Sosyal Dönüşüm ve İki Bakanlık

Dr. Abdülkadir Turan, öteden beri, meb, kültür ve daha sonra kurulan “aile bakanlığı” üzerinden –sağ hükümetlerin kısmi farklı çabalarına rağmen- Müslüman toplumu Batıcılaştırma ameliyesinin sürdürüldüğünü belirtiyor.

Sosyal Dönüşüm ve İki Bakanlık

Sosyal dönüşüm, matematiksel bir işlem değildir ama matematiksel işleme uzak da değildir. Sosyal dönüşüme yönelik politikalar, etkinlikler, toplumda bir şekilde karşılık bulur. Siyasetin seçim zemininde yürütüldüğü ülkelerde ise toplumda karşılık bulan politika ve etkinlikler, nihayetinde geleceğin siyasi yapısını şekillendirir.

Analizimizde bu bağlamda Aile Bakanlığı ve Kültür Turizm Bakanlığının sosyal dönüşüme yansımalarını ele alacağız.

TÜRKİYE’DE BATI’YA DOĞRU SOSYAL DÖNÜŞÜM

Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte Batılılaşma yönünde resmi bir sosyal dönüşüm stratejisi takip edilmiştir. Devletin bütün kurumları o sosyal dönüşüm projesi doğrultusunda seferber edilmiş, geçmişin İslam medeniyeti içinde yetişmiş, dindar insan tipi yerine “modern/çağdaş/Batı görünümlü” bir insan tipinin yetiştirilmesi hedeflenmiştir.

Bu yeni insan tipinde olmayacak özellikler, İslâmî kıyafetler ve namaz kılmak gibi görünüm ve eylemlerle ilgili İslâmî niteliklerdir.

Bu yeni insan tipinden şeklen istenen hâl, kadın erkek farkı gözetilmeden Batılı bir kıyafet ve Batılı bir yüz bakımıdır. Aynı insan tipinden beklenen eylem ise en azından resmî törenlerde ve düğünlerde içki içmektir. O dönemde Batılı bir kıyafet ve yüz bakımı ile içkiden, içkili tören ve ortamlardan uzak duran kimseler, modern sayılmamış, devlet memuru olmaya da layık görülmemiştir.

Bu politikanın bireyleri aşıp bütün topluma yayılması için devletin bütün kurumları eş güdüm içinde çalışmış; yarı sivil kurumlar da aynı yönde rol üstlenmiştir. Ama bu politikanın çekirdek iki kurumu Millî Eğitim Bakanlığı ile Millî Savunma Bakanlığıdır.

Millî Eğitim Bakanlığının çocuk ve genç eğitimi ile Millî Savunma Bakanlığının yetişkin erkeklerden subay ve erat eğitimi, tamamen söz konusu modern insanı hasıl edecek şekilde dizayn edilmiştir.

Bu iki kuruma bütün bakanlıklar memur alımları, iç hizmet kursları ve törenler ile destek vermişler. O dönemde yarı sivil kurumlar niteliğinde olan medya ve sanat kurumları da yayın politikaları ile söz konusu insan tipinin yetişmesinde önemli bir rol üstlenmişlerdir.

Medya ve sanat çevrelerinin; hırsızın dini kıyafetler içinde ise resim ve görüntüsünü boy boy vermesi, çağdaş bir görünüm içinde ise resmini hiç vermemesi, bugün bile rastlanabilen o günlere ait bir tutumdur.

Yine hikâye, roman ve filmlerdeki bütün kötü rollere İslâmî isimlerin verilmesi, buna karşı kötülükle mücadele edenlerin isimlerinin laik çağrışımlı ya da İslam öncesi kültürden alınmış olması da o günlerden gelmedir.

BATI’DAN AYRILMAYA YÖNELİK SOSYAL DÖNÜŞÜM

Resmi sosyal dönüşümde Batı’dan kopmaya yönelik ilk işaretler, en azından güvenlikle ilgili olmayan kurum memurlarının içkili törenlere katılmaya zorlanmaması ile verildi. Bu yöndeki en geç adımlar ise tesettürlü kadınların öğrencilik ve memuriyete kabulleri ile atıldı. Bugün bile kendilerini sistemin sahipleri olarak görenler, o konuda ikna olmuş değillerdir.

Sağ hükümetler, yakın bir döneme kadar hiçbir zaman Millî Savunma Bakanlığında etkili olamadılar. Millî Savunma Bakanları, daima hükümetler ile Genelkurmay arasında bir elçi düzeyinde kaldılar. Bundan dolayı son birkaç yıla kadar genç bir subayın orduda yükselmesi için kendisini bütün dinî değer, görünüm ve eylemlerden soyutlaması, buna karşı Batılı değer, görünüm ve eylemleri özümsemesi şart koşuldu.

Subay için içkili törenlere yatkınlık ve seçeceği eş bir yana anne ve kız kardeşlerinin dahi başının açık olması zorunlu görüldü. Anadolu’da pek çok subay yakını aile, sırf bu endişeyle tesettürle arasına mesafe koydu.

Millî Eğitim Bakanlığına gelince, bakanlığın zihniyet ve faaliyetleri gizli anlaşma maddelerine konu olmuş gibi ultra Batıcı bir zihniyetin eseri yazılı metinlerle sınırlandırıldı. Öyle ki Anayasa ve Milli Eğitim Temel Kanunu; Milli Eğitim maharetiyle, Batı görünümlü olmayan bir insan tipini yetiştirmeyi neredeyse imkânsız hâle getirmiştir.

Buna karşı 1950’li yıllardan bu yana olağanüstü dönemler hariç, bu çok katı Batıcı yazılı mevzuatı dengeleyecek kişiler, bakanlığın başına getirildi. 1950’den sonra bakan yapılan kişilerin en azından dindar dünyayı tanıması önemsendi.  

Buna karşı dindar seçmene seslenen hükümetler, bazı istisnalar dışında, ancak dindar dünyadan haberdar ama günlük yaşamı nispeten modern/liberal simaları Milli Eğitim Bakanı olarak tayin edebilmişlerdir. AK Parti hükümetlerinde dahi, ilk yıllarda bakanlığa açıkça dile getirilen iç dengelerden dolayı Erkan Mumcu, Nimet Çubukçu gibi şahıslar atanmak durumunda kalınmıştır.  

Hükümet, bakanlığın faaliyetlerinin iç ve dış güçler tarafından olağanüstü bir gözetim altında tutulduğunu ve bakanlığın alt yapısını oluşturan müktesebatın da öyle bir gözetime açık olduğunu bilerek hareket etmiştir. Dolayısıyla Millî Eğitim Bakanlığı, sağ veya dindar hükümetlerin istediği sosyal dönüşümü hiçbir zaman güçlüce besleyecek bir kurum olmamıştır.

Yine Diyanet İşleri Başkanlığı, sınırları aşan fedakâr mensupları bir yana bırakılırsa, ilk günden itibaren, toplumu dindarlaştırıcı bir kurum olarak değil, dindar kitleyi modern yapıya adapte edecek ya da en azından modernleşmenin her türünü “hoşgörü” ile karşılayacak bir çizgiye çekmek için çalışmıştır. Bunun için geçmişini kınayıcı ve uzlaşmaya çağıran vaaz ve hutbe dilini incelemek fazlasıyla yeterlidir. Diyanet İşleri, bugün dahi o kalıbı aşmaya çalışırken sert bir tepkiyle karşılaşmaktadır.

AİLE VE KÜLTÜR BAKANLIKLARI

Bu kıskacın aşılmasında istifade edilecek iki kurum, sonradan ihdas edilen, dolayısıyla yazılı mevzuatı dış müdahalenin ötesinde kalan Aile Bakanlığı ve Kültür Bakanlığıydı. Aile Bakanlığı, ancak 2011’de kurulabildi. Bakanlığın sırtına kimi zaman Çalışma Bakanlığının da yükü yüklendi. Ne var ki Aile Bakanlığı’nın istenen sosyal dönüşümde beklenen olumlu rolü oynamaması, iş yükünden kaynaklanmamaktadır. Mesele daha çok zihniyetle ilgilidir.

Bakanlığın özünü oluşturan ve 1989’da Turgut Özal’ın girişimiyle kurulan Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, daha çok nüfus planlaması için çalıştı, aileyi küçültmek için faaliyet gösterdi.  

AK Parti Dönemi’nde 2004’te söz konusu kurum Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğüne dönüştürüldüğünde ise kurum, kendisini daha çok “kadın hakları savunma genel müdürlüğü” gibi gördü. Bu konuda neredeyse Batı’daki, aileye karşı mücadele eden postmodernist/Solcu/Yeşilci çevrelerle yarıştı veya Avrupa Birliği’nin yeni yüzleri olarak onları memnun etmek için koşturdu.

Kurum, 2011’de bakanlığa dönüştükten sonra da aynı çizgiyi inatla sürdürdü. Adı Aile Bakanlığı olmasına rağmen aileyi bir tür sorun yumağı gibi gören, evlenmeyi zorlaştıran, boşanmayı basitleştiren, boşanmış kadının evlenmesini engelleyen politikaların resmi savunucusu pozisyonunda durdu.

Bakanlığa atanan isimler, bu zihniyeti sivil toplum kuruluşu adı altında sürdüren yapılardan seçildi. Bakanlığın politikalarına yönelik en sıradan bir eleştiri dahi hem bakanlar hem bakanlığı destekleyen sivil yapılar tarafından tek kelimeyle nefret ve öfkeyle karşılandı.

Bakanlık, teorik ve pratiğinde post modernist bir anlayışıyla Avrupa’nın adeta Yeşillerine yakın dururken kendisini bu konuda eleştirenleri, imalarla çağdışı ilan etti. Bu konuda Solcu ve Kemalist çevrelerin söylemlerini tekrarlayıp dindar kesimi incitmekte sakınca görmedi. Uç Sol çevrelerin her tür eleştirisini ise hem söylemi ile destekledi hem o eleştirilere mahkemelerde bizzat müdahil olarak sahip çıktı.

Aile Bakanlığı, evlilik yaşının yükseltilerek evliliğin geciktirilmesini, evinde sorun yaşayan kadının bir gözünün, nitelikleri topluma hep kapalı kalan, gizemli sığınma evlerine bakmasını özgürlükle ilişkilendirdi. Boşanmış kadınların yeniden aile kurmasını engelleyen, kadına ömür boyu nafaka verilmesini fanatikçe savundu. İstanbul Sözleşmesi’ne en uç Sol yapılarla birlikte sahip çıktı. “Kadının beyanı esastır” gibi ailenin dengesini alt üst eden ve aileyi sürekli dış müdahalelere açık tutan yasa maddelerine tartışmasız arka çıktı. Açık saçıklıkla ilgili eleştirilerde dahi sınırsız bir post modern tutum içinde bulundu.

Bakanlık, buna karşı özellikle gündüz kuşağı programları üzerinden her gün rencide edilen tesettürlü kadına yönelik hiçbir olumlu adım atmadı, aksine o programları dolaylı da olsa destekledi. Sokak kadınları, başlarına bir bez bağlanarak ekranlara çıkarılıp onların esfel yaşamı, tesettürlü bir kadının yaşamı gibi günlerce ekranlarda sergilendi. Tesettürlü kadın, İslamofobik yaklaşımlarla paralel bir şekilde suç şebekeleri içinde tanımlandı.

Bakanlık, kadınların önemli bir kesimini oluşturan tesettürlü kadınları böyle rencide edemezsiniz, diye bir beyanatta dahi bulunmadı. Aksine o programların sunucularını takdir eti, onların işlerini kolaylaştırdı, uzmanları üzerinden bizzat programlara katkı verdi.

Tesettürlü kadına yönelik kurumsal baskılar, özellikle özel kuruluşlardaki ötekileştirmeler Aile Bakanlığının dikkatini çekmediği gibi Bakanlık, “tesettürlü kadın” diye bir kadın sınıfını adeta hiç tanımadı. Tesettürlü kadının psikolojisi ile hiç ilgilenmedi. “Acaba bir kız çocuğu tesettüre bürünme noktasında aile baskısından şikâyet ediyor mu?” diye sürekli kulak kabarttı, bilgi topladı. Buna karşı “Acaba bazı kız çocukları veya kadınlar tesettüre büründüler diye baskıya uğradılar mı?” diye bir gündeme hiç sahip olmadı. Farklı ortamlarda baskıya, hakarete uğrayan tesettürlü kadınları destekleyecek bir yapı oluşturmanın sözünü bile etmedi.

Bu ultra modernist tutum değil de nedir? Ama Bakanlık burada da durmadı. Son dönemde cılız eşcinsellik karşıtı faaliyetleri dahi nefret söylemi içinde değerlendirdi. Batı’nın aileyi dağıtan postmodernistlerinin bundan daha aşırı bir söylemi var mı acaba?

Kültür Bakanlığına gelince zaman zaman Turizm Bakanlığı ile birleştirilen bu bakanlık da Özal günleri dışında, açıkça “Sol Sanat Çevrelerini Besleyip Siyasi Şerlerinden Korunma Bakanlığı” gibi çalıştı. Bakanlığın başına bir dönem Ertuğrul Günay gibi bir eski tüfek Solcu ve bugünün liberali getirildi.

Günay, bu görevi sekiz yıl boyunca sürdürdü ki bakanlıkla özdeşleşti ve hâlâ pek çok kişi Kültür Bakanı deyince onu hatırlamaktadır. Kendisinden önce ve sonra ise Ömer Çelik, Atilla Koç, Erkan Mumcu gibi renksiz sağcı isimler bakanlığın başına atandılar.

Bakanlık, Kütüphanecilik alanında Türkiye’yi yeni bir aşamaya taşırken sinema, tiyatro, müzik ve televizyonculuk alanında Aile Bakanlığının ultra modernist ve postmodernist yaklaşımıyla hep paralel çalıştı.

Keşke imkân olsa da Kültür Bakanlığından bir kasabanın bütçesi kadar doğrudan veya dolaylı ekonomik katkı alan sözde sanatçılardan kaçının Gezi Olaylarına bizzat katıldığı ya da açıktan destek verdiği ispatlansa…

Sadece öyle bir liste dahi bakanlığın ne tür bir sosyal dönüşümün arkasında yer aldığı anlaşılacaktır. Devlet Tiyatrolarında ustalaşan bu tipler, teşhir ettikleri günlük yaşamları ile aile kurumunu tahrip ederken oradan dizi oyunculuğuna geçtiler. TRT’nin harcadığı devasa bütçelerle çevrilen dizilerde oynayıp postmodernist/Solcu/Yeşilci bir sosyal dönüşümü söz ve eylemleri ile desteklediler.

Bu tablo karşısında toplumun bir kesimi, hâlâ resmi sosyal dönüşüme karşı kendisini koruyorsa bu kesimi kahraman olarak görmek gerek. Zira ulus devlet yapılarında resmi politikalar karışında kendini korumak imkânsız gibi addedilir daha doğrusu sistem o şekilde dizayn edilir.

Bugün için üzerinde durulabilecek bir husus ise bu resmi postmodern/Solcu/Yeşilci sosyal dönüşüm dayatmasının Türkiye siyasetine nasıl yansıyacağıdır?

“X, Y, Z” gibi alfabenin son harfleriyle etiketlenen genç kuşakların muhafazakâr (?) partilere oy vermek istemediğine dair tespitler vardır.
Bunu çoğumuz, sosyal medya ile açıklıyoruz. Sosyal medyanın takipçiler açısından “sosyal” olsa da yani halka açık ise de zihniyet açısından hiç de “sosyal olmadığı” yani halka açık olmadığı malumdur.

Sosyal medya, halka seslenme bakımından sosyal ama zihniyet bakımından özel, dar bir kesime ait bir küresel ve “küreselci” iletişim yapılanmasıdır. Elbette ait olduğu o dar kesime hizmet etme yönünde işletilecektir. Onların da postmodern/Solcu/Yeşilci bir sosyal dönüşümü destekledikleri malumdur.

Burada sorun, Aile ve Kültür Bakanlığı gibi millî değerleri korumakla görevli resmî kurumların bu küreselci yapılarla paralel çalışmasıdır. Aileyi ve yeni nesilleri korumakla görevli, bu kurumların aileyi yıkıcı ve nesilleri darmadağın eden söylemlerin yanında yer almalarıdır.

Bunun neticeleri elbette olacaktır.