İran-Lübnan-Filistin-İsrail hattında meydana gelen askerî ve siyasi gelişmeler bölgenin orta ve uzun vadedeki geleceğine etki edecek niteliktedir. Siyonist soykırımcı İsrail’in devlet dışı aktörlere yönelik sert askerî müdahalesi HAMAS ve Hizbullah komuta kademesinde önemli değişimlere yol açarken Gazze’de süregelen soykırım sürecine Lübnan’da sivillere yönelik İsrail katliamları eklenmiştir. Buna ilaveten sıcak ve hibrit savaşlar üzerinden çok kutuplu bir dünyanın daha hızlı şekillendiği söylenebilir. Uluslararası sistemin derin krizlerle sarsıldığı bir konjonktürde BRICS, ABD hegemonyası temelli bir dünya düzeni karşısında bir platform olarak önem kazandı.
Son BRICS zirvesinde, üye değil, “ortak” kabul edilen Türkiye’nin durumu, şüphe yok ki diğer ülkelerden hayli farklı, çünkü Türkiye, aynı zamanda NATO’ya üye. Çok kutuplu bir dünya düzenini savunan Türkiye dış politikasının BRICS ile ilişkileri geliştirme arzusu anlaşılır bir sonuç ancak BRICS askerî bir ittifak olmasa da başlayan yeni durum, etrafını çatışma alanları ile sarılı Türkiye’yi çok zorlayacağa benziyor. Zira ABD hâlihazırda müttefiklerine kendi pozisyonunu dayatmakta ısrarcı görünüyor. Bu bağlamda uzun zamandır savunma sanayiinde bağımsızlaşma hamlesi başlatan Türkiye’ye TUSAŞ tesislerine yönelik terör saldırısıyla gözdağı verilmeye çalışıldığı söylenebilir. İçeride başta kişi kültüne yaslanan FETÖ ve PKK ile olmak üzere terör örgütleri ve yabancı istihbarat örgütleri eliyle tezgâhlanan operasyonlara karşı mücadele eden Türkiye dış politikada stratejik otonomi ile güçlü, bağımsız ve sınırlarını aşan bir etkinlik üretmeye çalışıyor. Tarihteki gibi her ne şart altında olursa olsun baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara yardıma koşup davalarını savununca, kendisini jeopolitik rekabetin ve güçler dengesinin merkezinde buluyor. Eski düzenin tasfiye edildiği, ancak yeni düzenin tesis edilemediği bu şartlar altında ülkemizde üzülerek belirtelim ki tam anlamıyla bir düzensizlik hâkimdir. Ekranlara yansıyan, sosyal medya mecralarında dolaşan olayların da gösterdiği üzere siyasi, idari, iktisadi ve sosyal hayatta hukuk, teamüller ve gelenekler mevcut çalkantı karşısında güç ve etkilerini kaybetmiştir. Şimdi elzem olan, her bakımdan yeni bir düzenin tesisidir. Sadece hükûmet sistemine odaklanmak doğru değildir, siyasi partiler ve seçim sisteminin, siyasi ve idari teşkilatlanmanın, yasama yürütme yargı organlarının oluşum, yetki ve ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi şarttır.
***
Türkiye’de ve İslâm dünyasında dini anlama ve yaşama konularında önemli problemler var, gelenekten tevarüs edilen şifahi bilgilenme alışkanlığı anlatıcının söylediklerini teşrih masasına yatıracak bir duyarlılığın gelişmesine imkân vermemiştir. Gerek seküler gerekse dindar vaizler bunu bildiği için söylemlerini olabildiğince ağdalı bir dille tezyin etmekte, böylece muhatabını efsunlamayı başarabilmektedir. Türkiye kamuoyunu yıllarca efsunlayan, büyük kalabalıklara vaziyet eden ve nihayetinde uluslararası sistemin taşeronluğuna soyunan Fetullah Gülen gibilerin din dili hâlâ caridir. Dijital kültürün hegemonyası ile birlikte ekran guruları aracılığıyla kamuoyunun duyargaları daha da örseleniyor. Bu durum İslâmî ilimlerde yenileşmeyi gerekli kılmaktadır ancak bu yenilik arayışı, mevcut ilmî ve kültürel birikime karşı bir tepki oluşturmayı değil, ilimlerin insanlığa intikalinde günün şartlarına uyum sağlamayı amaçlamalıdır.
Açıkça söylemeliyiz ki günümüzde içtihadi çabaya kıymet verilmiyor. Dinleyiciye sorumluluk yüklemeyen, bir tür manevi rahatlama seansına dönüşen vaazlar çok ciddi talep görüyor. Vaaza aşina zihinler fikirle karşılaştığında ya onu entelektüel gevezelik diye niteleyip itibarsızlaştırıyor ya da alışageldikleri kafa konforunu bozacağı endişesiyle şüpheyle yaklaşıyor. Tekrar altını çizmek gerekirse esaslı bir fikir diline de ihtiyaç var zira fikir, bilginin organize edilmiş/örgütlenmiş hâlidir. Vaazdan farklı olarak sistemli, bütünlüklü, başı sonu belli, metotlu ve en önemlisi de iç tutarlılığa sahip kendine mahsus kavramları bulunan yapıdır.
Günümüzde İslâm dilinin sorunlarından birisi, Kur’ân’ı Batı kültürünün kavramlarıyla anlamaya çalışmaktır. Hemen belirtelim ki bunların kullanımıyla İslâm’ı sağlıklı bir biçimde anlama imkânımız yoktur. Çünkü bu kavramlar belli paradigmaların araçsal ifadeleridir. Mesela İlahi Kelam’a göre insanilik Avrupa kültürünün hümanizma diye adlandırdığı şeyden farklıdır. Kur’ân’la irtibatlı kişide iman konusunda derin bir anlam oluşur, üstelik bu zihnî olmaktan çok kalbidir ve doğrudan hayata katılma konumundadır. Doğrudan hayata katılma ise özellikle din açısından yegâne hedeftir. Bütün bunlar bizi bir menzilden bir basamak yukarı taşıyacaktır, varacağımız en yüksek menzil ihsandır.
Şu var ki merhametli olmayan, insanı gittikçe daha da merhametli olmaya davet etmeyen bir din yorumu da kimliği ve unvanı ne olursa olsun bir din yorumcusu da övgüye layık değildir. Keza insanda merhameti ikame ve idame ettirmeye vesile olmayan hiçbir aidiyet de övgüye layık değildir. Bilindiği üzere ihtilaf ahlakı, herhangi bir meseleyi farklı biçimlerde anlamanın mümkün olduğunu, bunun insani bir durum olduğunu, farklılıkların ümmet için bir zenginlik ve rahmet yolu olduğunu ifade eder. Şayet Müslümanlar tarih dışına itilmeden var olabilmeyi amaçlıyorlarsa, farklılıklara açık, özgürlükçü, müsamahalı bir ortam inşa ederek ihtilafı rahmete çevirmelidirler. Hedeflenen İslâm birliği ise ancak bu farklılıklara imkân veren özgürlükçü ortamda gelişebilir. Öte yandan Türkiye’de faaliyet gösteren ilahiyat fakültelerinin modern anlamıyla dinle kurulan ‘yeni’ bir din dili biçimi olduğunu söylemek mümkündür. İlahiyat fakülteleri konjonktürün ortaya çıkardığı kurumlar olarak kendi organik şartları içerisinde teşekkül eden modern bir din dilinin ve ihtiyacının göstergesidir. Ayrıca bu dil kamusal ve organik bir din dili olmaktan ziyade devletle kamusal alanda yer alan din dilinin devlet özelinde oluşturulan dengeli bir biçimidir. Netice de bu dil imkân ve zaaflarıyla geçen yüzyılın diliydi, önümüzdeki zamanlarda bu dilin nasıl bir konuma evirileceğini ise büyük ölçüde değişen şartlar belirleyecektir.
Din dilimiz, fikriyatımız ve ilahiyat üzerine konuşmak sadece akademik bir mesele değil, bugünkü ve gelecekteki hayatımız için kritik bir konu, hatta bir ölüm kalım meselesidir. Merhum Mehmet Âkif Âl-i İmrân Suresi 110’uncu ayetinin bir kısmının meâlini şöyle vermiş: “Siz iyiliği emreyler, kötülükten nehyeder, Allah'a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz...” Bu sebeple, üzerimizde büyük bir sorumluluk olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bu sorumluluk sadece dürüst olmak, ailemize ve etrafımıza iyi davranmakla sınırlı değildir; elbette bu da çok önemlidir. Ancak bunun ötesinde sorumluluklarımızın bulunduğunun farkına varmak zorundayız. Müslümanların çağımızdaki dağınıklıklarının giderilmesi için, İslâm milleti, İslâm ülkesi ve İslâm medeniyeti kavramlarının en geniş, en kapsamlı anlamlarıyla işler hâle getirilerek, İslâm Birliği’nin kurulması ideali ruhlarda diriltilmeli ve bu idealin gerçekleştirilmesi için de ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bunun için Mehmet Âkif’in yüzyıl önce yazdığı kitabında idealleştirdiği çerçevede Asım’ın nesline ihtiyaç var. Çünkü kendini, ikbalini, maddiyatı düşünmekten çok milleti, idealleri, beslendiği kaynakları, davayı önemsedikleri için her şeyin en doğrusunu, idealini, ilkelisini, güzelini gerçekleştirmeye çalışır bu nesil. Merhametli, kuşatıcı, birikimli, hassas, geleceği şekillendirmeye yatkın, entelektüel nitelikleri yüksek, mensubiyet bağları güçlü, hakkaniyetli yeni Asım’lar inşallah Türkiye ve İslâm âlemini yeniden ayağa kaldıracak bir nizamın temellerini atacaktır.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
Kaynak: Umran Dergisi