Siyasette iki bloklu istismar

Mehmet Nuri ÖZDEMİR'in Yazısı; 2000’li yılların başında tam da bekledikleri an gelmişti. Muhafazakarlar göreve çağrıldılar.

Siyasette iki bloklu istismar

2002 seçimlerinde Evren’nin mirası olan yüzde on barajından dolayı sadece AKP ve CHP barajı geçti. Bu yazının iddiası, 2002 seçimlerinde sadece iki partinin meclise girmesini, salt “baraj” olgusuna indirgenemeyeceğini ve bunun “sistemsel bir tercih” olduğuna kanaat getirerek gelinen aşama itibariyle bu tezin sürdürülemez hale geldiğini savunmaktadır. 2002 genel seçimlerinde verilen oyların yüzde 46.33'ü mecliste temsil edilememesi, Erdoğan'ın Siirt'en seçilmesinin önü açılması gibi bir çok detay seçimlerin sadece barajla sınırlı tutularak açıklanamayacağını gösteriyor. Bu tartışma Türkiye siyasi tarihinin iki tarihsel bloğunu 2002’den beri temsil eden AKP ve CHP’nin birkaç yıldır “cumhur” ve “millet” ittifakı formu ile sürdürülmesini 18 yıllık politikalar, yaklaşımlar ve tutumlar referans alınarak yapılacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş itibariyle siyasal ve toplumsal kurumsallaşmasını iki tarihsel dinamik üzerine inşa etti. Bu kurucu yapısallık toplumu “modern-laik” ya da  “geleneksel- muhafazakar” bloklardan birini tercih etmeye zorladı. Kimi farklılıkları olmakla birlikte her iki bloğun ortak noktası her zaman ulus devlet tezi üzerine kurulu “Türklük” ve “Müslümanlık” kimlikleriydi. Sistemin manivelası olan bu tarihsel dinamikler Türk siyasal yaşamında dönemsel olarak isimleri değişse de ideolojik bağlantıları ve parti programları bakımından birine benzer partilerle temsil edildiler. İkili partiye dayalı sistem, birkaç kez radikal krizler yaşamış ama müesses nizam tarafından her iki kutuptaki temsilciler  meşru sayılarak kabul görmüştür. 

İki bloğa dahil olmayanlar ise şeytanlaştırılmış ve  sistem tarafından “düşman”,"terörist", "vatan haini" olarak siyaset dışı terimlerle etiketlenmişler. Bu kesimler günümüz siyaseti açısından bugün HDP’de bir araya gelmiş olan Kürtler, sosyalistler, kadınlar ve ezilen tüm etnik ve dini kimliklerdir. Bu politik hat, aktüel siyasette iki tarihsel blok arasında tercih yapmaya zorlanan topluma yeni bir nefes borusu açarak kendini 3. Yol siyaseti olarak tarif ediyor. Radikal söylemlerle siyaset dışı tutulan 3. Yol bileşenleri, cumhuriyet tarihi boyunca ikili sisteme dahil olmayı red etmenin bedelini ağır ödedi. Bu kesimlerin en ufak itirazlarına sert ve katı bir şekilde cevap verildi. Yaşanan travmatik durum bugün hala dün yaşanmış gibi tüm çıplaklığıyla bu kesimlerin hafızalarındaki yerini koruyor. 

2002 KASIM SEÇİMLERİ: SİYASAL ALANA ATAMA 

Bu bölümde tarihsel ve sistemsel olarak kutuplaşmanın arka planına bakarak yukarıda iddia ettiğimiz tezi biraz daha temellendirerek devam edeceğiz. 90’lı yılların başında başlayan ve ülkeyi tam bir kaosun içine sürükleyen uzun süreli koalisyon hükümetleri sistemi çoklu krizlerin içine sürüklemişti. Üst üste gelen darbeler ve koalisyon hükümetleri ile demokrasiye geçişi beceremeyen devlet, 2002 seçimlerinde tarihsel-hegemonik iki bloğu sistemi krizden kurtarmaları için görevlendirdi. Sistemi kuşatabilecek "Kürt-Türk" ya da sınıfsal ayrışmaların olabileceği "burjuva- proletarya" gerilimini de dağıtabilecek laik-dindar kutuplaşmasının sistemin selameti açısından daha iyi olabileceğine karar verilmişti. Sonuçta yapay gerilimler inşa etmek tüm modern ulus devletlerin yaptığı bir şeydir ve etkileyici bir hikayedir. Kuşatma altındayız! Kimi zaman din, kimi zaman devlet elden gider? İkisini de organize eden aynı tayfadır ama. 

Kutbun modern tarafını temsil eden CHP, AKP’ye karşı stratejisini “ulusal-laik” tezlerin üzerine kurup sosyolojik olarak demokrat, orta-üst sınıf ve kentli-beyaz tabanı temsil edecekti. Geçmişten beri CHP ile temsil edilen modern kesimler kendilerini sistemin kurucusu olarak gördükleri için her zaman merkezde kendilerine ait bir kredi vardı. Bunun yanı sıra seküler, aydın ve sosyal demokrat Kürtler’e de minik bir gedik açılmıştı. Modern cumhuriyetin İslamcıların eliyle kuşatıldığı ve rejimin elden gideceği propagandası yeni bir gerilimin kaynağı olmak zorundaydı. CHP, 2002 seçimlerinden sonra geleneksel tezlerinden yola çıkarak cumhuriyetin bekçisi olarak gördüğü ordu ile dirsek teması içinde devletin asıl sahibi modunda kalmaya devam etti. Onlar için partinin iç dinamiklerine, sivil ve demokratik topluma değil orduya güvenmek her zaman daha revaçta olan bir yoldu. 

Böylece CHP militarist nostaljinin sırtında kamburlaştığını öngöremedi ya da görmek istemedi. Kurucu parti rolünü her defasında hatırlatması klasik anlamda bir parti propagandası olmaktan öte orduyu arkasına alarak muhafazakarları hizada tutmaya bir göndermeydi. Geleneksel kodlarla siyaset yapmakta ısrar ettikçe muhafazakarlar, ordu karşıtı liberaller, kimi sosyal demokratlar ve bazı Kürdi kesimler için AKP, geleneksel devlet karşısında kurtarıcı gibi görünmeye başlandı. Bunlara ek olarak Anadolu’da büyük bir yoksul kesimin AKP’ye kayması CHP’nin sosyal demokrat kimliğini arşive kaldırarak salt kurucu parti olmanın verdiği olanaklardan büyük bir siyasal haz almasını engelleyemedi. 

Kutbun geleneksel tarafını temsil eden AKP’nin payına ise çevrede yaşayan dindar, küçük ve boy işletme sahipleri, muhafazakar kimi Kürtler ve ordu karşıtı liberaller düşmüştü. AKP’ye göre  “Devlet tepeden topluma bakıyordu. Anadolu ve taşra ihmal edilmişti. CHP Kürtleri Dersim’de katletmişti. Ülkenin bir an önce yönünü AB’ye çevirip “ileri demokrasiyi” savunması tek kurtuluş yoluydu. AKP ile şuan temsil edilen muhafazakarlar Türk siyasal tarihinde sistemin merkezini değil çevresini koruyup kollamakla yetkilendirilmişti. Zaman zaman çıkarılan suni gerilimler dışında zaten genel itibariyle bu kesimler her zaman sistemin içinde tutulmuştur. Demokrasinin ayaklar altına alındığı, insan haklarının askıya alındığı ve büyük zulümlerin yapıldığı dönemlerde, itaatkar tutumundan taviz vermemiş ve hep çeşitli hesapların içinde olmuşlardır. Bazen bununla da sınırlı kalmamış, hak ve hukuk arayan muhalifler üzerinde baskı kurmak ve onlara saldırmak için sistemin “taarruz gücü” olarak yedekte bekletilmiştir. Zamanı geldiğinde acil kodla çağrılacaklarını bilmenin bahtiyarlığıyla itaatkar bir şekilde o günü beklediler. 

İşte 2000’li yılların başında tam da bekledikleri an gelmişti. Muhafazakarlar göreve çağrıldılar. Fakat onları denetlemek için cumhuriyetin kurucusu olan modernler eşliğinde. Ne tesadüf değil mi ama?  Bu şekilde kurgulanan siyasal alan başka siyasal çizgilere de gerek duymayacaktı. Geriye kalan kesimler zaten sistem dışı illegal unsurlardı ve bunlarla devlet her türlü mücadeleyi göze almıştı. İki parti kimlere yetmezdi ki! İrili ufaklı diğer partilerle birlikte 3.yol bileşenleri de siyasetin dışına itilerek çoğulcu ve demokratik sistem askıya alındı. Devlet bu strateji ile ülkenin temel meselelerini “koalisyonsuz bir hükümet ve rakipsiz bir muhalefet” ile çözmeyi ve krizi bu şekilde atlatmayı amaçlamıştı. Fakat görünen o ki ne CHP ne de AKP sistemin kurguladığı ayarları tutturamadı ve gelinen aşamada sistemsel kriz gittikçe büyümektedir. 

İKİ KUTBUN ELEŞTİRİLMEZLİĞİ

AKP ve CHP'de şeklini alan iki tarihsel bloğun neden olduğu toplumsal yarılma ağır bir hal aldığına her gün tanıklık ediyoruz. Bu yarılma ülkeyi “kapalı bir topluma” doğru sürüklüyor. Kapalı toplumların temel karakteri eleştiri kültürünün ortadan kalkmasıdır. Türkiye toplumu da kutuplaşmadan kaynaklı artık eleştirinin yapılamadığı kapalı bir toplum haline geldi.  Kitlelerin siyasal davranışına baktığımızda bunu kolayca görebiliriz. Herkes kendine yakın gördüğü partinin her şeyi doğru yaptığına inanıyor ve hatalarını görmezden geliyor. Onlar için partinin görüşleri her zaman doğrudur. İnandıkları partinin doğruları dışında kalan bütün doğrular yamuktur. Rakip olarak gördükleri partinin politikalarını ise toplum yararına olsa bile red ederler. Hal böyle olunca kaba karşıtlık üzerine kurulan siyaset miyoplaşıyor. Kendi hatalarıyla yüzleşmekten kaçınan ve sadece karşı tarafı alt etmeye odaklanan bu körleşmiş akıl, toplumsal sorunları çözümsüz bırakıyor. Böylece asıl konuşulması gereken "toplumsal gerçeklik" yerini yapay gündemlere bırakıyor. İstenilen tam da budur. 

Eleştirinin ortadan kalkması iktidarın tüm toplumun üzerinde gezdirdiği korku stratejisi ile doğrudan bağlantılı bir durumdur. İktidarın tehditlerinden dolayı insanlar kendilerini bağlayan hiçbir şeyi eleştiremez hale geldi. İktidardaki parti kendini “devlet” yerine koyarak “partiye” yapılan her eleştiriyi absürt bir şekilde kendilerine değil de devlete yapılmış gibi lanse etmeyi başarıyor ve eleştirenleri “vatan hainliği” ya da “terörizm” gibi makro suçlar kapsamında değerlendirip hemen yasalarla cezalandırma yoluna başvuruyor. Türk siyasetinin devletçi karakterinin bir sonucu olan “devlete eleştiri yapılmaz itaat edilir” geleneği, muhalefetteki partilerin yapacakları eleştirel sınırları çizer ve istikamet bu temel teze göre belirlenir. CHP’nin 18 yıllık AKP iktidarına karşı yaptığı muhalefet de bu tezi esas alarak yol aldı. CHP siyasi tarihiyle bu stratejiye öncülük etmiştir. 

AKP'nin şimdiki devletçi tutumu bu stratejiyle tıpa tıp örtüşmektedir. Burada araya işin sosu olarak katılmış ve sadece söylemlerle sınırlı tutulmuş “İslamcı” detayı saymazsak, siyasette kullandıkları dil, yöntem ve pratikler bakımından muazzam bir benzerliğin olduğu görülecektir. Bu bağlamda AKP'nin iktidara geldikten kısa bir süre sonra “siyasi parti” olma özelliğini askıya alarak “devletçi parti” stratejisinin muhafazakar versiyonu olarak sabitlenmesi MHP’nin değil CHP’nin başarısıdır. CHP, AKP’yi iktidarda tutarak klasik ulusalcı ve devletçi formun sınırlarında dizginlemiştir. AKP, CHP’nin izlediği yolu takip etmektedir ve CHP bundan pek memnundur. Memnuniyetinin kaynağı, iktidarın eleştirilemez ve dokunulmaz oluşunun muhalefetin de nemalandığı bir yatırıma dönüşmesinde aranmalıdır. 

İktidarın korku stratejisi devletçi ve kurtarıcı parti formuyla buluşunca bir kutsallık kazanmış oluyor ve eleştirilmiyor. İktidar dururken "muhalefeti eleştirmek ise bir haksızlık hatta bazı radikal kesimlerce iktidarın ekmeğine yağ sürmek" olarak değerlendirilip eleştiri yapmak isteyeni tamamen susturuyor. Muhteşem bir oyunun tam olarak neresinde olduğumuz bu şekilde muğlaklaşıyor. Ama iktidarın başarılı bir şekilde kurguladığı “algı oluşturma” pratiğinin muhalefete de bulaştığını görebiliyoruz. Sürekli birbirine benzemeye çalışarak ilerlemek sanırım onlar için güvenli bir yol oluyor. Muhalefet de tıpkı iktidar gibi “algı” inşa ederek yol alıyor. İktidarın baskı ve otoritesine sürekli maruz kalma görüntüsü vererek mağduriyet ve çaresizliğini, değiştirememenin gerekçesi haline getiriyor ve bu algıyı besleyerek toplumda oluşan "insani duygu ve ahlaki durumdan" kaynaklı eleştirilmeme hakkını kazanmış oluyor. İktidarın nasıl ki kendisine has bir istismar biçimi varsa muhalefetin de aynı şekilde konumunu istismar eden gerçekliklerle karşı karşıyayız. Böylece ne iktidarı ne de muhalefeti eleştiremez hale geliyoruz. 

Bunun diğer adı toplumun siyaseten tasfiye edilmesi ve toplumsal kaderin devletin onay verdiği bir grup elitin insafına bırakılmasıdır. Bu durum toplumsal sorunları çözmekle yükümlü demokratik siyasetin başka bir forma dönüşerek iktidar ve muhalefet eliyle devletçi tezler üzerine kurguladıkları mağduriyet oyununa evrilmesidir. Bu oyun büyük bir ustalıkla AKP ve CHP tarafından uzun süreden beri sahneleniyor. Buradan hareketle iki blok üzerine kurulan kutuplaşmanın sistemsel bir inşa olduğu daha  da şeffalaşmış oluyor. Güncel siyaset sadece bu kutuplaşmayı perdeleme görevi görüyor. Kutuplaşma taktikleri gerçekmiş gibi algılanıyor. Oysa böyle değildir. Ulus devlet nasıl bir inşa ise devletçi partilerin kutuplaşması da alt düzeyde bu inşanın iki blok tarafından kurgulanmak suretiyle politikleştirilmesidir. Bu durum, toplumu ortadan kaldırarak sadece devletçi tezler lehine bir sonuç yaratırken orta ve uzun vadede tüm yerel ve evrensel demokratik değerlerin altını oyarak “partizancılığa” ve totaliter rejimlere doğru demokratik toplumun aleyhine giden negatif bir değişim riski barındırıyor.  Monarşilere, patriyarkal siyasete kafa tutarak kurulan cumhuriyet rejiminin güzergahı bu iki bloğun dogmatik aklının konsensüsüyle büyük bir belirsizliğe doğru gitmektedir.

İKİ KUTBUN ELEŞTİRİSİ

Yukarıdaki bölümde kutuplaşmanın toplumsal ve siyasal eleştiri kültürünü ortadan kaldırarak ülkeyi kapalı topluma doğru sürüklediğini izah etmeye çalıştık. İki bloğun siyaset, eleştiri ve muhalefet yapma biçimlerine bakınca iktidarın ömrü uzadıkça 2002’den beri devam eden kutuplaşmanın sistem tarafından inşa edildiği şüphesi daha gerçekçi bir boyut kazanıyor. 2002 seçimlerinde rejimin temel krizlerini aşması için bu iki bloğun kaldıraç rolü gördüğünü söylemiştik. Peki iki blok hangi sistemi ayakta tuttular? Şuan çağdaş dünya açısından Türkiye’de yönü, doğrultusu ve iddiaları olan bir sistem var mıdır? CHP 18 yıldır ana muhalefet koltuğunu korumayı başardı. Peki gerçekte bir başarı var mı ve ne pahasına? CHP 18 yıllık muhalefetiyle cumhuriyetin hangi değerlerini koruyabildi? Cumhuriyet rejimlerinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve halk egemenliği gibi ilkelerin tümü bugün Türkiye’de askıya alınmış. Çoğulcu seçimlere gölge düşürülmesi, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, demokratik rejimlerin olmazsa olmazlarından biri olan yerel yönetimlerin merkezileştirilmesi gibi iktidarın antidemokratik heveslerine karşı CHP’nin payı korkunçtur. 

Bugün eğer demokrasi, halk egemenliği, laiklik, hukuk ve sosyal devlet gibi demokratik toplumun temel mekanizmaları olarak görülen yapısallıklar iktidarın keyfiyetine dönüşmüşse, insanlar küçük bir eleştiri yaptıklarında AKP’nin şiddetine ve baskıcı politikasına maruz kalıyorsa, bir twit nedeniyle gazeteciler hapse atılıyorsa  bunun temel sebeplerinden birisi CHP’nin hukuku, demokrasiyi, cumhuriyeti, halk egemenliğini, evrensel insan haklarını “–mış “gibi savunması ve geleneksel rollerinden sıyrılamaması, aklının bir yerinde modern ve çağdaş halk iradesi yerine hala “geleneksel ordu seviciliğini” tutması ve bundan kurtulamamasıdır. AKP’nin darbe paniğiyle tüm muhalifler üzerinde otoriterleşmeyi derinleştirmesinin altında yine CHP’nin demokrasiyi savunmak yerine hala aklının bir köşesinde bekletilen ordu seviciliği yatmaktadır. 

Siyasette uzun süreden beri dönüşümün olmaması ve siyasal değişimin adeta donmasının kaynağı bu muhalefet biçiminde aranmalı. Muhafazakar ve neoliberal iktidarın ömrünü uzatması ve demokrasinin günden güne yozlaşması bu muhalefet tarzıyla yakından bağlantılıdır. CHP kapsayıcı olsun, herkesi temsil etsin deniliyor bazen. Kürtler, ezilenler, sömürülenler, işçiler, yoksullar ve daha sayamayacağımız birçok kesim (her gün AKP’nin çıplak şiddetine maruz kalanlar) CHP’nin neyine güvensinler? Toplum adına hangi muhalefeti yaparak hangi konuda bugüne kadar AKP’yi durdurabildiler? Uzun süreden beri siyaseti ve muhalefeti sayısal çoğunluğa indirgeyip “ ne yapsak ta onlar bizden sayıca çok oldukları için tüm kararları alıyorlar” algısı ile muhalefet yapıyorlar. 

AKP ise geleneksel devlet partisinin bu stratejisi karşısında devletten tokat yiyeceğine devletleşip tokat atmayı tercih etti.  AKP’liler düne kadar devletin kendilerine yaptıklarını unutup devletleşerek bu şekilde yaşadıkları “suni travmayı” bastırdılar. Ezilirken demokrat olmak, halkçı olmak ya da ezilenden yana olmak çok basit tabi. Önemli olan iktidardayken “demokrat” kalabilmek. AKP, halefi olduğu Demokrat Parti ile Adalet Partisinin yaptığı tarihsel hataların aynısını tekrarladı.  Her üç parti de iktidara gelmeden önce demokrasi, hukuk ve adaletin yokluğundan yakınırken iktidara geldikten sonra kendilerini de koruyabilecek bu yapısallıkları askıya aldılar. AKP de bu partilerin yaptıkları gibi demokrasiye, hukuka ve evrensel haklara değil güce inandı. Tek başına “güç” ile hareket eden yapılar bir süre sonra eğer demokratik kurumsallaşmaları inşa edemezlerse güç zehirlemesi yaşamaları kaçınılmazdır. Sadece güç ile hareket etmesi AKP’yi durması gereken yerden başka yere kaydırarak demokrasinin diğer paydaşları ile paylaşması gereken yetkileri görgüsüz bir şekilde kendinde tutmalarına neden oldu. Bu şekilde devletleşti. AKP tarihe dönüp bakarsa otoriterleşen hiçbir siyasi iktidarın kendini dönüştürmediği sürece ayakta kalamayacağının binlerce örneği ile karşı karşıya gelecektir. 

KİMSENİN YÜZLEŞMEK İSTEMEDİĞİ ÇIPLAK GERÇEK: AKP VE CHP’NİN DEVLET VE TOPLUM İSTİSMARCILIĞI

Devlet krizlerini fırsata çeviren iki partinin siyasal alandaki taktiksel hamleleri Türkiye siyasal rejimini yeniden krize sürükleyen temel etken haline geldi. Yaptıkları fırsatçılığa “devleti ayakta tutma” söylemi ile meşruiyet kazandırarak toplumun yaşadığı tarihsel ve güncel krizleri çözmekten aciz olan  bu iki blok, hem devleti ve hem toplumu zımni bir anlaşma ile birlikte istismar ediyorlar. Bu ikili istismarcılık toplumsal ve siyasal geleceği belirsizleştiriyor, toplumu güncel ve tarihsel sorunlar karşısında daha kırılgan hale getiriyor ve geleceğe yönelik toplumsal perspektifi muğlaklaştırıyor.  İki parti de 18 yıldır “daha iyi bir toplum tahayyülü” yerine “kim daha iyi devletçi olabilir” oyununu oynuyorlar. Şimdi de tek adam rejiminde yanlarına başkalarını da alarak ittifaklar şeklinde bu oyunu sürdürmeye çalışıyorlar. Bu iki kutup 90 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca her kriz döneminde topluma güvenip yurttaşlarla sistemi demokratikleştireceklerine, bunun tersini yaparak vatandaşı egemenlik alanlarından tasfiye edip yerine orduyu ya da sivil vesayeti ikame ettiler. Böylece demokratik ve çağdaş bir cumhuriyetin kurumsallaşması yerine ötekileştiren, ırkçı, milliyetçi ve militarist akıl kurumsallaştı. Türkiye toplumu bir an önce yönetici tayfadan topluma da aşılanan bu akıldan kurtulmasında yarar var. Çünkü bütün krizlerin merkezinde hiçbir sorunu çözmeyen hatta daha da derinleştiren bu akıl var.

SONUÇ 

İnsanları vatan hainliği ve terörizm ile suçlayan politikalar Türkiye’de her zaman kitlesel bir şekilde karşılık bulmuştur. Tüm iktidarlar bu basit oyunu bildikleri için kriz anında acilen başvurdukları bir yoldur. Geleneksel ulusal tezlerle iş tutmak müesses nizamı ayakta tutmaya endeksli siyaset yapan partiler için her zaman cepte tutulan bir seçenektir. Hem siyasi hareketler hem de bireyler için zor duruma düştükleri zaman sarıldıkları "Türklük" ve "Müslümanlık" kimlikleri can simidi gibi hayat kurtarır, hatta bununla yetinmez onları bütün suçlardan da arındırabilir. Türk siyasal hayatının her aşamasında son kertede devreye giren bu geleneksel kimlikler hem ulusalcılara hem de muhafazakarlara kritik zamanlarda sistem içinde konaklayabilecekleri mekanları rezerve eder. Yerli ve milli aktörler bunu bilmenin rahatlığı ile hareket etmişler, bu da tüm demokratik değerlerin tasfiye edilmesine yol açıyor. 

Tüm bunların sonucunda rejimin isminin bile muğlaklığı, Kürt meselesinin iki bloğun danışıklı dövüşüyle çözümsüz bırakılarak bölgesel ve küresel bir zemine taşındığı, işsizliğin ve yoksulluğun gün geçtikçe büyüdüğü bir ülke gerçekliğini görüyoruz. Bu tablo iki bloğun birlikte yozlaştığını ve birlikte demokrasiden uzaklaştığını gösteren bir tablo. Açıktan oynanan fakat yapay gerilimlerle perdelenen bu oyun tüm ulus devletlerin devletçi partiler eliyle toplumu dışlayarak hakikati maniple eden taktiklerdir. Milliyetçilik, dincilik ve yoksullukla gözü bağlanan ve her türlü yükü omuzlamak zorunda kalan yurttaşlar bu oyunda en büyük bedeli ödeyen taraftır.  Paradoks gibi görünse de Türkiye’de uzun süreden beri “muhalefet ve iktidar koalisyonu” yaşanmaktadır desek yanılmış olmayız. Bu koalisyon daha çok deşifre edilmelidir. Sonuç olarak CHP geleneksel rolünden sıyrılıp daha cesur bir şekilde hükümeti demokrasiye zorlayarak kendini kurtarabilir. AKP’nin de demokrasiye dönmesinin tek bir olanağı kalmıştır. CHP ile birlikte Kürt’lerle büyük bir barış ve müzakere süreci başlatmak, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa ile cumhuriyeti demokratikleştirmek.

Artı Gerçek HABER SİTESİ