Ürdün'e Körfez kıskacı mı?

Belli ki İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında imzalanan ve belki de bir süre sonra tüm Arap ülkelerine yayılacak normalleşme operasyonunda Amman yönetimi, ülkenin önemini yitireceğini düşünüyor.

Ürdün

Gazete Duvar'dan İslam Özkan yazdı;

Ürdünlü yetkililer, Kral Abdullah ve üvey kardeşi Prens Hamza bin Hüseyin’in Şerif Hasan bin Zeyd ve diğer bazı arkadaylarıyla birlikte Ürdün’ü istikrarsızlaştırmayı planladığına ilişkin ardı ardına açıklama yaparken Ürdün halkı, an itibarıyla ülkede yaşanan olayların ayrıntılarını öğrenmeyi bekliyor. Ürdün kamuoyunun şu ana kadar emin olduğu tek şey, Prens Hamza’nın diasporadaki Ürdün muhalefetiyle ilişkiye geçmiş olması. Ancak olan bitenin Ürdün devleti nezdinde darbe girişimi olarak değil, ülkenin huzur ve istikrarını bozma girişimi olarak nitelenmesi, meselenin farklı boyutları olabileceğinin bir işareti gibi görünüyor.

Aslında her şey “İsrail” Başbakanı Netanyahu’nun geçtiğimiz 23 Mart’ta, Tel Aviv'le Mekke arasında doğrudan seferler başlatacağına ilişkin açıklamasıyla başladı. Epey bir tantanayla yaptığı açıklamada verdiği “müjde”ye göre, artık “İsrail”in “Müslüman vatandaşları” aracı ülke olmadan, başka mekanlara uğramadan, ceplerinden ekstra para çıkmadan hac ve umre yapmak üzere Mekke’ye gidebileceklerdi. Netanyahu, vatandaşı olan Arapları, yani 1948 Filistinlilerini çok düşünür ya. “Müjde”yi de hemen oracıkta veriverdi.

Netanyahu’nun bu projenin ayrıntılarını netleştirmek için Abu Dabi’ye ziyaret yapabilmesi için uçağının Ürdün hava sahasını kullanması gerekiyordu. Fakat o da ne, özel jetine Ürdün devleti geçiş izni vermedi. Plan suya düşmüştü. Amacı bir taşla iki kuş vurmaktı. Hem seçimler öncesinde BAE ile yapılan normalleşme anlaşmasını siyasî bir şova dönüştürecek hem de anlaşmayı perçinlemiş olacak, dünyaya başarısını ilan edecekti. Buna izin vermeyen Ürdün’ün tablodaki yerine küçük bir çentik atıldı. Ülkedeki birçok insan, son günlerde ülkede yaşananların büyük ölçüde Kral Abdullah’ın bu tutumundan kaynaklandığını düşünüyor.

Peki Ürdün neden böyle yaptı? Her şeyden önce Ürdün, kuruluş felsefesi ve İsrail’in Arap ülkeleriyle normalleşmesine muhalefet etmesi mümkün olmayan bir ülke. Kuruluşundan beri İsrail’le gizli açık ilişkiler vardı, Siyonist entiteyle 1994’te Vadi Araba’da ilk barış anlaşmasını imzaladı. Bütün bunlar Ürdün’ün Trump’ın imzasını taşıyan normalleşme operasyonuna ilkesel bir karşı koyuşunu her halükârda anlamsız kılıyor. Şayet ilkesel bir karşı çıkış yoksa o zaman Ürdün’ün Yüzyıl’ın Anlaşması'yla derdi ne?

Öyle görünüyor ki, İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında imzalanan ve belki de bir süre sonra tüm Arap ülkelerine yayılacak normalleşme operasyonunda Amman yönetimi ülkenin önemini yitireceğini, İsrail’le ilişkileri nedeniyle sahip olduğu eski ayrıcalığını kaybedeceğini, Ürdün’ün Mescid-i Aksa ve Filistin üzerinde sahip olduğu hakların zarar göreceğini düşünüyor. İsrail ile yaşanan gerilimde zurnanın zırt dediği nokta ise Netanyahu’nun, Ürdün Kralı Abdullah’ın Mescid-i Aksa’ya geçen ay yapmayı planladığı ziyaret programını değiştirmesi oldu.

Yeni dönemde ise Biden’ın başkanlık süreciyle birlikte Ürdün’ün eli, Netanyahu ve Körfez ittifakına karşı güçlenmiş görünüyor. Meselenin, Mescid-i Aksa ziyaretin ayrıntılarına dair basit bir İsrail-Ürdün anlaşmazlığı olmadığı açık. Trump'ın başkanlığının dört yıllık dönemindeki bölgesel gerilimler ve çatışmalardan en çok etkilenen Ürdün, şu anda hayatî çıkarlarını korumaya çalışıyor, iç istikrarına, ulusal ve uluslararası itibarına büyük bir meydan okuma oluşturan hamlelerden de oldukça rahatsız. Bunlara son vermek istiyor ama gücü de yetmiyor.

Ürdün’ün Netanyahu’ya karşı bu kararlı politikası kısmen ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin Beyaz Saray'a gelişinden kaynaklanıyor ama Biden’ın iki devletli çözüme bağlılık beyanı ile Ürdün’ün ezelden beri Batı yanlısı tutumunun etkisini de unutmamak lazım. Tabii ayrıca meselenin Netanyahu'nun iyice zıvanadan çıkan küstahlığına ve Ürdün'e yönelik Körfez odaklı dışlama politikalarına sınır çekmenin yanı sıra, Filistin meselesine nihaî çözüm yolu ile ilgili hayatî çıkarlarının sistematik olarak sekteye uğratılmasıyla da yakından alakası var.

Ürdün’ün Körfez ittifakı nezdinde başka “günahlar”ı da var. Yemen'deki savaşta Ürdün de Suudi Arabistan politikalarına açık çek vermeyen Mısır’la paralel bir tutum ortaya koyarken, Katar ile Körfez krizine karşı tarafsız bir duruş sergiledi ve Trump'ın Yüzyıl’ın Planı’nı desteklemeyi reddetti. Bu anlaşma adına, İsrail'in Batı Şeria topraklarını ilhak politikalarını da reddetti.

Amman'ın bu politikalarının bir bedeli olmalıydı. İlk iş olarak Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK), Ürdün'e olağan malî yardımı sağlama taahhüdünden vazgeçti. KİK’in 2011 yılında sunduğu yaklaşık 2,5 milyar dolarlık yardım 2016 yılında sona erdi. Haziran 2018'e kadar, yani başka ülkelere sıçrama ve Körfez ülkelerini etkileme ihtimali bulunan protestolar patlak verene kadar, Körfez ittifakının tutumu bu şekilde sürdü. Ülke sathına yayılmaya başladığında KİK, gösterilerin başlamasından sadece iki hafta sonra kestiği yardımı yeniden başlattı.

Geçtiğimiz yıllarda onurlu ama güçsüz “delikanlı”nın dik durmaya çalışırken yalpalaması gibi mevcut duruşundan geri adım atmamaya çalışsa da, ekonomik sıkıntıları ve 3 milyar dolarlık bütçe açığı onu bazı sınırlı değişiklikler yapmaya zorladı. Bunun üzerine Amman, Körfez ülkelerinin desteğini kazanmak amacıyla gerginliği azaltmak için yeni bir strateji gütme kararı aldı. Bu kararların en göze çarpanı, Temmuz 2020'de "gerekli hukukî prosedürleri yerine getirmediği için" Müslüman Kardeşler'in Ürdün şubesinin kapatılmasıydı. Bunun hemen ardından Amman yönetimi, başlangıcından bu yana aktif olmayan Suudi-Ürdün Yatırım Fonu'nun yeniden faaliyete geçirme kararı aldı.

Yaşanan onca şeye rağmen, Amman’ın Washington’la ekşimtırak ilişkileri Trump döneminde giderek sirkenin ağızda yarattığı lezzet tahribatına benzer bir tat bırakmaya başladı ve Trump’ın son dönemlerinde ilişkiler içgüveysinden epey hallice oldu. Ürdün kuruluşundan bu yana yaşamadığı sıkıntıları ABD ile bu dönem yaşadı. Kral Abdullah'ın 2 Şubat 2017'de ilk görüşmesinden bir gün sonra Trump yönetimi, Batı Şeria'daki İsrail yerleşimlerinin "barışa engel olmadığını" ilan etti. Takip eden dört yıl boyunca, Amman ve Washington arasındaki bâd-ı sabâ, etkiyi azaltmak için araya konan onca dalgakırana rağmen etkisini sürdürmeye devam etti. Kral Abdullah ile Başkan Trump arasındaki doğrudan görüşmeler, Trump'ın İsrailliler ve Körfez'deki müttefikleri ile olan epeyce dalgalı ilişkilerini düzeltmede başarılı olamadı. Tabii bütün bu anlattıklarımız, Ürdün’ün Ilımlı Eksen’den Direniş Ekseni’ne geçtiği gibi algılanmamalı. Ama sonuç itibarıyla her ülkenin kendine göre bir politikası, bir itibarı var. Ne kadar dışa bağımlı olsa da en uysal bir devlet dahi Trump döneminde Arapların ve Filistinlilerin maruz kaldığı muameleye kısık tonda da olsa ses çıkartırdı.

Ürdün’de son yaşanan askerî darbe girişimi öncesi yaşananlar böyle. Böyle bir arka planın ardından ihtilal girişimine çok da şaşırmamalı. Tabii yaşanan gerçekten bir darbe girişimiyse… Öte yandan iyice odaklanılabilirse bu tür süreçlerin uluslararası sistemin işleyişine, ilişkilerine, yerel aktörlere bakışına, onlara nasıl davrandığına ilişkin önemli dersler ve ipuçları çıkarılabilir kanaatindeyim.