Aslında her şey göz göre göre oldu. Putin, her adımını saklamaya gerek duymadığı bir pişkinlikle attı. 21 Şubat’ta ve sonrasında yaptığı açıklamalarda kerameti kendinden menkul bir tarihi söyleme dayandı. Sovyet Birliği döneminin -bilhassa Lenin’in- yanlış politikalarının yapay bir ürünü olan Ukrayna’nın, Nazilerle işbirliği yaptığını ve Rusları soykırıma tabi tuttuğunu belirtti. Ukraynalıların bir ulus ve Ukrayna’nın da bir devlet olma hakkını reddedip bu ülkeye saldırdı.
Ukrayna’nın işgali, Putin’in kaba kuvveti bir norm haline getirme anlayışının bir neticesiydi. Putin, nüfus ve askerî açıdan kendisinden daha zayıf olan bir ülkenin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini ihlal etti. Halkın özgür iradesiyle seçtiği bir yönetimi beğenmedi, Ukraynalılara “Ya bu adamı değiştirirsiniz ya da sizi tankımla, topumla ve askerimle ezerim, siz de bu başınıza geleni hak edersiniz” dedi. Nükleer gücünü alarma geçirdi ve bütün dünyayı da tehdit etti.
Putin, muhtemelen kısa bir sürede hedefine varacağını düşünüyordu. İsmi o coğrafyada yüreklere korku salan ordusunun harekete geçmesiyle, Ukrayna’da halkın sineceğini, Zelenski’nin ülkeyi terk edeceğini ve dünyanın da -daha önce farklı yerlerde olduğu gibi- pek bir tepki göstermeyeceğini, böylece çok patırtı gürültü çıkmadan kendine bağlı bir yönetimi iş başına getireceğini hesaplıyordu.
Telafisi Zor Bir Tahribat
Fakat Moskova’daki bu hesap şaştı; bunun iki nedeni vardı:
Biri, Ukrayna ordusunun ve halkının, Putin’in beklentisinin tersine, kararlılıkla kendi iktidarlarının arkasında durması ve Rus işgaline karşı direnmesiydi. Diğeri ise, Batı’nın Putin’in karşısında kenetlenmesiydi. Rusya’ya bir askeri cevap, yeni bir dünya savaşının kapısını ardına kadar açardı. Batı’nın başından beri böyle geri dönüşsüz bir yola girmeyeceği belliydi. Mevcut durumda Batı, Rusya’yı ancak diplomatik ve ekonomik bir kıskaca alabilirdi, öyle de yaptı ve tahminlerin üstünde bir yaptırım listesini Rusya’nın önüne koydu.
Elbette, gerek Ukraynalıların direnişi ve gerek Batı’nın yaptırımları Rusya’nın ilerlemesini engellemeyebilir. Sahip olduğu askeri güç sayesinde Putin, Ukrayna’nın tamamını işgal edebilir ve Kiev’i kukla bir iktidara teslim edebilir. Lakin gerçekleşse bile bu durum, Rusya için bir zafer niteliği taşımaz. Üç noktaya, bu meyanda, değinilebilir:
İlki, Rusya’nın ağır bir bedel ödeyecek olmasıdır. Dünyadaki finansal sistemin dışına itilmesi, işgali durdurmaya yetmeyebilir ama Rusya’nın işgal için ödeyeceği faturayı kabartır. Batı’nın Ukrayna’ya silah ve insani yardımına hız vermesi de, savaşı Moskova’nın öngördüğünden daha uzun süreli ve daha maliyetli kılar. Yaptırımların zaman içinde çeşitlenmesi, kuvvetlenmesi ve cezalandırıcı bir nitelik kazanmasıyla birlikte, Rusya’nın petrol ve doğalgaz ihracatına yaslanan ekonomik yapısını muhafaza etmesi zorlaşabilir. Rusya, günün sonunda, telafisi zor bir tahribata uğrayabilir.
“Tarihi Rusya’nın Birliği”
İkincisi, Batı’da Rusya karşıtlığının keskinleşmesi ve Rus yayılmacılığına karşı Avrupa güvenliğini merkeze alan bir siyasi yönelişin öne çıkmasıdır. Obama’dan bu yana Batı dünyası, ilgisini Rusya’dan ziyade, Çin ve Doğu Asya’nın üzerine kaydırmıştı. Rusya artık o kadar korkulması gereken bir aktör değildi, asıl tehdit Çin’den kaynaklanıyordu, dolayısıyla ışıldağı Çin’in üzerine tutmak gerekiyordu.
Fakat Ukrayna’nın işgalinin ardından bu okumada bir kırılma yaşandı. Avrupa’da ve Amerika’da, kafasındaki “tarihi Rusya’nın birliğini kurmak” üzere çıktığı yürüyüşe karşı ciddi bir siyaset geliştirmedikçe Putin’in durmayacağı fikri kökleşti. Göz ardı edilerek veya alttan alarak, Putin -bölgedeki başka devletlerin ve hakların aleyhine çıktığı- yolundan alıkonulamazdı. Kimse 1938’de Münih’te Hitler’in yemini yutan Chamberlain ve Daladier’in konumuna düşmemeliydi.
Binaenaleyh, dikkatler tekrardan Rusya’ya yöneldi. Yeni bir stratejik değerlendirme yapıldı, Rusya’ya karşı Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için alınması gereken önlemler, Batı’nın ajandasında ilk sıraya yükseldi. “Uyuyan dev” uyandı; Almanya Şansölyesi Olaf Scholz “Putin, Ukrayna’ya saldırırken sadece bir ülkeyi dünya haritasından silmek istemiyor, Avrupa güvenlik yapısını da yok ediyor. Uçan uçaklara, yelken açan gemilere ve görevleri için en iyi şekilde donatılmış askerlere ihtiyacımız var. Ve bu, Avrupa’daki büyüklüğümüze ve önemimize yakışır olmalı” diyerek, 100 milyar dolarlık özel savunma fonu ilan etti.
Hülasa Avrupa kendini bir artık “tehdit alanı” olarak kodluyor; bu nedenle Almanya’yı diğerleri de takip edecektir. Bu, Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra bütçelerinde silaha daha az pay veren Avrupa ülkelerinde savunma harcamaları artırır, Rusya’ya karşı silahlanma eğilimini güçlendirir. Kısacası, Soğuk Savaş’tan sonra açılan defter de kapanıyor; Avrupa’da güvenliği odağa alan yeni bir defter açılıyor.
Rus Korkusu
Üçüncüsü, nüfus ve toprak olarak küçük olan ülkelerin Rusya gibi bir ülkeyle komşu olması kolay değil. Putin, emperyalist heveslerini açığa vurmaktan imtina etmeyen bir lider; Naziler gibi bir “hayat alanı (lebensraum)” düşüncesi var ve hayat alanı olarak gördüğü her yerde hükümranlık kurmaya gayret ediyor. Çeçenistan, Güney Osetya, Kırım ve Ukrayna hadiseleri ile Finlandiya ve İsveç’e gözdağı verilmesi, dünyanın o coğrafyasındaki “Rus korkusu”nun boş bir korku olmadığını gösterdi.
Ancak, Rusya’nın çıplak gücünü göstermekte çok heveskâr davranmasının ters teptiği söylenebilir. Çünkü bir sorunla karşılaştığında elini hemen silahına atan Rusya ile komşu olmak, diğer devletleri doğal olarak bir arayışa itti. NATO da bu arayışın adresi oldu. İsveç, tarihinde ilk kez savaşan devletlerin birinden yana saf tuttu. İsveç Başbakanı Magdelana Andersson, sorun bütün Avrupa’nın güvenliğini ilgilendirdiği için Ukrayna’ya silah ve insani yardım kararı aldı. Hava sahasını Rus uçaklarına kapatan Finlandiya da can havliyle NATO üyeliği için harekete geçti.
Rusya’nın saldırganlığı, NATO’yu bir cazibe merkezi haline getirdi. NATO’nun bundan sonraki süreçte, etkinliğini iki taraflı olarak artırması beklenebilir: Bir taraftan, Rusya tehdidine karşı, NATO üyeleri bir silahlanma atağı başlatacaklardır. Diğer taraftan ise Gürcistan, Bosna-Hersek ve Kosova gibi eski Doğu Avrupa ülkeleri ile tarafsızlık siyaseti güden İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler, güvenlik şemsiyesine dâhil olmak için NATO’nun kapısını çalacaktır. Hülasa Rusya, Ukrayna’ya saldırarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “beyin ölümü gerçekleşti” dediği NATO’ya bir hayat öpücüğü verdi, NATO üyeliğini kıymete bindirdi.
Rusçada, ayı ile dansa kalkıldığında, dansın ne zaman ve nasıl biteceğini ayının belirleyeceğini anlatan bir atasözü var.
Ancak bu kez dans farklı; ayı, yine yakıp yıkacak ama son kararı onun vereceği şüpheli.
Kaynaak. perspektif.online