tarikatlar yüzyıl süren çetin bir mücadeleden sonra sağcı-muhafazakâr-milliyetçi bir iktidar çıkardılar; o da devletin tarihsel ve ulusal/milli reflekslerine göre, cemaat ve tarikatların önemli bölümünü SDK’lara dönüştürdü.

Neyin olup bittiğini tam anlayamayan seküler aydın, sivilleşmenin tek referansına işaret eder; o da Avrupai versiyonudur. Ne zaman dini cemaatlerden, tarikatlarden söz edilecek olsa refleksif tepki verir, “din”le bağlantılı hiçbir toplumsal oluşumun sivillikle ilgili olamayacağını söyler. Oysa eğer Batı-dışı Müslüman dünyada sivillik olacaksa bu ancak dinle ve dinin koruduğu zeminde Şeriat’la mümkün olacaktır.

Olup biteni seküler aydınlar anlayamadığı gibi, muhafazakâr dindar aydınlar ve çevreler de İslam alemi için büyük bir fırsatı nasıl heba ettiklerini anlayamadılar.

 

Kaynak: Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR