2001 yılında, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş çalışmaları yürütülürken; Ankara’da iyi eğitimli, ekonomi bilgisi güçlü ve gelecek vadeden bir isim, partiye katılıp siyasete girmeye ikna edildi. Onu ikna eden isimlerden biri de partiyi kuran hareketin liderlerinden Abdullah Gül’dü.
Bu genç isim kısa süre içinde parti içinde yükselecek, daha 30’lu yaşlarında bakanlık koltuğuna oturacaktı. Hızlı yükseliş hikayesine sahip bu kişi Ali Babacan’dı. Babacan, yıllarca süren bakanlık görevlerinin ardından partisiyle yollarını ayıracak ve son dönemde ise yeni bir parti projesiyle kamuoyunun gündemine gelecekti. Bu yeni projede ise en önemli destekçilerinden biri, yıllar önce siyasete girmesine vesile olan bir isim, Abdullah Gül olacaktı.
Ali Babacan, Ankara’nın Ulus semtindeki ünlü Çıkrıkçılar Yokuşu’nda ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak, 1967’de doğdu. 1985’te TED Ankara Koleji’ni, 1989’da ise ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü birincilikle bitirdi. 1990 yılında Fulbright bursunu kazanarak, Amerika Birleşik Devletleri Northwestern Üniversitesi Kellogg School’da işletme dalında yüksek lisans yaptı.
Yüksek lisans çalışmalarında; pazarlama, organizasyon ve uluslararası iş idaresi dallarında uzmanlaştı. 1992 – 1994 yılları arasında, ABD’de finans sektörünün üst düzey yöneticilerine danışmanlık yapan özel bir şirkette çalıştı. Ankara’ya dönüşünde 1994 – 2002 yılları arasında özel sektörde iş hayatını sürdürdü.
Bir dönem, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e danışmanlık da yaptı. 1995 yılında evlendi. Babası Hilmi Babacan’ın 2002 yılında İhlas Haber Ajansı’na verdiği bir söyleşide anlattığına göre, kız kardeşleri Ali Babacan’ı okuldan arkadaşları Zeynep hanımla tanıştırdı ve evlilik görücü usulüyle yapıldı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulup ülke siyasetine etkili bir giriş yaptığı 2001 yılında o da siyasete girdi. Hilmi Babacan, o söyleşide oğlunun siyasete girmesini ise şu sözlerle anlatıyordu:
“Aslında aileden hiçbirimizin siyasetle ilgisi yoktu. Seçim zamanı gider oyumuzu kullanırdık. Fakat Ali, AK Parti’nin kuruluş aşamasında, parti kurucuları tarafından ısrarla çağırıldı. Biz de düşündük taşındık; ‘Bizim burası küçük bir işletme, burada memlekete, millete, vatana ne derecede bir hizmet olabilir?’ dedik. ‘Ali, Türkiye’yi yönetecek bir mevkide olursa, bu ülke çok şey kazanır.”
Siyasete girmesini sağlayan isimlerden biri de Babacan’ın aile geçmişi ve eğitim hayatı hakkında bilgisi olan Abdullah Gül’dü. Gül, “Dükkanından evine götürdüğü havlunun bile vergisini ödeyen bir kişi.” diye tanımladığı baba Babacan’dan “onay” istedi.
İleride Gül, Babacan’ın siyasete girişiyle ilgili “Kız ister gibi babasından istedim.” diyecekti. Eşi Zeynep Babacan’ın 2003’te Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda anlattığına göre “haftada birkaç gün ilgilenirim diye partiye giren” Babacan kısa süre içinde kendisini tamamen siyasette buldu.
Öyle ki, eşini görememekten yakınan Zeynep Babacan, ileride bu durumdan şikayetçi olup olmadığını sorulduğunda “Görebilsem şikayetçi olacağım.” yanıtı verecekti.
30’larının ortasında ekonominin başına geçti
Kurulduğu yıl, partinin Merkez ve Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Babacan, 17 Ekim 2002’de CBNC-e kanalına verdiği uzun söyleşide, partisinin iktidar olması durumunda uygulamada, ekonomide nelerin görüleceğine dair soruya şu cevabı veriyordu:
“Şimdi burada bizim politikalarımızın çok önemli ana hedefleri var. Mesela birincisi enflasyonu düşürmek ve kalıcı olarak düşürmek. İkincisi; borç dinamiklerinin sürdürülebilirliği ve kamu borç stoğunun GSMH’ye oranının hızla düşürülmesi, yüzde 60’ın altına çekilmesi. Bu çok kritik, Maastricht Kriterleri’nden de bir tanesi ayrıca bu.
“Kamu sektöründeki verimliliğin artırılması. Kamu sektörünün daha verimli hale getirilmesi, burada özelleştirme tabii çok önemli. Ve hükümete güvenin, yönetime olan güvenin tekrar kurulması, tekrar inşaa edilmesi. Bu çok önemli bir süreç. Bizim özellikle farkımızı uygulamada göreceksiniz, verdiğimiz sözün, verdiğimiz taahhütlerin arkasında durmamızla görecek piyasalar.”
Babacan bu mülakattan birkaç hafta sonra, 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili oldu ve yeni hükümette, henüz 30’lu yaşlarının ortasında ekonominin başına geçti. Türkiye, anayasa kitapçığı fırlatma tartışmasının tetiklediği 2001 krizini henüz atlatmıştı ve görev zordu.
Yeni bakan, ANAP-DSP-MHP hükümeti döneminde Kemal Derviş tarafından başlatılan, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) taleplerine paralel ekonomi programını sürdürmeli mi yoksa sürdürmemeli miydi? Her ne kadar ilerideki siyasi söylemlerde tersi yapıldığı iddia edilse de sonunda genel çizgileriyle bu program sürdürüldü.
Öyle ki Kemal Derviş, 2014’te İtalya’da katıldığı bir konferansta, “2002-2007 arasında Ali Babacan yönetimindeki ekonomi kadrosunun para politikasında kurumların özerkliğini koruyan tavrına” övgüler düzecek ve “altın çağ” kavramını kullanacaktı.
Babacan’ın temel ekonomi stratejisi ve eleştiriler
58 ve 59. hükümetlerde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini yürüten Ali Babacan’ın genel olarak neo-liberal anlayışa dayanan ekonomiyle ilgili stratejisi kabaca; kamu üzerindeki borç yükünün asgari düzeye çekilmesi, böylece uzun vadede kamunun borçlanma maliyetlerinin düşürülmesi, özel sektörün ise hem iç hem uluslararası piyasada kredi olanaklarına erişiminin önünün açılması üzerine kuruluydu.
Bu çerçevede özel sektör yatırımları, artan iç talep ve ihracat ile büyüme yakalanacaktı. Bu stratejinin sonunda büyüme hızlandı, kamu borcu azaldı, bütçe açıkları düştü, enflasyon kontrol altına alındı. Bunların ardında da üst üste not artırımları geldi ve Türkiye’nin kredi notu tarihinde ilk kez yatırım yapılabilir seviyeye çıktı.
Yine bu dönem içerisinde kamu maliyesinin kontrol altına alınmasıyla birlikte IMF’ye olan borç kapatıldı. Tüm bunların gerçekleşmesinde, 2008 küresel krizinin ardından dünya genelinde merkez bankalarının faizleri indirip parasal genişlemeye gitmesi de etkili oldu.
Gelişmiş ülkelerde getiri bulamayan yatırımcılar, büyüme potansiyeli olan, öngörülebilir bir ekonomi politikası izleyen dinamik gelişen ülkelere yatırımları artırdığında Türkiye bu ülkeler listesinin üst sıralarında yer alıyordu. Ama bazı uzmanlara göre diğer yandan bu strateji, kredi büyümesini patlatıp bugün yaşanan özel sektör borçluluğu sıkıntılarının da temelini attı.
Eleştirel görüşe göre bu politikalarla 1990’larda ve 2000’li yılların başlarında kamunun üzerinde olan borç yükü ve risk kaybolmadı, sadece özel sektörün ve tüketicilerin sırtına borç olarak bindirildi. Sonuçta da cari açık patladı. Buna paralel olarak da Türkiye ancak yüksek cari açık vererek büyüyebilen bir ülke olarak damgalandı ve o yüzden de hep dış şoklara karşı kırılganlaştı. Ve bunlar son yıllardaki ekonomik sorunların da temelini oluşturdu.
Irak’ın işgali döneminde kredi pazarlığı
Babacan’ın Irak’ın işgali döneminde ABD ile giriştiği kredi pazarlıkları bakanlık geçmişinde önemli bir yer edindi. O dönem AKP hükümetiyle, George W. Bush yönetimi ile pazarlık yapan önemli isimlerden biri dönemin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış iken diğeri ise Babacan’dı.
27 Şubat 2003 tarihinde Sabah gazetesinin ekonomi sayfasının manşetinde yer alan ifade, bu dönemin sembollerinden birine dönüşecekti: “Irak’a İlk bomba düştüğünde 8.5 milyar $ hesaba geçecek.” Haberin girişinde şu ifadeler yer alıyordu: “Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’den sağlanacak savaş yardımının, 8.5 milyar dolarlık bölümünün ‘köprü kredi’ olarak tahsis edileceğini ve harekat başlar başlamaz kullanıma hazır hale geleceğini açıkladı.
“Babacan, Sabah’a yaptığı açıklamada, olası Irak Savaşı’nda Türkiye’nin ekonomik kayıplarının karşılanması için verilecek kredinin, 2004 yılına kadar IMF ile karşılıklı görüş birliği içinde kullanılacağını, 2004’ten sonra IMF gözetimine gerek kalmayacağını, bu noktada ABD’ye yeni bir teklif ilettiklerini söyledi.
“Savaş yardımı, iç ve dış borç ödemelerinde kullanılacak’ diyen Babacan, tezkereye destek istediği milletvekillerine AK Parti Grubu’nda ise ‘ABD’den yardım alamazsak enflasyon artar, döviz dalgalanır ve ekonomik dengeler bozulur. 1992’de yaşadığımız sorunlar yeniden yaşanabilir. Türkiye’nin uluslararası piyasalarda borçlanması zorlaşır’ mesajını verdi.”
Ancak sokaklardan meclise kamuoyunda büyük bir savaş karşıtlığı rüzgarının estiği bu dönemde bazı AKP milletvekilleri ikna olmayıp “evet” oyu kullanmayınca Irak tezkeresi 1 Mart 2003’te TBMM’den geçmedi. Babacan 12 Mayıs 2003’te Hürriyet gazetesinde yayınlanan söyleşinde şaşkınlığını gizlemeyecekti:
“Oylamanın bitiminde Tayyip Bey’le Abdullah Bey arka odaya geçip sayım yaptılar. Geri çıktıklarında Tayyip Bey; ‘Arkadaşlar grubumuz büyük bir çoğunlukla destekliyor. Ben de genel başkanınız olarak hepinizden bu tezkereye ‘evet’ demenizi bekliyorum’ dedi.
“Tezkerenin geçeceğine o kadar inanıyordum ki, aynı gece için sinemaya rezervasyon yaptırmıştım. Tezkerenin geçmemesi elbette Amerikan yönetiminde ciddi bir hayal kırıklığı yarattı.”
13 yıl kesintisiz bakanlık, yurtdışından gelen beğeni
Babacan, devlet bakanlığı görevini yürütürken 2005’te Avrupa Birliği ile müzakereleri yürütmek üzere de baş müzakereci olarak atandı. Hem bakanlık hem baş müzakerecilik görevi nedeniyle bir dönem kamuoyunda “iki şapkalılık” yorumları yapıldı.
2007’de ise Dışişleri Bakanlığı görevine geldi ve bu görevini 2009’a kadar sürdürdü. 2009’da Hazine’den Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirilen Babacan, bu görevi sırasında çevresinde etkili bir ekip oluşturdu. Mehmet Şimşek’in yanı sıra Hazine’de İbrahim Çanakçı, Maliye tarafında da Naci Ağbal ile çalıştı.
Babacan ve çevresindeki ekip yapısal reformları hayata geçirmeye hevesli bir takım olarak görüldü, yabancı yatırımcıların da beğenisini topladı. Babacan, AKP tüzüğünde yer alan üç dönem kuralına takılınca 22., 23. ve 24. dönem milletvekillerinden sonra 7 Haziran 2015 seçimlerinde adaylığını koyamadı.
Ancak 25. dönemde, koalisyon görüşmelerinin başarısız olması ardından TBMM’de erken seçim kararı alınınca 1 Kasım 2015 seçimlerinde yeniden aday olup meclise döndü. 2002-2015 arasında 13 yıl boyunca bakanlık yapan Babacan yurt içinde olduğu kadar yurtdışında da AKP hükümetinin önemli yüzlerinden biri haline geldi.
AB yetkilileriyle yakın ilişki geliştirdi; IMF, Dünya Bankası toplantılarında Türkiye’yi temsil etti; Davos toplantılarında hep ön plandaydı. Amerikan Time dergisi 2012 yılında Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ı “Dünyanın en etkili 100 insanı” listesine koyacaktı.
Babacan’ın ekonomi yaklaşımı konusunda AKP ile net olarak ayrışması 2015’e denk gelse de daha 2010’da bunun emareleri kamuoyunda görülmeye başlamıştı. Babacan’ın Hazine’den Sorumlu Başbakan Yardımcılığı yaptığı dönemde hayata geçirdiği önemli projelerden birisi de Orta Vadeli Programlar hazırlamaktı.
Babacan’ın aklında ‘Önünü gören yatırımcı, yatırımını yapar’ prensibi vardı. Ama o, çok daha uzun vadeli bir öngörülebilirlik gerektiğini düşünüyordu bunun da ancak Mali Kural ile mümkün olabileceğini düşünüyordu. Ona göre artık Türkiye’nin kamu maliyesini kontrol altında tutacak “milli bir çıpaya” ihtiyacı vardı.
Ancak o dönemki Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım gibi ‘yatırımcı bakanlar’ olarak adlandırılan ve kamu yatırımlarının ve de teşvikleriyle özdeşleşmiş isimler bu açılıma karşı çıktı. Erdoğan, Babacan ve ekibi ile Çağlayan ve ekibi arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Zor bir tartışma sürecinin sonunda Erdoğan, kısa vadede büyümeyi yavaşlatabileceği endişesiyle Mali Kural’ı uygulamaktan vazgeçti.
Babacan’ın üzerinde bir yılı aşkın süre çalıştığı ve belki de siyasi kariyerinin en büyük yapısal reformu böylece uygulanmadı. 2011’de genel seçime gidiliyor olması da burada etkili rol oynadı. Babacan sonrasında konuyla ilgili fazla bir yorum yapmadı.
2015’teki kıyısından dönülen ‘Saray krizi’ ve AKP’den uzaklaşma
2015’e gelindiğinde ise o dönem faizlerin düşmesini savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu görüşü benimsemeyen Babacan ile dönemin Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’yı kamuoyu önünde eleştirmeye başladı. Erdoğan 2015 Mart ayı başında Başçı’nın kendisiyle görüşme talebi olduğunu belirttikten sonra, “Çağırıp konuşacağız. Onun bağlı olduğu sayın Bakan’la (Babacan) bunu konuştuk. Ama bakıyorum ki aynı durumdalar. Şimdi burada bu uyarılar yapıldığı halde artık biraz kendine çeki düzen ver” sözlerini kullandı.
İddialara göre o yıl, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda büyük bir krizin ucundan dönüldü. O yıl kredi büyümesi iyice kötü bir hal almış, cari açık zirve yapmış ve Türkiye “kırılgan beşli” olarak anılan ülkeler arasında yerini almıştı. Erdoğan “Faiz düşerse enflasyon düşer” sözlerini her kullandığında Dolar biraz daha yükseliyordu. Merkez Bankası üzerinde faiz indirmesi yönünde sürekli bir baskı kuruluyordu.
Bu dönemde Babacan kampı ile Erdoğan’ın danışmanlarından Yiğit Bulut kampı arasındaki gerilime dair kulis bilgileri basında yazılıp çiziliyordu. Erdoğan’ın ekonoımi danışmanları Yiğit Bulut ve Cemil Ertem, düşük faiz ve kamu harcamaları destekli yüksek büyüme hızı senaryosunu savunurken, Babacan ve ekibi temkinli para politikası, sıkı maliye politikası ve sürdürülebilir büyüme taraftarıydı.
11 Mart 2015 günü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bir brifing düzenlenecekti. Babacan ile Başçı, ekonominin neden sıkı para politikasına ihtiyaç duyduğunu Erdoğan’a anlatacaklardı. Ama iddialara göre Erdoğan gelmeyeceğini söyleyip Bulut ile Ertem’in brifingi dinlemesini söyleyince Babacan Saray’ı terk etmeye çalıştı. Erdoğan’ın brifinge katılacağını söylemesiyle Babacan da kaldı.
Kimi yorumculara göre, “O gün Saray’ı o şekilde terk etseydi, 2001’deki Anayasa kitapçığı krizine benzer bir kriz yaşanabilirdi.” Babacan 1 Kasım 2015’te girdiği mecliste sade bir milletvekili olacak ve giderek partiden uzaklaşacaktı. Babacan’ın 2002 ile 2015 yılları arasındaki tarzı, kimilerince teknokrat tarzı olarak görülüyor.
Bu görüşe göre siyasi polemiklerden mümkün olduğunca uzak duran, basın ve sosyal medyada yoğun olarak yer almayan, yorumlarını ağırlıklı olarak sadece kendi alanında yapan Babacan, bir siyasetçiden çok bir teknokrata benziyordu. Son dönemdeki tavrı da bu görüşü güçlendirdi. Babacan, hükümete ciddi eleştirilerinin olduğu bilinmesine rağmen gözden ırakta olmayı tercih etti.
Öyle ki Twitter’da son mesajını Haziran 2015’te paylaştı ve bir daha hiç tweet atmadı. Babacan’ın tarzı sosyal medyada kimileri tarafından “seviyelilik, soğukkanlılık, temkinlilik, ülkenin çıkarlarını ön plana koyma” gibi kavramlarla özdeşleştirilip beğenilirken kimileri tarafından ise “liderlik vasfından yoksunluk, risk alamamak, gizli gündeme sahip olmak, açıktan eleştiriden çekinmek” gibi kavramlarla eleştirildi.
Yeni parti yolunda
Kamuoyu önündeki uzun süren sessizliğin ardından bu yıl, 8 Temmuz’da Babacan’dan AKP’den istifa açıklaması geldi: “Aklen ve kalben bir ayrışma yaşadım.”
Babacan tam bir ay sonra ise “Türkiye için yeniden düşünülmüş stratejiler, planlar ve programlar gerektiğini ifade etmiştim. Bu çalışmaları arkadaşlarımızla beraber başlatmış bulunmaktayız” açıklamasını yaptı. Babacan 10 Eylül’de Karar gazetesine yaptığı açıklamada net konuştu: “Yıl bitmeden partiyi kuruyoruz.” Babacan yıllar önce siyasete girmesine vesile olan Abdullah Gül’ün desteğini de açıktan dillendirdi.
Babacan şimdi, kimilerine göre “AK Parti’yi sırtından bıçaklayan bir ihanetçi”, kimilerine göre “ülkeyi kurtaracak kahraman”, kimilerine göre ise “Yıllar boyunca AKP’nin tüm politikalarında payı olup şimdi eleştirme hakkı olmayan fırsatçı bir siyasetçi”. Ancak hakkındaki yorumlar ne olursa olsun Babacan’ın, önümüzdeki dönemde Türk siyasetinde en fazla konuşulacak isimlerden biri olacağı kesin.