İtalya’da seçimler sona erdi. Merkezinde faşist ideolojiden beslenen, liderliğini bir hanım olan Giorgia Meloni’nin yaptığı İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin yer aldığı sağ bir koalisyon iktidâra geldi. İtalyan solu ise ağır bir mağlûbiyet yaşadı. Avrupa’da en az on devlette aşırı sağın yükselişte olduğu ve bunun, demokratik değerleri ile müftehir olan AB ideali için büyük bir tehlike olduğu ifâde ediliyor. Meloni, İtalya’da sokakta görülebilecek vasat bir İtalyan kadınını temsil ediyor. Yırtıcı, ateşli ve tesirli bir hitâbeti var. II. Genel Savaş hemen sonrasında, 1948’de kurulan faşizmin kalıntılarını temsil eden bir hareket olan İtalyan Sosyal Hareketi’nin içinden geliyor.
Aslında sol ve sağ ayrımı Avrupa analitik düşüncesinin bir hediyesidir. Bu sûretle siyâsal eğilimler kodlanmış olmaktadır. Bu kodlama sâdece Avrupa’da değil, her yerde kabûl görmüştür. Tekmil dünyâda, kendilerini kategorik olarak solcu ve sağcı olarak târif edenler görülür. Sol ve sağ kavramları, çeşitli ideolojilerin konumlanmasını temin eder. Solculuğun içini çeşitli sosyalizmler, sağın içini ise muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçı ideolojiler doldurur. Esâsen, bu ayırımın bir zan mertebesinde kaldığını düşünenlerdenim. Daha yakından bakıldığında, bu ikili ayırımın pratikte hiç de işlemediği hemen fark edilebilir. Nasyonal sosyalizm bunun tipik misâlidir. Nazarî ve analitik olarak, asla bir araya gelemeyeceği düşünülen bir sağ düşünce kodu olarak milliyetçilik ve sol bir düşünce kodu olarak sosyalizm, bu ideolojide bir araya getirilmiştir. Sosyalistler, bunun bir kandırmaca olduğunu, sosyalizme, sola eğilim duyan kitleleri yanıltmak için yapıldığını söyleyedursunlar; gerçek hiç de öyle değildir. Tıpkı bunun gibi, ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı gibi düsturu iddia eden Leninizm üzerinden zâten milliyetçilik ile sosyalist düşünceler, sıkı bir şekilde melezlenmiş, Batı dışı dünyâlarda proletarya sınıfsal somut manâsını kaybetmiş, içinde prekapitalist karmaşık ilişkilerin yüzdüğü proleter uluslar onun yerini almıştır. Bu da, elyevm içinden çıkılmaz sorunları doğurmuştur. Anlamakta uzun bir zaman zorlandığım hususlardan birisi de, bilhassa Marksizm’den beslenen sosyalistlerin, metodları gûya diyalektik olmasına rağmen, tahlillerinin nasıl da bu kadar analitik ayırımların, kamplaşmaların tesirinde kalmış olduğudur. Diyalektik metod, kâğıt üzerindeki, daha doğrusu zihnî dünyâlardaki saf örüntü (pattern) ve ayırımların hayâtta birbirinin içine geçebileceğini imler. Sentezler de bu heterojenleşmeyi işâret eder. Siyâset de bunun hâricinde kalmaz ve mütemâdiyen, zıtlıkların birbirine tahvil olunduğu melezlenmeler ve sentezler üretir. Bu sentezlenmelere popülist sapmalar olarak bakanlar da işte tam da bu noktada kavrayışsızlık gösteriyor.
Vurgulu bir târif yapmam lâzım gelirse, İtalya’daki seçimi “aşırı sağ”ın kazanmış olduğunu söyleyemem. Tam aksine sol kaybetti derim. Bu da bizi solun derin târihinden neşet eden meselelere götürür. Uzun hikâyedir bu. Kendilerini sol olarak târif eden, kodlayan çevrelerin zihin galerilerinde dolaşmayı icâp ettirir. Ama kısaca, belli başlı çizgilerine işâret edeyim. Mesele Marx’ın gûya devrimci fikirlerinin içinde yatan derin muhafazakârlığı değerlendirmekle alâkalıdır. Marx, bilhassa kendisine göre çok küt düşünen Engels’in tesiriyle, kariyerinin belirli bir evresinde katıksız bir Aydınlanmacı kesildi. Bakunin, Proudhon gibilerin safından çekildi. İflâh olmaz bir feodalite düşmanı hâline geldi. Hâlbuki 1844 El Yazmaları’nda feodaliteyi daha insânî bulan cümleleri vardı. Giderek kapitalizmi târihin ileri bir evresi olduğuna hükmetti. Sosyalist toplum, kapitalizmin içinden çıkacaktı. Doğrultusu, kapitalizmin birikimine, üretici güçlerin özgürleştiği sosyalist bir doğrultu kazandırmaktı. Anarşistlerin niyetlerinin tersine iktidârı yıkmak değil, devralıp dönüştürmekten yanaydı. Bakunin gibilere dâir eleştirilerinde basbayağı muhafazakâr bir üslup kullanır. Bir babanın taşkın çocuğu karşısındaki tavrı takınır. Devrimci gözüktüğü nokta ise II.Enternasyonalistler karşısındaki konumudur. Daha sonraki evrelerde kendilerine sosyalist, sosyal demokrat ismini alacak olan II.Enternasyonalciler, iktidâra el koymak değil, ondan işçi sınıfını daha fazla nasiplendirmekten yanaydı. Fark bu kadardı. Bu fark zaman içinde eridi. Bu erimeyi en fazla İtalyan Komünist Partisi’nde görebiliriz. Parti, savaş sonrasında demokratik sisteme yerleşti. 1970’lerde İtalyan Komünist Partisi, 2.5 milyon üyeye sâhip, seçimlerde 9 milyon oy alan güçlü bir partiydi. Liderleri Enrico Berlinguer, Fransa’da 5 milyonluk hatırı sayılır bir desteğe sâhip olan George Marchais’nin başında olduğu Fransız Komünist Partisi ve Franco sonrası ayağa kalkan İspanyol Komünist Partisi ile işbirliği yaparak Eurokomünizm adı altında daha ileri bir uzlaşmaya (târihsel uzlaşma) imza attı. Erime bundan sonra başladı. Târihsel Uzlaşma hayır getirmedi bu üç partiyi de târihten sildi. Sosyalist ve sosyal demokrat partiler, zâten başından beri uzlaşmacı oldukları için kolaylıkla neoliberal dayatmalara teslim oldular. Sınıfsal bakışı terk eden, çevre, cinsiyet, etnik meseleleriyle bagajını yenileyen Yeni Sol ise bilhassa Avrupa’yı sarsan ve büyük rahatsızlıklar doğuran göç dalgaları karşısında tutunumsuz kaldı. Nihâyet Alman Yeşilleri’inde olduğu üzere, kurucu değerlerinin hilâfına, savaş kışkırtıcılığını ve kirli enerji kaynaklarına geri dönüşü destekleyen bir çizgiye savruldu.
Marx ile başlayan bir hatâlar zincirinin serencâmına baktığımda, elbette metodları husûsunda ağır şerhlerim bâkîdir; ama Bakunin ve Stirner gibiler ne kadar haklıymış demekten kendimi alıkoyamıyorum. Kapitalizm her şeyi massetmeye devâm ediyor. Antikapitalist mücâdelelerden sâdece kapitalizmi tahkim eden neticeler doğuyor. İnsanlık iktidârsız bir dünyâyı tahayyül edip tasarımına azmettiği yere kadar yapacak bir şey yok.