Nuray Mert ve “terör örgütü üyeliği”

Yasin Aktay, "Açıkçası bugün Nuray Mert’i siyasal konularda yazıp konuşmaya “veda etmeye” sevk eden ortamı göz ardı edemeyiz. Elbette bu ortamın tek başına iktidar çevresince oluşturulduğunu söylemek mümkün değil."

Nuray Mert ve “terör örgütü üyeliği”

Geçtiğimiz hafta içinde Nuray Mert hakkında “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla bir dava açılmış olduğunu duyduğumdan beri Türkiye’de yaşadığımız son 40 yıl önümde defalarca seyrettiğim bir uzun film şeridi gibi geçip duruyor. Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Haberi birçok arkadaşa yolladım ve aynı soruyu sordum, ne oluyoruz? Eski ortak arkadaşlarımızın çoğu benden duymuş oldu haberi. Onlarda da bir şaşkınlık.

 

Nuray Mert’e birçok şey söylenebilir, neticede çok keskin ve çok kişiyi rahatsız edecek fikirleri ve duruşları olan biri. Ama ona isnat edilemeyecek, yakıştırılamayacak, hatta yapışmayacak belki tek şey bir “terör örgütü üyeliği” veya hatta herhangi “bir örgüte üyelik”. O hiçbir örgüte üye olamayacak kadar bağımsız düşünebilen, özde muhalif bir kişiliğe sahip çünkü. Bildiğim kadarıyla katıldığı bütün zeminlerde, kendi doğrularına göre yanlışları söylemekten hiçbir zaman geri durmayan, belki bu yüzden hiçbir yapı veya örgüt içinde bir yer edinemeyecek bir duruşa sahip.

Hep muhalif olmak” hayatında tarz-ı siyasetini belirleyecek kendisini ifade edecek bir söz sorduğunuzda duyabileceğiniz belki ilk tanımdır. Nitekim bu başlık altında bir kitap da yayınlamıştır. Şahsen hiç katıldığım bir tarz-ı siyaset değil elbet. Bir tartışmada İslamcılıktan da hep muhalif olmayı bekleyenlere bütün teorik altyapısıyla İslamcılığın referansı olarak Peygamberin hiçbir zaman muhalif kalmayı bir ideal belirlememiş olduğunu, bilakis Mekke tecrübesi kadar Merdine tecrübesinin olduğunu da hatırlatmaya çalıştım. Her neyse, bu benim kendi şahsi görüşüm tabii, ama bu görüşe hiç kimse katılmak zorunda değil, Nuray Mert hiç değil. Bu farkı zikretmemin sebebi de onu bu konuda eleştirmek veya kendi haklılığımı ispat etmek değil, ona bir örgüt üyeliği isnat etmenin ne kadar akıl-dışı bir şey olduğunu anlatmak.

Nuray Mert’le tanışıklığımız doksanlı yılların başlarına kadar gider. İlk tanıdığım andan itibaren elbette farklarımızla birlikte çok güçlü verimli diyaloglarla yürüyen bir dostluğumuz oldu. 28 Şubat sürecinde Ankara’da bir grup arkadaşla birlikte çıkarmakta olduğumuz Tezkire dergisinin yayın kuruluna katıldı ve çok güzel katkılar yaptı, çok güçlü yazılara imza attı. 2003 yılında Doğu Konferansı kapsamında hem ABD’nin Irak’ı işgaline karşı Türk aydınları adına bir duruş sergilemek üzere ikinci bir hedef olarak zikredilen Suriye’ye bir otobüs dolusu aydınla birlikte yol aldık.

 

Hem o zamana kadar hem o zamandan sonra 2007 yılına kadar ülkenin ve dünyanın içinden geçtiği birçok meseleye birçok aydın-entelektüelle birlikte tartışarak, yer yer birbirimize katılarak yer yer ayrışarak ama asla birbirimizi bir şeylerle itham etmeden yaklaştık. Diyebilirim ki, birbirinden çok farklı fikir ve mizaçtaki entelektüellerin birbiriyle tartışabildiği, birbirlerine kendilerini bizatihi anlatabildiği o zemin bilahare yaşadığımız süreçlerin sonundaki en büyük kaybımız. Bu tam olarak ne zaman ve neden kayboldu? Önceden yavaş yavaş ilerleyen bir kopuştu belki ama asıl büyük kopuş Gezi ile birlikte yaşandı sanırım. Sebeplerini, sorumlularını burada bir çırpıda tespit edip haklarında hüküm tesis edecek durumda değiliz elbet.

2007’de ise Nuray Mert’in son kitabında kendisinin de anlattığı gibi Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumu dolayısıyla epey ters konumlara düştük. Hiçbir zaman tartışma adabını elden bırakmadan onun bu tutumunu eleştirdim. Sonradan yaşanan birçok meselede çok farklı düşünüyorduk ama hiçbir zaman onun yazdıklarında veya takındığı tavırlarda hesapçı veya söylediklerine inanmayan, samimiyetsiz biri olduğunu düşünmemişimdir. Bilakis başkalarından duyduğumda düşünmeye değmez bulduğum fikirleri bile kendisinden duymaya bir kulağımı açık tutmuşumdur. Hiç hoşuma gitmese de. Son kitabını da (Batı İslâm’ı Çok Sevmişti-Batı’nın İslâm Siyasetleri ve İslâmcılık, İletişim Yayınları, 2022) okudum, çok itirazım oldu, ha bugün ha yarın bir değerlendireyim diyordum ama bir türlü fırsat bulamadım. Neyse, konu bu değil.

Açıkçası bugün Nuray Mert’i siyasal konularda yazıp konuşmaya “veda etmeye” sevk eden ortamı göz ardı edemeyiz. Elbette bu ortamın tek başına iktidar çevresince oluşturulduğunu söylemek mümkün değil. Nitekim Nuray Mert bugün deyime itiraz etse de adeta “dokuz köyden kovulmuş” durumda. Aslında bu durumdan rahatsız olmadığını düşünerek kendisine ayrı bir saygı duymuşumdur hep. Dışlanmayı, bedel ödemeyi göze alarak ve ödeyerek kendi doğrularının peşinde ısrarlı bir insan, ne olursa olsun saygı uyandırır. Kendi doğrularında ısrar eden bir insanın herkes tarafından kabul gördüğü nerde görülmüştür?

 

Kemalizmi eleştiren görüşleri dolayısıyla Cumhuriyet gazetesinden, Referandumdaki tutumu “yetmez ama evetçi” olarak yorumlandığı için sol çevrelerden, yine daha önce başörtüsünü savunduğu için zamanın laikçi-Kemalist “iktidar çevrelerinden”, sanırım yine Kürt meselesinde de “üyesi” olmakla suçlandığı “örgüt” çevrelerinden epeyce hışma uğramış Mert. İktidar çevreleri tabiri caizse kovulmuş olduğu bu dokuz köyün biri.

Gerçi bugün konuşmamızı engelleyen, üzerimizde baskılar uygulayan, linç hışmını tahrik eden tek bir merkez tek bir iktidar da yok. Her grubun kendine göre oluşturduğu bir âlem var ve her âlemde ayrı bir iktidarın otoritesi, baskı, aforoz, dışlama mekanizmaları çalışıyor. Ama kuşkusuz belki diğer köylerin veya iktidar merkezlerinin hiçbiri diğerlerine karşı iktidarın “yargı” gücünü işletebilecek konumda değil ve tam da bu vicdan sahibi herkesi başka türlü ilzam eden ciddi bir ahlaki durum oluşturuyor.

11 sene önce, yani 2013 yılında başlayan “Çözüm Süreci”nde pek çok gazeteci gibi, PKK mensupları ile görüşmeler yapmış, bunları da kamuoyu ile paylaşmış Mert. O dönemde oluşan atmosferde suçun tanımı da, niteliği de, o atmosfere göre yeniden şekillenmiştir ve Mert bu ortamda Türkiye’de oluşan o sürecin atmosferine güvenerek biraz daha cesur davranmış, bir nevi elini taşın altına koymakta öne çıkmış. Nitekim, yine bu gerekçe ile açılan bir soruşturmadan, “Barış süreci kapsamında” olduğuna işaret eden bir beraat kararı da çıkmış. Buna rağmen bugün bu olay dolayısıyla “terör örgütüne üye olma” ithamıyla Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacak.

 

Bunu iktidarın muhaliflerini susturma çalışması kapsamında ele almanın daha karmaşık bir sorunumuzun teşhisini daha da zorlaştırdığını biliyorum. Nereden biliyorsun diye soracak olursanız, 22 yıllık iktidar döneminde Ergenekon’dan Balyoz’a oradan da FETÖ davalarına ve bilahare başka davalara kadar yargının nasıl çalıştığını artık az çok biliyoruz: Türkiye’de ciddi bir yargısal akıl sorunumuz var.

Elbette iktidarla ve genel olarak siyasetle karmaşık ilişkiler içinde şekillenen ve çeşitlenen bir sorun bu. İktidara selam durur görünürken dönüp bir oldubittiyle iktidarı da siyaseti de belirleyen bir yargı tipik bir sorundur. İktidarla ilişkiye de indirgenemeyecek bir sorun. Yargı her zaman kendi ideolojisini, özerk iktidarını ve davranışını yaratıp işleyen bir güç.

Asıl büyük hedefe odaklanırken araya takılan küçük kurbanları teferruat sayıp küçümsemek, kurunun yanında yaşın yanmasını normal görerek başlayan bir dikkatsizlik, özensizlik adaletin en büyük katili. Verilen haklı mücadelelerin kurunun yanında yaşları yakmayı haklılaştırdığı düşüncesi ne yazık ki bütün bu davalarda kraldan fazla kralcıların, yargı üzerinden kendi iktidarlarını kurmaya çalışanların önünü açıyor, telafisi imkânsız vahim yargı cinayetleriyle karşı karşıya bırakıyor.

Adalet kurunun yanında yaşı yakmanın değil, her şeye rağmen kuruları yaştan ayırmak için işleyen kılı kırk yaran bir hassasiyetin adıdır.