Fatih Çarşamba’nın meşhur İsmailağa cemaatine bağlı bir vakıf içinde, daha 6 yaşındayken evlendirilmiş bir kız çocuğunun büyüyünce açtığı dava ülke gündeminde geniş bir yer işgal etti.
Günümüzün siyasi ikliminde, hemen her mevzu gibi bu da derhal siyasi kutuplaşmanın bir unsuru haline geldi.
Bu kadar kutuplaşmış bir vasatta herhangi bir meseleyi, birileri tarafından hain, gafil, kötü niyetli, kripto, ahlaksız, zalim vs. ilan edilmeden, serin kanlılıkla, rasyonel şekilde tartışmak çok zor.
Yine de gelebilecek ithamları göze alıp bu “netameli” konuyu birkaç farklı perspektiften değerlendirmeye çalışacağım.
Tarihi perspektiften…
Fatih ve özellikle Çarşamba bölgesi Osmanlıların İstanbul’u fethettikten sonra ilk yerleştiği bölge.
Osmanlı’nın 56. Şeyhülislamı Ebu İshak İsmail Efendi’nin 1723 yılında bu bölgede yaptırdığı cami onun ismini taşıyor: İsmailağa Camii.
Hem demografik hem de mimari manada dokusu değişsin diye, dini inançları kuvvetli Müslüman nüfusun yerleştirildiği, birçok cami, mescit, medrese, tekke, türbe ile İslamlaştırmış, belli bir teo-politik misyon biçilmiş bir semt olan Fatih, Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet yıllarında bile hemen kuzeyindeki Fener ve Balat’ta varlığını sürdüren gayri müslim ve seküler unsurlara karşı bir tür meydan okumanın tecessüm ettiği sınır karakollarından biri olmuş.
Fatih’te konuşlanan İsmailağa Cemaati, Nakşibendi tarikatının Halidî koluna bağlı bir cemaat.
Karadenizli imam ve vaiz Mahmut Ustaosmanoğlu, İsmailağa Camii’nde 1954 yılından 1997’ye kadar görev yapmış. Bu sırada onun liderliğinde o çevrede örgütlenen cemaat, ismini hocalarının vazifeli olduğu camiden alıyor.
Mahmut Efendi, 1980 yılındaki vefatına kadar Mehmet Zahit Kotku liderliğindeki İskenderpaşa Cemaatinin müntesibi olarak faaliyetlerini sürdürdükten sonra Çarşamba semti merkezli olarak kendi cemaatini kurmuş.
Sosyo-politik perspektiften…
İsmailağa cemaati, yetmişli, seksenli yıllara damgasını vuran kırdan kente göçlerle beslenmiş. Kendisi de Of’lu olan Mahmut Efendi’ni cemaatinde doğu Karadeniz kökenli ve inşaat konusunda son derece hevesli ve becerikli taşralıların ağırlığı dikkat çekiyor.
Özellikle Fatih’teki İmam Hatip Lisesi’nden mezun, dindar, Doğu Karadenizli siyasetçi Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığına seçildiği 1994 yılından itibaren cemaatin hızlı bir gelişme trendine girdiği anlaşılıyor.
“Fatih-Başakşehir: Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus” başlıklı tezi için yaptığı araştırmalar kapsamında İsmailağa cemaatini de inceleyen İrfan Özet, İsmailağa cemaatinin Türkiye’de özellikle sağ-muhafazakâr siyaset için, geçmişten günümüze önemli bir meşruiyet alanı olduğunu, seçimlerde cemaat müntesiplerinin sürekli olarak 28 Şubat döneminde basılan Kur’an kursları ve kendilerine yönelen baskıların yarattığı travmaları öne çıkararak kitlelerini AK Parti siyaseti ekseninde buluşturduğunu ifade ediyor.
Recep Tayyip Erdoğan 2014’te, Abdullah Gül ise 2015’te cemaat lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nu ziyaret ettikleri esnada çekilen fotoğraf kareleri kamuoyunda biliniyor.
Çocuk yaşta evlilik skandalının gündeme gelmesinin ardından, kamuoyunu yaygın olarak ilgilendiren hemen her konuda yayın yasağı getiren hükumetin böyle içli dışlı olduğu bir cemaate yönelen ağır kamuoyu tepkisine rağmen herhangi bir yayın yasağı getirmemiş olması çeşitli şüpheler uyandırıyor.
İktidar partisinin, seçimler öncesinde kötü ekonomik şartlar nedeniyle kendisine güveni sarsılan kitlelere “aklınızı başınıza toplayın, biz iktidarda olmazsak sizi çiğ çiğ yerler, ekonomik sıkıntılarınızı unutun ve hayatta kalmak için ardımızda saflarınızı sıkılaştırın” mesajı verdiği konuşuluyor.
Müessif hadiseye yönelen tepki ve tenkitlerin kişilerin ötesine geçip dini cemaat, dernek ve vakıflara, hatta doğrudan İslam’a yönelmesi, hükumetin mesajını daha geniş kitlelere iletmesini kolaylaştırıyor.
Tarih felsefesi perspektifinden: “Zealot” bir örgütlenme olarak İsmailağa Cemaati
İngiliz tarih felsefecisi Arnold Joseph Toynbee, “Civilization on Trial” isimli eserinde, Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine atanan Yahudi Kral Hirodes’in (ya da Herod’un) tavrı ile, Roma imparatorluk ordusunun Kudüs’ü istilasına karşı içine kapanarak, izole olarak, “düşmanla” teması azaltarak mücadele veren Zealot isimli cemaatin isyanını karşılaştırır.
Kral Herod’un takipçileri (herodyanlar) baskın Roma kültürü ile savaşmak yerine onunla uzlaşarak, hatta onu taklit ederek var olmaya, güçlenmeye inanırlar.
Zealot cemaati Yahudi toplumunun geleneksel değerlerine yani Yahudi şeriatına tavizsiz şekilde bağlı kalabilmek için her şeyi yapıp Roma’yla savaşma yanlısıdır.
İsmailağa cemaati, bariz şekilde zealot bir cemaat.
Onların “Roma’sı” yeni kurulan laik(çi) cumhuriyet.
O “düşmanla” asla uzlaşmamak için, kutsallık atfettikleri Fatih Çarşamba’daki İsmailağa camisinin çevresinde gettolar oluşturarak mümkün olduğunca izole, mümkün olduğunca kapalı devre, “ötekilerle” hemen hemen hiç temas edilmeyen, ticaretini bile kendi içinde döndüren bir cemaat hayatı kurmuşlar.
Böylece şehrin taşralılıklarını törpüleyebileceği, kendilerini değişmeye zorlayabileceği ortamlardan uzak durmuş, değişimden mümkün olduğunca korunmuşlar.
Öncelikle kılık kıyafetleri ile kendilerini yaşadıkları şehirdeki “sıradan” insanlardan (ötekilerden) keskin şekilde ayırmışlar.
Sarıklı, takkeli, cüppeli, şalvarlı ve uzun sakallı erkekleriyle, siyah çarşaflı kadınlarıyla, başları örtülü küçük kız çocukları ile, selamlaşma, alışveriş, ibadet, yardımlaşma ritüelleriyle, kendilerine mahsus “medreseleriyle”, yatılı Kur’an kurslarıyla biz-onlar dikotomisini güçlü şekilde tesis etmişler.
İzolasyonun korunabilmesi için çok uzun müddet cemaat müntesiplerinin evlerine gazete, radyo, televizyon sokmalarını yasaklamışlar. Sonra artık bu yasaklar uygulanamaz hale gelince kendi radyo, televizyon ve youtube kanallarını kurmuşlar.
Yine izolasyonun sürdürülebilmesi için kız çocuklarının ilkokul çağından sonra devlet okullarında okumalarını kesinlikle yasaklamışlar.
Sosyal psikoloji perspektifinden: İsmailağa Cemaati Bir “Kült” mü?
Yukarıda belirttiğimiz özellikler bir tür “kült örgüt” ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.
Kültler, dini, ruhani veya felsefi inançları veya ortak ilgi alanları nedeniyle toplumun genelinden ayrışan -genellikle küçük- kapalı, sosyal gruplar.
Yeni üyelerini genellikle psikolojik manipülasyon yöntemleri ile kazanıp kontrol eden kültlerin ortak özelliği, bu yöntemlerin başarılı olabilmesi için mensuplarını dış dünyadan yalıtma gayretleri.
Aşırı derecede otoriter olabilen kültler tek bir lider tarafından yönetiliyor ve genellikle “lider”, kült mensuplarınca mehdi, mesih, peygamber ya da tanrının yer yüzündeki tecellisi olarak görülüyor. Liderin olağanüstü güçlere sahip olduğuna, tanrı ile görüşebildiğine, her şeyi bildiğine, günahsız olduğuna, sıkı takipçilerini cennete götüreceğine inanılıyor, talimatları emir telakki ediliyor.
Kültlerin diğer bir karakteristik özelliği biz-onlar mantığına sahip olmaları ve kendilerini toplumun geri kalanıyla sürekli çatışma halinde görmeleri. Fakat örgütün selameti adına bu çatışmanın gizlenmesi, yokmuş gibi gösterilmesi gerektiği için kült örgütlerde yalan ve hakikati inkâr da sıkça görülüyor.
Kült örgütlerde “kol kırılır yen içinde kalır” mottosu çok belirleyici. Zira kendilerini yok etmek için fırsat kolladıklarına inandıkları “ötekilere” fırsat vermemek onlar için çok önemli.
Kült örgütlerin dikkate değer diğer bir özellikleri de, zaman içinde siyasi ve/veya ekonomik bir güç merkezine dönüşürken karşılaştıkları “yol kazalarında”, karıştıkları gayrimeşru işlerde kanunlar karşısında onları koruyup kollayacak, icabında ayrıcalıklar tanıyacak “bağlılarını” ya da sempatizanlarını gizlice kritik makamlara yerleştirmeleri, bu konumlarda olanları pek de meşru olmayan yollarla elde etmeleri ya da siyasi güçlerini siyasi bir pazarlık unsuru olarak kullanmaları.
Kırılan kolun yen içinde kaldığı durumlara örnek olarak, cemaatin önde gelen hocalarından, Mahmud Efendi’nin damadı olan Rizeli Hızır Ali Muradoğlu’nun 1998’de, cemaatin diğer bir önemli hocası olan Bayram Ali Öztürk’ün 2006 yılında doğrudan İsmailağa camiinin içerisinde -cemaatin deyişiyle “hainlerce”- bıçaklanarak öldürüldüğünü fakat yürütülen soruşturmalar sonucunda cinayetin gerçek faillerine -artık neden ve nasılsa- bir türlü ulaşılamadığını not edelim.
İslami perspektiften…
Bugün resmi, gayri resmi tüm din otoriteleri altı yaşında bir çocuğun evlendirilmesini telin ediyor olsa da herkes bin dört yüz yıllık İslam tarihi boyunca kızların çok küçük yaşta evlendirildiğini, çocuk yaşta evliliklerin Hz. Peygamber zamanından aktarılan rivayetler ve Arap gelenekleri çerçevesinde meşrulaştırıldığı bilinmektedir.
Burada mesele ister istemez bazı İslami grupların Kur’an ve hadislere ilişkin tarihsel farklılıkları dikkate almayan yorumlara sıkı sıkı bağlılıkları noktasında düğümlenmektedir. İsmailağa cemaati gibi gelenekçi ve nakilci grupların “tarihselci” yaklaşımları şiddetle reddettikleri malumdur.
Kendilerini “ehl-i sünnet” diye isimlendiren gruplar, Hz. Peygamber döneminden aktarılan hadisleri ve o hadislerin geçmişte yapılmış yorumlarını tamamen doğru ve “evrensel” (bütün zaman ve mekanlar için geçerli) kabul ettikleri için o -en doğru- zamanlarda yaşamış insanlar gibi giyinme, onlar gibi sakal bırakma, yeme içme alışkanlıklarından, alışveriş usullerine, temizlik yöntemlerinden sosyal ilişki tarzlarına kadar her şeylerini onlarınkine benzetme çabasındadırlar. Dolayısıyla bu grupların, evlilik yaşı konusunda da o dönemi ve Hz. Peygamber’in Hz. Aişe ile daha altı yaşındayken nikahlanıp dokuz yaşındayken evlendiğini yazan ilk dönem kaynaklarındaki rivayetleri dikkate aldıkları açıktır.
Bu mesele çözümü kolay bir mesele değildir. Ehl-i sünnet cemaatlerin, çok temel ve sarsıcı bir ontolojik sorgulamaya girmelerini lüzumlu kılmaktadır.
Kültleşmeye mütemayil kapalı cemaatlerde, grubun içerisi için farklı, dışarısı için farklı kimlikler edinme yaygındır. “Has dairede”, “cemaatin mahreminde” konuşulanlar “ötekilerle” konuşulmaz.
Hatta maslahat ve cemaatin selameti gereği, dış dünyaya olunandan farklı görünmekte, gerçeği doğru yansıtmayan bir imaj vermekte beis görülmez.
Bugün basın bültenleriyle, youtube videolarıyla altı yaşında bir çocuğun evlendirilmesini kesinlikle yanlış ve kabul edilemez bulduklarını açıklayan cemaat mensuplarının bahse konu çelişki ile sahici ve samimi bir hesaplaşmaya giriştiklerine dair hiçbir işaret görünmemektedir.
Yapmaları gereken, geleneksel Kur’an ve hadis yorumlarının günümüz şartlarına uygun yorumlarla sorgulama cesaretini göstermeleridir. Ama bunu yapmanın korumaya çalıştıkları “ehl-i sünnet” inancını temellerinden sarsacağı aşikardır. Bu da bu mecralarda aktarılan islami ilimlerin tecdite (yenilenmeye) elverişli bir gelenek olmadığı gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakmaktadır.
Bu nedenle koca cemaatin çok uzun yıllar boyunca benimseyip büyük maddi manevi yatırımlar yaptığı inanç sistemini mümkün olduğu müddetçe savunacağı bellidir.
İsmailağa cemaati mensupları muhtemelen çözümü Orwell’in 1984 romanındaki müthiş icadı “double think” yönteminde bulacak, birbiriyle taban tabana çelişen iki fikre aynı samimiyetle inanacaklardır: Hadislerin -zayıf olanlar da dahil olmak üzere- tümü doğrudur, zaman ve mekanın üzerindedir! Hem peygamberin sünneti kesin ve mutlak doğrudur hem de altı yaşında bir kızın nikahlanması dokuz yaşında gerdeğe girmesi yanlış ve kabul edilemezdir!
Antropolojik perspektiften…
Farklı kültürlerde evlenme yaşı konusunda yorum yapmaya soyunan herkesin tarihte Çin, Japonya, Avrupa ya da Amerika ile Arap yarımadası arasında kayda değer bir fark olmadığını hatırlamasında fayda var. Kolay kolay hiçbir şeyin değişmediği tarım toplumlarında evlilik yaşına dair gelenekler asırlarca muhafaza edilmiş. Ortalama insan ömrünün 25-30 yıl arasında seyrettiği tarım toplumlarında insanların evlenmek için on sekiz yaşlarına kadar beklemesi zaten mantıklı değil. 17. asır aşık edebiyatı şairi Karacaoğlan’ın şu şiiri, o zamanlar Çukurova ve Toroslar çevresinde yaşayan Türk toplumunun evlilik yaşı konusunda nasıl düşündüğüne dair bir fikir verebilir:
Image
On birinde bir yar sevdim
Yeni açmış güle benzer
On ikide şeker şerbet
Oğul vermiş bala benzerOn üçünde gözün süzer
Zülfün gerdana düzer
Kargı kamış gibi uzar
Boyu servi dala benzerOn dördünde pek derbeder
Dostun ikrarını güder
Nere çekersen ora gider
Boynu toklu kula benzerOn beşinde yaşar yaşın
Her örnekten bağlar başın
Tenhalarda arar eşin
Tez alışkın tele benzerOn altıda kurt bilekli
Yüreği Hakka dilekli
Sağrısı yeşil örekli
Esen poyraz yele benzerOn yedide delidolu
Hiç bilmez gittiği yolu
Has bahçenin gonca gülü
Kız turnada tele benzerOn sekizde geçer gücü
Kız oğlana bulur suçu
Gelinin ibrişim sacı
Kızın altın tele benzerOn dokuzda olur hasta
Zülüfleri deste deste
Gelin şeker şerbet tasta
Kız petekte bala benzerNaçar Karac(a) oğlan naçar
Aşkın kitabını açar
Yiğirmide vakti geçer
Geçmez akça pula benzer
Görüldüğü gibi o devirlerde kızlar için 10 yaşın üzeri ideal evlenme çağı, 18 yaş ve sonrası ise artık ömrün sonbaharı sayılıyor!
Yasal evlilik yaşının, on sekizinci asrın sonlarından itibaren sanayileşmeyle birlikte yükselmeye başladığını da not edelim. Ortalama ömür süresinin uzaması, endüstrileşmiş dünyadaki yeni meslekleri yapabilmek için gereken eğitim ihtiyacının artması gibi sebeplerle evlilik yaşları hem erkekler hem kadınlar için yukarı çekilmiş.
Post modern perspektiften…
Cemaat içinden bir kadının açtığı dava ile kamuoyunun gündemine taşınan çocuk yaşta evlilik meselesine gösterilen tepki oldukça “modern” bir tepki.
Artık çoğu şehirlerde yaşayan bir nüfus, sosyal sözleşmeler, ortak sosyal kodlar, kanunlar, kurallar çerçevesinde kurulmuş “medeni” bir hayat yaşamayı talep ediyor.
Şehrin ortasında durup şehrin kurallarını tanımamakta ısrarlı kapalı cemaat adacıklarına tepki gösteriyor.
Belki bundan elli sene önce çoğu köylü olan nüfus, böyle bir davayı, her şeyi en iyi bilen olma iddiasında, Batı hayranı, kültüründen, geleneklerinden kopmuş, tarihini inkâr eden devlet görevlilerinin zorbalıkları olarak görebilirdi.
Şu an cemaat mensuplarının kendileri bile inançlarının vazettiği alternatif hayat tarzının arkasında duramıyor, sadece bir an önce gündemden düşerek unutulmak, tekrar yer altına girip gözlerden ırak şekilde bildiklerini okumaya devam etmek için olan bitenleri asgari hasarla atlatmaya bakıyorlar.
Aynı zamanda hayli “post modern” bir durum da söz konusu!
Image
Bu mesele sadece yürürlükteki kanunlara aykırı olduğu için değil, geniş toplum kesimleri açısından son derece rahatsız edici bir konu olan çocuk istismarı söz konusu olduğu için bu kadar çok ses getirdi.
Kitleler bir asgari sosyal kod olsun, kırmızı çizgiler olsun istiyor ama modern devletin “en hakiki mürşit” diye ilimi, bilimi tarikat mürşitlerinin yerine zorla oturtmasına da sıcak bakmıyor!
Bu cemaatin tercih ettiği kılık kıyafetler, çocuklarını ilkokuldan sonra okutmama ısrarı gibi başka kanuna aykırı tutumlar da söz konusu olduğu halde bunlar kitlelerin umurunda değil.
Birkaç marjinal/radikal tipi kenara koyarsak kimse devletin bu insanların sarıklarına, cüppelerine, şalvarlarına, medreselerine, kurslarına, müdahale etmesini talep etmiyor.
Ama küçük kızlarını istismar edilmesine göz yumanların -hangi inanca dayanırsa dayansınlar- cezalandırılmaları talebi yükseliyor.
Bunlar bence hayırlı tartışmalar.
Böyle böyle üzerinde uzlaşılabilecek asgari müştereklerimize ulaşacağız.
Şarkıda ne diyordu:
Diyorlar kül olmaz ateş yanmadan,
Denizler durulmaz dalgalanmadan
Kaynak: farklı bakış