İslam dünyası yaklaşık iki asırdır, sistematik bir çözülme süreciyle karşı karşıya. Bu çözülüş, sadece orduların geri çekilişi, sınırların yeniden çizilmesi veya ekonominin çöküşüyle değil; zihinsel ve ruhsal bir tahribatla birlikte geldi. 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa karşısında ardı ardına yenilgiler almasıyla başlayan bu gerileme, Batı’nın üstünlüğünün tartışmasız kabul edildiği bir teslimiyet psikolojisine dönüştü. İngiltere'nin Hindistan'daki Müslüman nüfusu sindirerek Babür İmparatorluğu'nu ortadan kaldırması (1857), Fransa’nın 1830’da Cezayir’i işgali ve sonrasında Kuzey Afrika’ya yerleşmesi, Batı’nın İslam dünyasında açtığı ilk büyük gediklerdi. Diğer yandan Osmanlı’nın "hasta adam" olarak görülmeye başlandığı bu süreçte, sadece toprak değil, bir medeniyet anlayışı da kaybediliyordu.
Bu zayıflama, İslam toplumlarının içine kapanmasına değil, aksine, yüzeysel bir Batı taklitçiliğine yönelmesine yol açtı. Batı’dan alınan ilham, bilim ve üretim değil; yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıkları oldu. 19. yüzyıldaki Tanzimat reformlarıyla başlayan bu zihinsel yönelim, Cumhuriyet dönemindeki modernleşme çabalarında da sürdü. Ancak Batı’ya benzemek için kendi öz değerlerinden uzaklaşan toplumlar, taklit ettikleri sistemin sadece kabuğunu aldılar. Bugün İslam coğrafyasına baktığımızda, zihinlere kazınmış bir "tüketim cenneti" görüntüsü görüyoruz. Körfez ülkelerinde petrole dayalı zenginlik, halklara refah değil; konfora ve yabancı yatırımcılara bağımlılığı getirdi. Sanayi üretimi neredeyse yok; teknolojik atılımlar ithalata, kültürel üretim ise Batı’nın izni dahilinde ilerliyor. Ümmetin "özne" değil, "izleyici" pozisyonuna itilmesi, bu zihinsel dönüşümün sonucudur.
Bu süreç sadece ekonomik bir bağımlılık doğurmadı. Zamanla oluşan zihinsel ve kültürel kölelik, Müslüman toplumların kendi meselelerini kendi çözümleriyle ele almasını da imkânsız kıldı. Batı’nın Ortadoğu’daki çıkar savaşları, birbiriyle çatışan mezhepler, bölgesel rekabetler ve kukla yöneticiler aracılığıyla şekillendirildi. Sykes-Picot Anlaşması (1916), Osmanlı topraklarının cetvelle bölünmesinin en açık örneğiydi. Arap coğrafyasına suni sınırlar çizildi, etnik ve mezhebi fay hatları derinleştirildi. Bugün Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve Libya’da yaşananlar, o dönemde başlatılan bu mühendisliğin hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Batı'nın desteklediği askeri darbeler ve iç savaşlar; halkların iradesini bastırmak, İslam toplumlarını içten çökertmek için kullanıldı. 1953’te İran Başbakanı Musaddık’ın, petrolü millileştirdiği için CIA destekli bir darbeyle devrilmesi; 1970’te Mısır’da Sadat’ın, Camp David süreciyle İsrail'le yakınlaşması; bu kukla yapıların örnekleridir.
Filistin ise bu emperyal oyunun merkezinde yer aldı. 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Filistin topraklarını Yahudilere vadedince, bölge üzerindeki çatışmanın fitili ateşlendi. 1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte, yüzbinlerce Filistinli topraklarından sürüldü. Nakba, sadece bir demografik trajedi değil; aynı zamanda ümmetin ortak hafızasında silinmez bir kırılmadır. ABD, İngiltere’nin bölgedeki rolünü devraldıktan sonra İsrail’in güvenliğini ve bölgesel üstünlüğünü kendi önceliği hâline getirdi. Özellikle Evanjelist Hristiyanlar ile Siyonist hareketin ideolojik birlikteliği, Ortadoğu’da teolojik hedefler uğruna sürdürülen bir kaosa dönüştü. Bu gruplar, Mesih’in gelişini sağlayacak "büyük savaş" için Kudüs’ün tamamen Yahudi kontrolüne geçmesi gerektiğine inanıyorlar. Bu inanç, sadece metafizik bir beklenti değil, somut siyasi planlara da dönüşmüş durumda.
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali, sadece Saddam Hüseyin’i devirmek için değil; İsrail’in bölgedeki rakiplerini zayıflatmak, İran’ı çevrelemek ve parçalı bir Ortadoğu düzeni kurmak içindi. Bugün Mısır’da otoriter bir rejimin desteklenmesi, Suriye’de çatışmaların sürdürülmesi, Lübnan’da hizipler arası denge oyunu, hep bu stratejinin uzantılarıdır. Bu kargaşa ortamında, İslam toplumlarının çoğu ya sessiz kalmakta ya da Batı’nın çizdiği diplomatik sınırların dışına çıkamamaktadır. Gazze’de İsrail’in sivillere yönelik saldırıları artık bir soykırım boyutuna ulaşmışken, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar sadece kınama metinleri yayınlamakla yetinmektedir.
Milyarlarca Müslüman, hâlâ Ebabil kuşlarını beklerken; Gazze’de bir avuç direnişçi, modern tanklara, insansız hava araçlarına ve abluka koşullarına rağmen insanlık adına bir destan yazıyor. Fakat bu destan, ümmetin kolektif çabasına dönüşmediği sürece, zafer değil yalnızlık getiriyor. Artık ayrılıkları bir kenara bırakmanın, mezhep ve ideoloji duvarlarını yıkmanın zamanı geldi. Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü Haçlılardan geri alırken Türk, Kürt, Arap ayrımı yapmamıştı. O zamanlar olduğu gibi, bugün de aynı bilinç ve aynı kararlılık gerekmektedir. Bugün, annelerin feryatları ve çocukların mezar taşlarındaki yazılar, kulaklarımızda çınlamaya devam ediyor. Artık bombalar, gökten değil; yerin altından, duvarların içinden, sokakların arasından sessizce yağıyor. Zalimler, sadece toprakları işgal etmekle kalmıyor, aynı zamanda vicdanları, umutları ve geleceği hedef alıyor. Bu çağın Firavunları, saraylarını sadece taş ve mermerle değil; medya gücüyle, ekranlardan yayılan propaganda ve sessizlikle inşa ediyorlar.
Eğer Firavun’un zulmü bugün anaların rahmine kadar ulaşmışsa, o hâlde Musa’yı, hiç tereddüt etmeden Firavun’un sarayında aramanın zamanı gelmiştir. Çünkü zulmün en koyu olduğu yerden, hakikatin ışığı en çok parlamalıdır. Bizler, bu zulme karşı durmalı, adaletin ve özgürlüğün savunucusu olmalıyız. Üzerimize serpilmiş olan bu "ölü toprağını" silkelemenin, suskunluğu bozmanın ve yeniden dirilişe yürümenin tam zamanıdır. Tarih, ya hakkın safında direnenleri yazacak, ya da suskun kalıp zulme göz yumanları derin bir sessizlikle gömecek. Bu tarihi sorumluluğun altından kalkmak, şimdi bizim boynumuza düşüyor.
İlahi buyrukta geçen şu sözleri hatırlayalım: "Eğer topluca savaşa katılmazsanız, O sizi acı bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na zerrece bir zarar veremezsiniz. Allah’ınherşeyegücüyeter." (Tevbe9/39). Bu vaadin gerçekleşeceğini ve yerimize başka bir kavmin geleceğini bilerek, uyanmalıyız. Bu ümmetin sorumluluğu, sadece kendi iç mücadelemizle sınırlı değildir; aynı zamanda zulme karşı direnen her halkın yanında olma görevini de yükleniyoruz.